ernesto sabato
bazı insanlar dar görüşlü, kirli ve ikiyüzlü olduklarının ayırdına varana dek kendilerini özel sanabilirler.
ünlü olunca alçak gönüllü olmak da kolaydır.
her türlü grup, örgüt, dernek, cemaat fikrinden, yani meslekleri, ortak zevkleri ya da başka birtakım saplantıları nedeniyle bir araya gelen bütün o garip yaratıklardan nefret ediyorum. bu yığınların birçok gülünç ortak özelliği vardır: insanlar birbirini tekrarlar, aynı üslubu kullanırlar, diğerlerinden üstün olduklarına inanırlar.
zaman zaman her şey anlamsız geliyor. milyonlarca yıldır hiçliğe doğru koşan minyatür bir gezegende, acılar içine doğuyoruz, büyüyoruz, dövüşüyoruz, hastalanıyoruz, acı çekiyoruz, acı çektiriyoruz, bağırıyoruz, ölüyoruz, ölüyorlar ve aynı anlamsız komediyi baştan oynamak için başkaları doğuyor.
gerçekten böyle miydi? bu anlam yoksunluğu üzerine düşünmeye başladım. tüm yaşamımız kayıtsız gök cisimlerinden oluşmuş bir çölde attığımız ortak çığlıklardan mı oluşuyordu?
dünyayı asla sevemedim ve insanlardan hep tiksindim, özellikle de insan kalabalıklarından; yazları plajlar en katlanamadığım yerlerdir. genel olarak, insanlıktan her zaman nefret etmişimdir. zaman zaman yalnızca iğrenç bir ize tanık olduğum için gün boyu ağzıma bir lokma koyamadığım ya da bir bir hafta resim yapamadığım olmuştur; korkaklığın, imrenmenin, küstahlığın, kabalığın, hırsın, genel olarak insanlık durumunu oluşturan tüm bu niteliklerin bir yüze, bir bakışa ya da yürüyüşe ne denli sinmiş olabileceklerini düşleyemezsiniz bile. kendi ruhumun da pek çok kez kibre, korkaklığa, küstahlığa, hırsa ev sahipliği yapmış olduğunu biliyorum. söylediğim gibi, bu öyküyü tümüyle yansız anlatıyorum.
benim kişisel deneyimlerim pek çok kez gerçeğin sanılanın tam tersine hiç de basit olmadığını kanıtladı, eğer bir şey açık seçik görülebiliyorsa ve basit bir nedeni varmış gibi görünüyorsa inanın bana altında çok daha karmaşık nedenler yatıyordur. gündelik yaşamdan örnek vereyim: sadaka veren insanların vermeyenlere oranla daha iyi kalpli ve cömert olduğu düşünülür. bu teorinin kolaycı ve uydurma olduğunu söylemeliyim. herkes bir dilencinin (gerçek bir dilencinin) sorunlarının birkaç peseta ya da bir parça ekmekle çözülmeyeceğini bilir, sadaka yalnızca verenin kendini iyi ve cömert hissetmesine yarar, veren ruh huzurunu ve "cömert" unvanını satın alır. oysa ruh huzurunu ve cömert biri olduğu düşüncesini satın almak için günde birkaç pesetadan daha fazlasını harcamayan bu insanların aslında ne cimri, ne dar kafalı olduğunu bir düşünün! önemli olan insanın ruhunun gerçekten ne kadar temiz olduğu ve ikiyüzlülük yapmadan (ve sömürmeden) insanlığın yokluğunu ortadan kaldırmak için ne verebileceğidir!
genellikle bu dünyada yapayalnız olma duygum gururlu bir üstünlük hissinin eşliğinde ortaya çıkar: insanların değersiz olduğunu düşünürüm; kirli, çirkin, beceriksiz, cimri, kaba, sığ yaratıklardır. yalnızlığım beni korkutmaz; hatta görkemlidir.
her şeye rağmen insanın var olana bir tutunmuşluğu vardı. insan kusurlarını, çirkinliğinden kaynaklanan acılarını, kendi arzusuyla kendini yok etmeye yeğliyordu. ayrıca, bizi intiharın eşiğine getiren umutsuzluğun sınırına geldiğimizde, bizi bu sınıra getiren tüm kötülüklerin bir muhasebesini yapıyoruz ve bu kötülükler ne denli katlanılmaz olurlarsa olsunlar iyi bir şey, çok küçücük ama iyi bir şey bu kötülüklerle orantısız bir değere sahip bir biçimde ortaya çıkıyor ve korkunç bir uçurumdan düşmek üzere olan birinin önüne gelen her dala tutunması gibi bu küçücük iyiliğe sarılıyoruz.
son yıllarda toplama kamplarından kaçan bazı göçmenlerin yaşamak için her şeyi kabul ettiklerini ve en aşağılık işleri hiç yakınmadan yaptıklarını görmüştüm; ama insanların memnun yaşaması için işkence ve ölümden kurtulmuş olmaları yetmiyordu: kendilerini bir parça güvende duymaya başlar başlamaz, tıpkı bir şeyden korkup kaçmış hayvanlarda olduğu gibi tümüyle yok olmuş görünen kibir, gurur, övünme gibi huyları; üstelik eşi benzeri görülmemiş bir terbiyesizlik ve küstahlıkla yeniden kendini göstermeye başlıyordu, sanki o kadar alçaldıklarına pişman oluyorlardı.
önemli mektupları yazdıktan sonra yol açabileceği tüm sonuçları tasarlayana kadar en az bir gün elde tutmak gerekir.
bu sık sık başıma geliyordu. gerekli ve uygun bulduğum bir davranışı yapmama engel olan şeylerle kıyasıya dövüşüyor ve sonunda tam yenilgimi ilan ediyordum ki kader araya giriyor ve haklı olduğumu ortaya çıkarıyordu.
insan doğasında brahms'ın soneleriyle bir lağım arasında gizli ve kasvetli geçitler olması ne kadar üzücü!
sonsuz bir bekleyiş gibi geldi. ne kadar zaman geçti bilmiyorum. saatlerin evrensel ve ortak, duygularımızdan, kaderlerimizden, bir aşkın doğuş ya da bitiş sürecinden, bir ölünün başında geçen zamandan haberi bile olmayan zamanından ne kadar aktı bilmiyorum. ama benim kendi zamanım pek çok şeyle, kimi zaman geri dönüşlerle doluydu; kimi zaman karanlık ve girdaplı bir nehir, kimi zaman maria'yla birbirimize baktığımızdaki gibi sakin ve kımıltısız bir deniz ya da bizi sürükleyen bir ırmak oldu; onun atının üzerinde saçlarını, rüzgarda savurarak ve gözleri sulanarak dörtnala gittiği, benim güneydeki köyümde, hasta odamda burnumu cama dayamış, ıslak gözlerle dışarıda yağan kara baktığım çocukluk düşlerim gibi sonsuz ve karmakarışıktı. sanki birbirine paralel geçitlerde ya da tünellerde yürüyorduk. eş ruhlar, eş zamanlar gibi bir uçtan diğer uca gittiğimizi, sonunda bu geçitlerin bitiminde benim çizdiğim bir sahnede karşılaşacağımızı, yalnızca onun için çizdiğim, benim de orada olduğum, geçitlerin bittiğini ve karşılaşma zamanının geldiğini haber veren bir sahnede karşılaşacağımızı bilmeden yürüyorduk.
ne olursa olsun tek bir tünel vardı, karanlık ve yalnız: benimki; çocukluğumun, gençliğimin, tüm yaşamımın içinde geçtiği o tünel.