
işte böyle bir akşam yemeğinde, bir kış günü, yemek sonrası yemek tabağı yine portakal ve mandalina dolu olarak masaya geldi. tabağın en üstüne sapında yeşil bir yaprak olan bir portakal yerleştirilmişti. ben son derece doğal bir biçimde derhal uzandım, o portakalın yeşil yaprağını kopardım ve sonra da, aklım sıra temizlediğim portakalı yerine bıraktım. o anda babamın büyük bir düş kırıklığını yansıtan yumuşak ve üzgün sesini işittim:
"ne yaptın oğlum!" dedi.
ben sofraya bir hizmet yaptığımı düşünerek yaprağı kopardığım için babamın uyarısından hem çok şaşırmış hem de çok utanmıştım. şaşkın ve utanmış; ama evdeki özgürlük havasının alışkanlığı içinde kendimi açıklama hakkımı da kullanarak, biraz titreyen bir sesle "yaprağı temizledim" dediğimi anımsıyorum.
babam, "ben yaprağı kopmasın diye o portakalı kese kağıdına koydurmadım, manavdan eve kadar elimde taşıdım" dedi.
annem de sıcak ve sevecen sesiyle "evladım, ben de en üste yerleştirmiştim ki tabak güzel görünsün" diye ekledi.
ağabeyim de onlardan aşağı kalır mı, benim eğitimime katkıda bulunacak ya, son derece bilgiç bir tavırla; ama sevecen ve sabırlı bir öğretmen sesiyle "bir yeşil yaprağın doğal güzelliğini başka nerede bulabilirsin ki?" diye ekledi.
böylece ben günümüzdeki yeşiller hareketi ile, doğayı korumak bağlamında değil ama, güzellik kavramı çerçevesinde tanıştım.
önce savunma içgüdüsüyle onlara karşı çıkmayı sürdürdüm. yenecek olan bir meyvenin yaprağı nasıl olsa koparılacak değil miydi? yanıt ağabeyimden geldi: "o zaman güzel görünüşlü yemekler yapmanın da bir anlamı olmaz; nasıl olsa hepsini yiyeceğiz."