james gilligan
şiddet evrensel değildir. insan ırkına simetrik olarak bölünmemiştir. farklı toplumlarda şiddetin miktarı çok büyük değişiklik göstermektedir. hemen hemen hiç şiddetin olmadığı toplumlar da vardır, kendi kendilerini yok eden toplumlar da. mesela anabaptistlerde, çok katı pasifist olan amishler, mennonitler, hutteriteler gibi mezhepler vardır. bu gruplardan hutteritelerde kayıtlara geçen cinayet yoktur. insanların askere alındığı 2. dünya savaşı gibi büyük savaşlar süresince orduya hizmette bulunmayı reddetmişlerdi. orduya hizmet etmektense hapse girmeyi tercih ederlerdi.
israil'de, kibbutz'larda şiddet oranı o kadar düşüktür ki ceza mahkemeleri suç işleyen şiddet faillerini sıklıkla şiddet içermeyen bir hayat yaşamayı öğrenmeleri için kibbutz'larda yaşamaya gönderirler. çünkü oradaki insanların yaşam tarzı budur.
yeni zelanda'nın dunedin adlı kasabasında da bir çalışma yapıldı. bu çalışmada birkaç bin şahıs doğumlarından yirmili yaşlarına kadar incelendi. buldukları, şiddet uygulamaya meyilli olmakla bir bakıma ilgisi bulunan bir genetik mutasyon yani anormal bir gendi; fakat bu genin taşıyıcısının aynı zamanda çocukken ağır istismara maruz kalmış olması gerekiyordu. diğer bir deyişle, bu geni taşıyan biri çocukken istismar edilmediği sürece diğer insanlara göre daha fazla şiddet yanlısı olmayacak, bilakis normal genli insanlara göre daha az şiddet yanlısı olacaktır.
insanların şiddete eğilimini ahlaki değerlerle yargılamak gerçek bir zaman kaybıdır. şiddetin ne sebeplerini anlamamıza ne de onu engellememize hiç yardımcı olmaz. insanlar bazen suçluları "affetmeye" inanıp inanmadığımı sorar. buna cevabım şöyle: "mahkum etmeye ne kadar inanıyorsam affetmeye de o kadar inanıyorum." biz toplum olarak, ne zaman şiddeti çözümleme konusunu ahlaki bir "günah" gibi değil de kamu sağlığını veya önleyici tıp alanını tehdit eden bir sorun gibi görmeye başlarsak, ne zaman kendi bakış açılarımızı ve değerlerimizi değiştirirsek işte o zaman, şu anda yaptığımızın aksine şiddet seviyesini artırmak yerine azaltma konusunda başarılı oluruz.
hayatımın kabaca son 40 senesini toplumumuzun ürettiği en vahşi insanlar üzerinde çalışarak geçirdim: katiller, tecavüzcüler ve bunun gibileri. bu vahşete neyin sebep olduğunu anlamaya çalışırken fark ettim ki, hapishanelerimizdeki en azılı suçluların kendileri öyle büyük ölçüde istismara maruz kalmışlardı ki, çocuk istismarı terimini böyle vakalarda kullanacağım aklımın ucundan geçmezdi. toplumumuzdaki çocukların sıkça gördükleri ahlaksız muamelenin boyutlarından hiç haberim yoktu. gördüğüm en vahşi insanların kendileri geçmişte çoğu zaman kendi ebeveynleri veya sosyal ortamlarındaki diğer insanlar tarafında öldürülmeye çalışılmıştı ya da en yakın akrabaları başka insanlar tarafından öldürülmüş olan bir ailenin sağ kalan üyeleriydiler.
eğer şiddeti önlemek için vurgulayabileceğim bir prensip varsa işte bu ancak "eşitlik" olurdu. şiddet oranını etkileyen en belirleyici faktör toplumdaki eşitlik ve eşitsizlik değerleri arasındaki farktır.
şiddetin biyolojik olarak açıklanmasının nedenlerinden biri, bu hipotezin potansiyel bir tehlike olmasının sebebi, sadece insanları yanlış yönlendirmesi değil, gerçekten zarar verebilecek olmasıdır. çünkü buna inandığınız takdirde kolaylıkla "bu konuda bizim yapabileceğimiz bir şey yok" diyebilirsiniz. bu durumda insanları şiddete yönelten yatkınlığı değiştirebilmek için yapabileceğimiz tek şey; onları cezalandırmaktır; kilit altında tutmak veya idam etmek. ama insanları şiddete yöneltebilecek olan sosyal çevreyi veya sosyal şartları değiştirmek adına endişelenmemize gerek yok; çünkü "bu son derece anlamsız".
gandhi, "şiddetin en ölümcül biçimi yoksulluktur." der. bu kesinlikle doğrudur. yoksulluk, tarihteki bütün savaşlarda ölenlerden çok daha fazla insan öldürmüştür; tarihteki bütün cinayetlerden daha fazla, bütün intiharlardan daha fazla.