sevan nişanyan
cinayetin işlendiği gün olay yerinden birkaç yüz metre ötedeydim. beş on dakika içinde duyuldu. acı ve öfkenin, dipten kabaran bir sarsıntı gibi, dalga dalga şehre yayılışını hissettim sanki. bana da çarptı. lanet olsun! bu memlekette yaşanmaz! yaşanacağını düşünende zaten salaklık!
agos'un önüne gittim. cinayeti kimin işlettiğine dair en ufak bir şüphem yoktu, bugün de yok. televizyonlardan biri kamera tuttu. katillerin kim olduğunu türkiye'de aklı olan herkesin bildiğini; ama kimsenin bunu yüksek sesle telaffuz etmeye cesaret edemeyeceğini söyledim.
asıl kahredici olan, cinayetin kendisi değildi. sonuçta hepimiz öleceğiz, kafanın arkasından üç kurşunla gitmek de ölmenin en kötü şekli değil. kahredici olan, televizyonda boy gösteren devlet şakşakçılarının suratında beliren yarı bastırılmış sırıtıştı. sabık bakanlardan hasan celal güzel ve daha başka birkaçı çıktı, cinayetin türkiye'yi zor durumda bırakmak için "ermeni çevrelerince" işlenmiş olabileceği ihtimalini ortaya attı. başka biri samast soyadının "türkçe olmadığına" işaret etti, hani belki soyu bozuk yabancı ajanıdır edalarında. mikrofon tutulan vatandaşlar, "ermeni bile olsa" insanlara hoşgörü şey etmek gerektiğinde mutabık kaldılar. türk kültüründe ne vardı? hoşgörü vardı örtmenim!
ayrıca yüzsüzlük, pişkinlik, ahlaksızlık ve cehalet vardı. ama onları kimse belirtme gereği duymadı.
"ruh halimin güvercin tedirginliği", hrant dink'in devlet görevlileri tarafından düzenlenmiş bir suikast sonucu öldürülmesinden dokuz gün önce agos'ta çıkan yazısının başlığıydı. yazının sonu şöyle:
"muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. yargılanmalar sürecek, yenileri başlayacak. kim bilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım: evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim; ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce."
bu memlekette öyle güvercin tedirginliğiyle yaşamaya gelmez. köpek gördün mü, değnekle üstüne yürüyeceksin.
cenaze günü rakel dink'in tüyler ürpertici konuşmasını dinledim: "bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz dostlarım." püf noktası buydu, bu kadar basit. katile öfke kusmak değildi marifet. ona o cüreti -ahlaki kaygıları tuzla buz eden o arsız sırıtışı- veren zihin dünyası sorgulanmalıydı. rakel adını koymadı gerçi; ama karanlığın adı apaçık ortadaydı. tetikçiye emniyette türk bayraklarıyla poz verdirildiğinde fonda görünen özdeyiş ve altındaki imza yeterdi anlatmaya. sırıtan kafalara sırıtma gücü veren şey, arkalarına aldıkları o kutsal isimdi. dayanışmalarının simgesiydi. onun gücünü hissettiklerinde her türlü yalanı yüzleri kızarmadan söyleyecek, sonsuz cehaletlerini gururla taşıyacak, hiç tanımadığı insanları vatan haini, soysuz düşman diye damgalayacak, vicdanı ve hakikati ideolojik hırsı uğruna teferruat sayacak pişkinliği kazanıyorlardı.
bir bebekten katil yaratan karanlık, tc'nin kurucu figürüydü.
cenaze yürüyüşü osmanbey'de başladı, taksim'den tarlabaşı'na indi, köprüyü geçti, aksaray'a tırmandı, kumkapı'ya ulaştı. yol boyu katılanlarla büyüdü, muazzam bir insan seline dönüştü. epey miting gördüğüm halde böylesine hiç tanık olmamıştım. örgüt yoktu. kalabalık görünsün diye oraya getirilmiş, eş dost hatırına gelmiş kimse yoktu. yüz binlerce insan, içten gelen bir acıyla yalnız, bir şey yapamamanın utancıyla sessiz, acısını ve utancını paylaşmaya gelmişti. yeter artık! o gün tc rejiminin çatırdadığını hissettim. bu insanlar, o hilkat garibesini daha fazla taşıyamaz. taşımayacak.