margaret atwood
gerçeği yazmanın tek yolu, yazdıklarınızın hiçbir zaman okunmayacağını varsaymaktır. başka hiç kimse tarafından, hatta ileri bir tarihte kendiniz tarafından bile okunmayacağını varsayarak. aksi takdirde, kendinize mazeretler yaratmaya başlarsınız. yazıyı, sağ elinizin işaret parmağından upuzun bir parşömen kağıdına akan mürekkep, sol elinizi ise yazıyı silen bir silgi gibi düşünmelisiniz.
aşk bir suçtur. ama olmaması daha büyük bir suçtur.
evlilik aşınmış bir kurumdur. evliliğin sevgiyle ilgisi yoktur. sevgi vermektir, evlilik ise alım satım. sevgiyi kontratla bağlayamazsın.
sheila watson: kelimeler karanlık bir bardakta yanan alev gibidir.
bir insanın gerçek nefesi hangisidir? içine çektiği nefes mi, yoksa dışarı verdiği nefes mi?
kendinden gençler tarafından sonunda antika gözüyle bakılmak hepimizin kaderi. yerde kan yoksa, tabi. savaş, salgın hastalıklar, cinayet, her türlü felaket ya da şiddet. insanlar yalnızca bunlara saygı duyuyor. ancak kan akarsa ciddiye alınıyoruz.
gerçek tarih olsa, onu asla satamazdınız; çünkü insanlar, içinde hiçbir şeyin kokmadığı bir geçmişe sahip olmayı tercih eder.
her hayat, daha yaşanırken bile, bir çöplük gibidir, bir ölünün arkasından temizlik yaptığınızda, bir gün sıra size geldiğinde ne kadar plastik çöp torbası doldurulacağını daha iyi anlarsınız.
bugünlerde değil ama eskiden insanlar kültürün sizi daha iyi bir insan yapacağına inanırlardı. insanı geliştireceğine inanırlardı, en azından kadınlar böyle düşünürdü. henüz hitler'i opera seyrederken görmemişlerdi.
ayrılışlar yürek parçalayıcı olabilir ama dönüşler kesinlikle çok daha perişan edicidir. karşınızda gördüğünüz canlı beden, yokluğunda yansıttığı parlak gölgenin yerini asla tutamaz. zaman ve mesafe keskin hatları bulanıklaştırır, sonra birdenbire sevdiğiniz geri döner, acımasız ışığıyla öğlen olur ve her bir leke, her bir gözenek, kırışıklık, kıl, tüy bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar.
zorla çıkartıldığımız sonsuz bir yürüyüşte bana eşlik eden bir yoldaş gibi düşünüyorum kalbimi, birbirimize iple bağlanmış, üzerinde denetimimiz olmayan gizli bir planda ya da entrikada isteksizce işbirliği yapan iki fesatçı gibiyiz. nereye gidiyoruz? ertesi güne. beni hayatta tutan aynı nesne, birgün beni öldürecek, bunun farkındayım. bu bakımdan aşk gibi ya da aşkın bir türü gibi bir şey.
öldürmeye hazır olmadığınız hiçbir şeyi yemeyin.
yemeğe hazır olmadığınız hiçbir şeyi öldürmeyin.
öldürmeyin. yemeyin.
bazen kendimin en amansız düşmanıyımdır.
kendin yapamıyorsan, başka insanların dans etmesini seyretmek hiç zevkli bir şey olamaz.
şiir, neden bulmaya çalışmaz. güzellik gerçek demektir, gerçek de güzellik. yeryüzünde tek bildiğimiz budur, bilmemiz gereken tek şey de budur!
aşk insanın aklını çelerdi, daha ne olduğunu anlayamadan sizi sımsıkı ele geçirirdi, sonra artık hiçbir şey yapamazdınız. bir kere düştünüz mü -aşka- sürüklenip giderdiniz. ya da kitaplar öyle söylüyordu.
zarafeti yaratan aldırmazlıktır.
insanlar mutlu sonlara neden ağlarsa, düğünlerde de aynı nedenle ağlar: aslında gerçekleşmeyeceğini bildikleri bir şeye umutsuzca inanmak istedikleri için.
hırsızı yakalamak istiyorsan, başka bir hırsız tut. işte o zaman hapı yutarsın.
kadınların erkeklerine zarar verme, kalp kırma yöntemleri tuhaftır. kendi kalplerini kırarak yaparlar bunu ya da erkeği kırarlar ama öyle ki adam kırıldığını çok sonra anlar ancak. anladığı zaman da süngüsü düşer.
gençken mutsuz olmak çok daha iyidir. üzgün bir genç kadın insanlarda teselli etme isteği uyandırır; mutsuz bir kocakarının aksine.
kendine hakim olmazsan, savaşı baştan kaybedersin.
kutsal nehir hayat doludur. cansız okyanusa akar; çünkü canlı olan her şeyin sonunda gideceği yer orasıdır. sevgili, şeytani bir aşıktır; çünkü orada değildir. güneşli zevk kubbesinin içinde buzdan mağaralar vardır; çünkü zevk kubbelerinde bunlar bulunur. bir süre sonra çok soğurlar, sonra erirler, o zaman size ne olur? sırılsıklam olursunuz. abora dağı habeşli kızın evidir, onun şarkısını söyler; çünkü evine geri dönemez. ecdattan kalma sesler savaş kehanetlerinde bulunur; çünkü ecdattan kalma sesler asla susmaz ve yanılmış olmaktan nefret eder ve savaş bir gün mutlaka çıkar. er ya da geç.
bütün hikayeler kurtlar hakkındadır. tekrarlanmaya değer bütün hikayeler yani. başka her şey duygusal zırvalamadır.
bir konuda gösterdiğiniz gevşeklik, her konuda düzensizliğe yol açar.
sabahın üçüydü saat. kalp atışlarımın durmasını bekledim, sonra el yordamıyla aşağı indim ve kendime sıcak süt hazırladım. bu haplara güvenmemem gerektiğini bilmeliydim. bilinçsizliği bu kadar ucuza elde edemezsiniz.
bir sırrı saklamanın en iyi yolu, hiç bilmiyormuş gibi yapmaktır.
gerçek hayatta trajedi tek bir uzun çığlık değildir. ona yol açan her şeyi dahil eder. sıradan saatler, günler, yıllar geçer, sonra aniden o an gelir: bıçak darbeyi indirir, bomba patlar, otomobil köprüden uçar.
saygısız nankörlük genç insanların zırhıdır. o olmasa, nasıl kalırlar hayatta, nasıl ilerlerler? yaşlı insanlar gençlerin iyiliğini ister ama kötülüğünü de ister: onları tüketmek, canlılıklarını içlerine çekmek isterler; böylece kendileri ölümsüzlüğe erişsin diye. o haşinliğin, kabalığın ve hafifmeşrepliğin koruyucu zırhı olmasa, çocuklar geçmişin yükü altında ezilirler, başkalarının geçmişinin yükü altında, kendi sırtlarına yüklenen. bencillik onları kurtaran lütuftur.
doğru yargı, deneyimlerle elde edilir. deneyimler, yanlış yargılamalar sayesinde elde edilir.
hayata gelirken ne büyük bir şamar yiyoruz.. ne büyük ne kötü bir sürpriz olmalı, o dış havayla ilk ve haşin temas.
alınteriyle kazanılmamış para, buna zaten eğilimli olan insanlarda kendine acımayı teşvik eder.
eğer herkes kendinden biraz verirse, herkesin kazanacağı çok şey vardır.
ölmekte olan insanlar biraz hoşgörüyü hak ederler. doğum günlerinde çocuklara gösterildiği gibi.
biz burada oturup dururuz, uyku zamanı içeceklerimizi içer, uyku zamanı yiyeceklerimizi didikleriz. dünyayı, gizli bir pencereden bakar gibi dikizler ve sıkıldığımız zaman televizyonu kapatırız. bu kadar yirminci yüzyıl yeter, deriz, yukarı odamıza çıkarken. ama uzakta bir uğultu var, kıyıya hücum eden bir med cezir dalgası gibi. yirmi birinci yüzyıl geliyor, kertenkele gözlü zalim uzay yaratıkları ya da uçan metal sürüngenlerle dolu bir uzay gemisi gibi tepemizde beliriyor. er ya da geç kokumuzu alacak, dayanıksız barınaklarımızın çatılarını demir pençesiyle parçalayacak ve o zaman biz de bütün diğerleri gibi çıplak, titrek, aç, hasta ve umutsuz kalacağız.
ama dünyanın sonuyla uğraşmak niye? her allahın günü birileri için dünyanın sonu oluyor. zaman yükseliyor, yükseliyor ve gözlerinizin seviyesine geldiği zaman boğuluyorsunuz.
yarım bir hayat, hiç olmayan hayattan iyidir.
çoğumuz böyle yaparız: ne olursa olsun, bilmeyi seçeriz ve bu süreçte kendimizi yaralarız. gerekiyorsa, bunun için ellerimizi ateşe sokarız. ter dürtümüz merak değildir. sevgi ya da acı ya da umutsuzluk veya nefret de bizi harekete geçirir. ölmüş olanın peşinden casusluk yaparız azimle: mektuplarını açar, günlüklerini okur, çöplerini karıştırırız. bir ipucu, son bir söz, bir açıklama arayarak, bizi terk etmiş olanlardan. bizi bir çantayla, çoğu kez sandığımızdan daha boş bir çantayla baş başa bırakmış olanlardan.
biz hepimiz röntgenciyiz, hepimiz. geçmişte olan şeylerin, sırf biz keşfettik diye, bize ait olduğunu sanmaya ne hakkımız var? hepimiz mezar soyguncularıyız, başkalarının kilitlediği kapıları bir kez açmayagörelim.
eğer düz yoldan gidemezsen, etrafından dolaş.
ölüleri anlamaktan daha zor bir şey yoktur ama hiçbir şey onları unutmaktan daha tehlikeli değildir.
mutluluk camdan duvarları olan bir bahçe: ne girebilirsiniz ne çıkabilirsiniz. cennet'te hikayeler yoktur; çünkü yolculuk yoktur. hayatın dolambaçlı yollarında hikayeyi sürdüren şey; kaybetmek, pişman olmak, acı çekmek ve yitirdiklerini özlemektir.