j.d. salinger
bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. ama öylesi pek bulunmuyor.
pencey'de cumartesi akşamları hep aynı yemek çıkardı. çok önemli bir şeymiş gibi. neymiş, biftek çıkarıyorlarmış size. bin kağıdına bahse girerim ki, bunu yapmalarının nedeni, çoğu ailelerin pazar günleri okula çocuklarını ziyarete gelmesi ve bizim thurmer'ın hesabına göre sevgili oğulcuklarına akşam ne yediniz diye soracak olmasıydı, o da "biftek" diyecekti. iyi tezgah, değil mi?
kardeşim öldü. 18 temmuz 1946'da, lösemiden. o sıralarda maine'de oturuyorduk. tanısaydınız onu çok severdiniz. benden iki yaş küçüktü; ama benden elli kat daha akıllıydı. korkunç zekiydi. öğretmenleri, durmadan anneme mektup yazar, allie gibi bir çocuğun öğretmeni olmaktan gurur duyduklarını bildirirlerdi. ve palavra sıkmak için yazmazlardı, gerçeği söylerlerdi.
ona geri zekalı demenizden nefret ederdi. zaten bütün geri zekalılar kendilerine geri zekalı denmesinden nefret ederler.
bir kızı gerçekten beğenmiyorsanız, onunla asla oynaşmamanız gerekir. ama onu beğeniyorsanız, onun yüzünü de beğeniyorsunuz demektir. eğer bir kızın yüzünü beğeniyorsanız, öyle, su püskürtmek filan gibi rezil şeyler yapmaktan kaçınmanız gerekir. bazen böyle rezil şeylerin eğlenceli olması ne kötü.
vakit hala erken sayılırdı. saat kaçtı, şimdi emin değilim; ama pek geç değildi. nefret ettiğim bir şey de, daha uykum gelmeden yatağa girmektir.
kızlarla olan sorun da bu işte. hoş bir şey yaptıklarında, pek yüzlerine bakılmayacak gibi olsalar da, hatta salak bile olsalar, onlara böyle yarı yarıya aşık oluyorsunuz ve hangi cehennemde olduğunuzu bile unutuyorsunuz. kızlar! aman tanrım! aklınızı başınızdan alıyorlar. gerçekten alıyorlar.
denizci herifle ben birbirimize, tanıştığımıza memnun olduğumuzu söyledik, ki böyle, tanıştığıma hiç memnun olmadığım kimselere, durmadan "tanıştığıma memnun oldum" demek beni öldürüyor. ama hayatta kalmak istiyorsanız, ille de bu zırvaları söylemek zorundasınız.
sorun şu: bir kızla -yani orospularla filan değil- bu iş tam olacak gibiyken, başlıyor durmadan size dur demeye. benim derdim de bu işte; duruyorum. çoğu herif durmuyor. benim elimden gelmiyor. durmanızı gerçekten mi istiyorlar veya yalnızca korkuyorlar mı ya da işin sonunda kusurun onların üstünde değil de sizin üstünüzde kalması için mi dur diyorlar, hiç bilemiyorsunuz. ben yine de, hep duruyorum. sorun, onlara acımam. yani, bu kızların çoğu aptallaşıyor. bir süre oynaştıktan sonra, bir bakıyorsunuz, akılları başlarından gitmiş. bir kız kendisini oynaşmaya bir kaptırdı mı, beyin meyin aramayın onda. ne bileyim? dur diyorlar, ben de duruyorum. onları evlerine bıraktıktan sonra, keşke durmasaydım diyorum; ama yine de durmadan edemiyorum.
kitabın bir yerinde, "kadın bedeni bir keman gibidir, hakkını vererek çalmak için acayip iyi bir müzisyen olmak gerekir." diyordu. hödük bir kitaptı -farkındayım yani- ama bu keman zırvası hiç aklımdan gitmiyor.
bir şeyi çok iyi yapıyorsanız, bir süre sonra, dikkatli olmazsanız gösteriş yapmaya başlıyorsunuz. ve sonunda da iyi olmaktan çıkıyor yaptığınız.
derken, başladım kibritle oynamaya. bazen, belirli bir ruh haline girince, kibrit yakar dururum. bırakırım, sonuna kadar yanarlar, artık tutulmayacak gibi oluncaya dek, sonra tablaya atarım. asabi bir alışkanlık işte.
sinemalarda böyle sahtekarca zımbırtılara deli gibi gözyaşı dökenlerin yüzde doksanı aslında kötü kalpli, aşağılık insanlar. şaka demiyorum.
bizim evin girişindeki o tuhaf koku, başka hiçbir yerinkine benzemez. ne cehennem olduğunu ben de bilmiyorum. karnabahar kokusu da değil, parfüm kokusu da -ne cehennem olduğunu ben de bilmiyorum- ama o kokuyu alınca evde olduğunuzu anlıyorsunuz.
"rastlarsa birine biri, çavdarlar arasında" (robert burns)
hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta -yetişkin hiç kimse, yani- benden başka. ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. çılgın bir şey bu, biliyorum; ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. biliyorum, bu çılgın bir şey.
d.b.'nin odasına döndüğümde, bizim phoebe radyoyu açmıştı. dans müziği çalıyordu. ama çok hafif açmıştı, hizmetçi duyamazdı. onu görmeliydiniz. yatağın tam ortasında, örtülerin üstüne, şu yoga yapan herifler gibi bağdaş kurmuş, oturuyordu. müzik dinliyordu. bitiyorum bu kıza.
wilhelm stekel: olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir; olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir.
iyi eğitim görmüş insanlar ve bilim adamları, başlangıçta zeki ve yaratıcı iseler -ne yazık ki bu, ender bir durumdur- yalnızca zeki ve yaratıcı olan insanlara kıyasla, arkalarında sonsuza kadar kalabilecek çok daha değerli şeyler bırakıyor gibiler. kendilerini daha açık seçik ifade edebiliyor gibiler ve genellikle, düşüncelerini sonuca ulaştırmak gibi bir tutkuları var. ve -en önemlisi- yüzde doksan olasılıkla bilim adamı olmayan düşünürlerden daha alçakgönüllü oluyorlar.
ayrıca, kadıncağız pencey'yi çok iyi sanıyorsa, bırakın öyle sansın. yüz yaşındaki birine yeni bir şey söylemekten nefret ediyor insan. böyle şeyleri duymak istemiyorlar.
durum umutsuzdu. sileceğim diye bir milyon yıl uğraşsanız, bu dünyadaki tüm "seni ..." yazılarının yarısıyla bile başa çıkamazsınız. olanak yok buna.
sorun da buydu işte. asla güzel ve huzurlu bir yer bulamıyordunuz; çünkü böyle bir yer yoktu. var sanıyordunuz; ama siz oraya varır varmaz, sizin bakmadığınız bir sırada biri gizlice gelip burnunuzun dibinde, "seni ..." diye yazıveriyordu. sanırım, öldüğüm zaman bile, beni bir mezara tıktıklarında başıma diktikleri taşın üstündeki "holden caulfield" ile doğduğum ve öldüğüm tarihlerin hemen altında, "seni ..." yazılmış olacaktır. biliyorum bunu, gerçekten.
sakın kimseye bir şey anlatmayın. herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.