fakir baykurt
yaz gelince kalktım, burdur'daki köyüme gittim. gene her şey yerli yerindeydi. uzun saltanat yıllarının kemirip bitirdiği anadolu; sonradan trablus, balkan ya da yaka paça 1. dünya savaşı, yunan.. daha tarladaki yangının dumanı sönmeden 2. dünya savaşı.. hemen ardından, kimin yararına olduğu hiç anlaşılmayan demokrasi, dış yardımlar, yabancı uzmanlar, yabancı sermaye.. işte ekinler gene bir karış, harmanlar köstebek yığını. bağlar kurumuş. bahçelerin ağacı yozlaşmış. 13 yıldır tamamlanmayan karagent köprüsü, sellerin her bahar alıp götürdüğü biraz taş, biraz kum, birkaç demir, tahta kalıp.. köylünün ya huyunu ya oyunu beğenmeyen yönetim, yeni yeşermeye başlayan yaşama isteğini besleyeceği yerde, aracı, ilacı olmayan bu köylere sivri minareler dikmiş. dine önem veriyor. egemenler böyle istiyor. din ile avutup sömürüsünü rahat sürdürecek.
eskiden kölelere yayık yaydıran barbar dağ avrupalıları, sağa sola bakıp ayranı dökmesinler diye onları kör edermiş. şimdi kendi çocuklarına yabancı dilli kolej, yüksekokul, hatta avrupa'da, amerika'da okuma olanağı bulan yöneticiler, köydeki bebelerin ilkokuldan sonra gideceği okulları hesap dışı tutuyor. ilkokul uyutuyor, ortaokul uyandırmıyor. ne ayırdı var bu insanların kölelerden? ulusun işgücünü, kültürünü besleyecek, toplumun varlığını sürdürecek köy kaynağını kurutuyorlar.
yollarda, sokaklarda görüyorum; her evde kalbur kalbur çoğalan çocuklar büyümek için kapı önlerine bırakılmış. onların üremekten yılmayan çileli ana babaları, doğru dürüst gençliklerini bile yaşamadan yıpranmış ve çökmüş. içlerinde biraz hanya'yı konya'yı anlayanlar, tutunacak dal yokluğundan kıvranıyor.
akşam komşular eve geldi. anamın geniş odasında, çulun üstüne bağdaş kurup oturdular. bir ellerini ağızlarına kapayıp bir ellerini dizlerine koydular. gözleri iyice çukura kaçmıştı. birbirimizi epeydir görmemiştik. acaba haller keyifler nasıldı? eh, iyiler iyi. çok şükür canları sağ. ama ben, ben ne yapıyorum böyle? neden bacaklarımı gerip güne karşı işiyorum? neden beylerle paşalarla uğraşıyorum?
çoğu içinde bulunduğu çukurun ayırdında değildi. toprak damlı yoksul evlerde, kendi yaşadıklarından daha değişik, daha iyi bir yaşayıştan birazcık haberleri varsa bile, pay istekleri yoktu. yüzlerce yıldır sürüp gelen sömürülü düzen, yeni bir hızla uyutmuştu onları.
"ay halam, dünyanın kuyruğu uzun! bak çoluk çocuğun da var! ayağın bir kayarsa sürünürsün! baksana bizim halimize!"
"ay teyzem! bak çoluk çocuğun da küçükmüş daha! dünyanın kuyruğu gerçekten uzun! ayağın bir kayarsa, iyice sürünürsün! dikkatlice baksana bizim halimize!"
"ay dayım! gördüğün eğri, beylerden doğru! vardığın yerin iki gözü körse, sen de birini yumuver!"
"ay emmim! köylünün sahibi yok! köylü kömeli, sırtı yamalı! iyisi mi, elindeki ekmeği yimeye bak, ekmeği!"
daha bissürü uyarma, bissürü frenleme.
dışarda sadece köpekler havlıyordu. bebeler çoktan yatmıştı. işte bunlar da uyukluyor. şimdi ankara'da, şimdi yeryüzünün bütün büyük kentlerinde her yer ışıktı. ışıklar yedi renk üstüne pırıl pırıldı. insanlar yunup yıkanıp ince giysilerle sokağa çıkmışlar. serin gazinolarda buzlu biralarını içerek, büyük salonlarda iyi yetişmiş orkestraları dinleyerek, insanoğlunun eski yeni ürünlerinden birini ya da beyazperdedeki yeni bir siyah beyazı ya da renkliyi seyrederek vakit geçiriyorlar. ne kadar güzel, ne kadar su gibi geçiyor vakit.. uyku onları rahatsız etmiyor. ucuz otobüslerde, güzel arabalarla evlerine dönüp yatmalarına, birbirlerine sarılmalarına vakit var daha. isteseler şafaklar sökenece sevişebilirler. sıcak suları, kokulu sabunları da var.
oturan köylülerime kafamdaki romandan söz açtım. kurduğum bölümleri anlattım. başkentin bozkır köylerini, onların susuz kalmış otlarını, hayvanlarını; halka sırtını dönmüş yönetimle çilesi uzayıp giden insanlarını, kimi zaman ayağa kalkıp benzetmeler yaparak anlattım. emek çekerek kafamdakileri önlerine döktüm.
etkilendiklerini görüyordum. ellerini çenelerinden çektiler. yüzüme ışıyan gözlerle bakıyorlar. ben bitirince komşumuz haçça akdoğan birden ayağa kalktı. uyanık, açıkgöz bir anaydı komşumuz. iki kızını köy enstitüsü'nde okutup öğretmen çıkarmıştı. zorluklara, kahırlara katlanmıştı. öbür komşularımıza kıyasla görmüş geçirmiş bir insandı.
"sivrilt halam kalemini, sivrilt de yaz!" diye bağırdı. "istemeyenlerin ağzına tüküreyim! dünyada insanın sıkıntısı bir çanak bulgurla, bir lokma kuru ekmeğe mi? topal eşeğime yükler, ben iletirim senin çocuklarına! sivrilt kalemini, durmadan yaz!"
uykusu kaçan köylülerim, "yaz halam yaz! yaz dayım yaz! yaz emmim yaz! pazara kadar değil, mezara kadar yaz!" diyerek dağıldılar.
oturup yazdım. kaplumbağalar odur, onlarındır.
acı, buruk bir roman oldu. onu kentlerde, kasabalarda oturup günlük işiyle uğraşan okuryazarlar, yumrukçu ya da nemegerekçi aydınlar okuyacak. belki kapılacaklar, belki sıkılacaklar. ama ben romanımı asıl o akşam anamın geniş odasında bağdaş kurup beni dinleyen komşularımın, dört mevsimi karanlık, bütün ömrü kömür olan köylülerimin okumasını, severse onların sevmesini, ıslıklarsa onların ıslıklamasını isterim. yurdumun bir yazarı olarak beni en çok bu sevindirir.
belki bir gün o da olur. düşünüyorum, mutlaka olur.
gün doğmadan neler, ne tosun kızlar, oğlanlar doğar!