erica jong
rüyada görülen at babanın simgesidir. fırın da anne simgesi. rüyada görülen bok yığını da psikanalistin ta kendisidir aslında. bunun adına da transferans denir.
insan evlendiği erkeği ne kadar severse sevsin, gün gelir, kocasıyla yatmak eritme peynir yemekten fazla bir tat vermez olur. doyurucu; hatta şişmanlatıcıdır; gelgelelim ağzınızı sulandırmaz, yavandır. oysa özlemi çekilen şey, tam kıvamında bir rokfor, az bulunan yumuşacık, yağlı bir keçi peyniridir çokluk.
zeka bölümünüz ister 70 olsun, ister 170, beyniniz yıkanmıştır. davranışlarınız, konuşmanız bir liseli olmadığınızı gösterse bile, bu fark yüzeyde kalır. içten içe, en akıllı kızlar bile, tutkulu bir aşık, insanın soluğunu kesecek bir erkek özlemi, sabun köpükleri, ipekliler, satenler -ve tabi- bol para düşleri içinde yaşarlar.
freud'a bakılırsa, kadın için en önemli olan şey, erkeğin cinsel organının gücüyle boyutlarıdır. büyüklük önemlidir onun kanısına göre. erkeklerin bu hastalıklı saplantısını kadınlara mal etmiştir nedense.
avusturyalı kancık hala söyleniyordu:
- çok üzgünüm; fakat ne yazık ki basını içeri almama izin vermiyorlar.
- yani, siz de emir kulusunuz.
- elbette, bana söyleneni yerine getirmek zorundayım.
- yaa, eichmann da öyle demişti.
- ne dediniz?
birini kandırmak için konuşmaya başladım mı uydurduğum martavallara önce kendim inanırım. sadece kendim inanırım desem de olacak galiba. dolandırıcılık etmeye kalksam hapı yuttum.
mantık, aşk geçip gittikten sonra çalışır.
herkesin düşleri vardır. normal insanlar, düşlerin düş olduğunu bilir. yalnız psikopatlar düşleri gerçekleştirmeye kalkışır.
cinsellik insanın kafasında olan bir şeydir. nabız sayısıyla, salgı bezlerinin çalışmasıyla ilgisi yoktur. o yüzden de cinsiyet konusunda bilgi veren bütün kitapçıklar para tuzağından başka bir şey değildir. insana kafasıyla değil, sadece kalçasıyla sevişmeyi öğretebilir.
dünyadaki insanların yüzde doksan dokuzunun hayaletlerle seviştiğine kalıbımı basarım.
bir gün çocuk yapacak olursam hiç değilse birden fazla doğurmamak akıllılığını göstereceğim. tek çocuğun mutsuz çocuk olduğunu söyleyenler sadece psikologlardır. küçükken bütün istediğim kardeşlerim olmamasıydı.
insanın kendisini üstün görmesi aşağılığının, olağanüstü görmesi en sıradan bir yaratık olduğunun belirtisidir bence.
çıplak grek heykellerine incir yaprağından örtü örten kraliçe viktorya çağı..
insanların çoğu kahramanlık peşinde değildir. dürüstlüğe de pek aldırış etmezler. bunun doğru bir tutum, övünülecek bir tutum olduğunu ileri sürmüyorum. ben de insanların çoğunluğuna benzerim diyorum, o kadar.
üstün insanlar evlilik konusunda, kocaya sadık kalmak konusunda böyle uzun boylu kafa yormaz diye düşündüm. yapılacak iş gönlünün dilediğince yaşamak ve bundan ötürü pişmanlık, suçluluk duygularına kapılmaktan kaçınmaktır. benim suçluluk duygularım adi bir kentsoylu olduğumu gösterir sadece. düşün, taşın, evir çevir, sonunda da sıradan bir insan olduğun kanısına var!
dans etmek sevişmek gibidir. dışarıdan bakan nasıl bulur diye düşünmeyeceksin; içinden geleni yap.
ah, siz erkekler. fareden farkınız yok. bir delik gördünüz mü hemen dalarsınız.
jerzy kosinski: belleğimizde kalan izlenimler kesin gerçekler değildir. herkes hatırladıklarını küçük, bilinçsiz yalanlar, kişiye özgü senaryolarla süsler. yaşantımız bunlarla açıklık kazanır, bunlarla belirlenir. hatırlanan olay, artık kesin bir gerçek değil, belli duygulara uydurulmuş bir yapıdır. ve bu yapılar olmasa, yaşantının aşırı kişiselliğinden ötürü, ne sanatçı eser verebilir, ne halk o eserden anlam çıkarabilir.
sessizlik, öldürücü aletlerin en korkuncudur bence. insanı yerin dibine batırır, suçluluğunun derinliklerine iter boyuna. kafasının içinde, "sen suçlusun" diye bağıran sesleri büsbütün güçlendirir.
ölüm birçok şeyin başlangıcı olabilir bazen.
yazarken büyük bir zeka gösterenler konuşurken geri zekalı oluveriyordu. karamsar şiirlerle ün yapan ozanlar sıcakkanlı, güler yüzlü kimselerdi çokluk. eserlerinde en büyük inceliği gösteren yazarlar kaba saba insanlardı. yazılarında insancıl ve açıkyürekli görünenler de kıskanç ve pinti..
alexandre dumas: evlilik boyunduruğu öyle ağırdır ki en az iki -bazen de üç- kişi gerekir bu yükü taşımak için.
insan kurallara böylesine sıkı sıkıya bağlı kalırsa her düşünce sistemi bir deli gömleği haline gelir. sistemleşmeye inanmıyorum ben. insani olan her şey kusurlu, her şey gülünçtür son hesaplaşmada. neye inanıyorum peki? gülebilmek gerektiğine. düşünce sistemleriyle de, insanlarla da, hatta insanın kendisiyle bile alay edebilmesi gerektiğine inanıyorum. yaşamımızı çok yanlı görmek istiyorum: değişken, gülünç, acıklı, bazen de inanılmaz bir güzellikte. meyveli kek gibi olmalı insanın yaşantısı: içinde tatlı üzümler de bulunmalı, çürük fındıklar da. istekle yenmeli. üzümlerin arasında mide bozucu fındıklar bulunduğu bilinse bile oburca yenmeli.
her şeyden suçluluk duyuyorum. kadına suçluluk duygusu aşılayabildiğin sürece dayak atmanın hiç gereği yoktur. kadın erkek savaşının ilk kuralıdır bu bence. her kadın kendisinin baş düşmanıdır. en iyi işkence aracı da suçluluk duygusu.
insan istese de, istemese de, hep çocukluğunu yineler.
herhangi bir dahinin doğduğu, öldüğü, yaşadığı, çalıştığı, yiyip içip çiftleştiği herhangi bir yer kutsaldır benim için. delphi ya da parthenon tapınağı kadar kutsal. hatta daha da kutsal. çünkü günlük yaşamda karşılaştığımız mucizeler tapınaklarda görülenlerden çok daha ilginçtir. beethoven'ın külüstür bir evde yaşarken ölmez eserler verebilmesi.. gerçek mucize odur bence. beethoven'ın her gün kullandığı pespaye eşyalara hayranlıkla bakmıştım. ne kadar pespaye olursa benim için o kadar iyiydi: kararmış bir tuzluk, ucuza alınmış bir saat, yıpranmış bir hesap defteri. günlük yaşamında böylesine sıradan bir insan olması içimi rahatlatmış, bana umut vermişti.
buluğ çağını, halil cibran'la hermann hesse'yi arkada bıraktıktan sonra tutarlılık peşinde koşmak gereksizdir. ne yazık ki çoğumuz bunu anlayamadık. yaşamımızdaki tutarsızlıkları gideremediğimiz için bütün düzenimizi altüst etmeye kalkışırız bazen.
dahilerin çoğu insanları iyi yargılayamazlar zaten. rüyaların simgelerini açıklayabilen freud her dolandırıcıya yem olabilirmiş. psikanaliz kavramını ortaya atar, sonra da kendisini en kolayca kazıklayacak insanlara güvenirmiş. çenesini tutmasını da bilmezmiş üstelik. kendisine, kimseye açıklanmaması şartıyla anlatılan şeyleri, başkalarına söylermiş çok zaman.
sanatçılar genellikle güçsüz, bağımsızlıktan hoşlanan, çocuksu, az gelişmiş, mazoşist, narsist, insan değerlendirmek yeteneğinden yoksun, ödip kompleksleri içinde bocalayan yaratıklardır. çocukluk dönemlerinde çok duygusaldırlar; normal çocuklardan çok daha fazla korunma ve sevilme isteği gösterirler. anne bu istekleri karşılamak için elinden geleni yapsa bile, geleceğin sanatçısını asla (asla!) hoşnut edemez. erişkin sanatçı artık yapıtlarında canlandıracaktır o ideal anneyi. ideal anne bazen canavar görünümünde de çıkar karşımıza. annenin yüceltilmesi, kötülenmesiyle aynı anlamı taşır: sanatçı geçmişin etkisinden kendini kurtaramamıştır.
sanatçının ün peşinde koşması da çocukluğunda eksikliğini duyduğu sevgiyi araması demektir. ancak ün kazanmak da sorunu çözümlemeyecektir. çünkü halkın sevgisi hiçbir zaman anne sevgisinin yerini tutamaz. ünlü sanatçılar da düş kırıklığı içinde yaşar bu yüzden. sanatçıların çoğu içkiye, esrara, homoseksüel ve heteroseksüel ilişkilerde aşırılığa, bazen de din tutkusuna kapılacaktır bu yüzden. gelgelelim bu kaçışlar da sonuç vermez. en son olarak intihar düşünülür. intihar meseleyi kökünden çözer bir bakıma.
insan ruhu çekilen acılardan oluşmuştur.
acısı dinerse ruh ölür.
sanatçılar çoğu zaman uygunsuz kişilere tutulur, bu kişileri yüceltmek eğiliminde olurlar. başkalarının gözünde sıradan bir insan sayılan sevgili, sanatçı için hem anne, hem baba, hem tanrı, hem esin perisidir. kusursuzluk örneğidir kısacası.
dante'yle beatrice. scott fitzgerald'la zelda. humbert ve lolita. simone de beauvoir'la sartre. yeats ve maud gonne. shakespeare ve kara leydi. ginsberg'le peter orlovsky. sylvia plath ve ölüm meleği. keats'le fanny brawne. d.h. lawrence'la frieda. eschenbach ve tadzio. lord byron ve üvey kardeşi augusta. schumann'la karısı clara. chopin ve george sand. borges ve annesi. adrian ve ben?
henry miller: hiç kimse gerçekleri dosdoğru açıklayamaz. kendi özgeçmişini yazan insan bile arada bir yalana sapar.
yaşamın belli bir düzeni, belli bir kurgusu yoktur. kelimelerle anlatılamaz her şey. dilin kendine özgü bir düzeni olduğundan, anlattıklarınız ister istemez o düzene uyar. oysa yaşam düzensizdir. ve kelimelerle anlatabileceğinizden çok daha ilginç. bu düzensizliğe, bu anarşiye saygı duyan yazarlar bile, olayları kağıda döktükleri zaman, her şeyi olduğundan daha düzenli bir biçimde anlatmış, gerçekleri tam yansıtamamışlardır. insanları da tam olarak betimleyemeyiz. çünkü yaşayan insan kitap kişisinden çok daha ilginçtir.
bütün olağanüstü insanlara deli damgası vurulmuştur. isa yeniden dünyaya gelecek olsa tımarhaneyi boylaması işten bile değildir.
bütün doğal afetler insana rahatlık verir sonunda. güçsüzlüğümüzü anlarız. ve ne tuhaftır ki güçsüzlüğün bilincine varmak yatıştırıcı bir etki yapar insanda.
insanlar ikiye ayrılır: düzenbazlar ve ahlaksızlar.
kısa bir süre sonra pia'dan ayrıldım. ben beyrut'a, randy'yi görmeye gittim. o ispanya'ya geçti. diyaframı olmadığından bütün yaz sapık ilişkilerle yetinmek zorunda kalmış. insana gülünç gelebilir; ama bu durumdan hiç de utanç duymamış. ne de olsa 1950 yılalrında yetişmiş, kızlığımızı bozdurmadan sevişmeye çoktan alışmıştık biz.
genç kızlık yıllarını, aynanın karşısına geçip geriye doğru eğilmeye, cinsel organını incelemeye çalışarak geçirir insan. birtakım kıvırcık tüylerle morumsu etlerden başka bir şey de göremez. en önemli bölgeler gözden uzaktır. keşfedilmemiş bir kanal, bir yeralrı mağarası.
lasciate ogni speranza: dante'nin ilahi komedisinde, cehennemin kapısında yazılı olan söz: giren, umudu kesmelidir. [ey bu kapıdan girenler! bırakınız her türlü ümidi.]
sallanan uçaklarda ateist kalmaz.
doğu'yla batı burada birleşmiş denebilir. ne var ki bu birleşmeden doğan şey kusursuz bir ortak yapım değil; sadece bir yozlaşma, bir çöküntü.
aşkım, çiçek açan bir buğday başağıdır
gözleri, iki sarı topaz gibi parıldar uzakta
beyrut'ta trafik kuralı yoktur, küfür vardır.
varoluşçuluğun aksayan yanını buldum. insan ne yaparsa yapsın geleceği düşünmeden edemiyor. her hareketimiz belli sonuçlar doğuruyor.
aşk istiyorsun, yakınlık istiyorsun, duyarlıklı insanlar istiyorsun, yaşamda yoğunluk istiyorsun.. sonunda nerede karar kılıyorsun? acı çekmekte! neyse ki acıların yoğun hiç değilse.. hasta, hastalığını seviyor. iyileşmek istemiyor aslında.
annemin evine dönsem çok ağır bir duygusal ücret ödemem gerekir. üstelik kardeşlerim de günahlarımın cezasını çektiğimi söyleyeceklerdir. arkadaşlarım, bana acır görünüp, gizliden gizliye alay edeceklerdir arkamdan: isadora'nın da burnu sürtüldü iyice!
yaşantı uzun bir hastalığa dönmüşse eğer, tek kurtuluş yolu ölümdür.
her şeyi aynı ilgisizlikle karşılarsan hiçbir şeyin anlamı kalmaz. seninki varoluşçuluk değil duygusuzluk.
edna o'brien: oy hakkını elde etmekte ne çıkar, diye düşünmüştüm. kadınların basbayağı silahlanması gerekir.
kendimi aldatmanın yararı yok. ben varoluşçuluktan falan anlamıyorum. olayları kağıt üstüne dökmedikçe yaşantımın gerçek olduğuna bile inanamam.
yitirecek bir şeyi kalmayan insan gerçekten özgürdür.
süperego denen nesne alkolde erir.
tek gerçek varoluşçu üzüm suyudur.
kimsenin çocuğu değilim artık. özgür bir kadınım. zincirlerimi kopardım. özgürlüğün böylesine korkunç olabileceğini hiç bilmezdim. derin bir uçurumdan aşağı düşen, yere varmadan uçmayı öğrenebileceğini uman bir insana benzettim kendimi.
mağara adamı çağında, erkeğin, bütün ömrünü avlanmak ve dövüşmekle, kadının da gebe kalmak, doğururken ölmek korkusuyla geçirdiği zamanlarda karıyı saçından sürüyüp götürmek gerekirmiş. erkek, yüzyıllarca kadının isteksizliğinden, soğukluğundan yakınmış, coşkulu kadın ararmış hep. atak kadın ararmış. eh, son yıllarda kadının ataklığı, coşkunluğu epey arttı. sonuç? gözükara kadının karşısında erkek pörsüyüp kaldı. onulmaz bir dert bu.
benim tutkumun büyüklüğü onunkini yok etti. ben üstüne düştükçe o kaçtı. her şey bu kadar basit mi peki? annemin yıllarca önce söylediğine mi geleceğiz? "erkekler kolay elde edilen kadınlara değer vermezler." deyip çıkacak mıyız işin içinden? gerçekten de bana en çok bağlanan erkekler en az önemsediklerimdi. peki ama, bunun ne tadı var? eros'la philos, kısa bir süre için de olsa, bir araya gelemezler mi hiç? bu istek ve ilgisizlik, yarar ve zarar çarkını durdurmanın yolu yok mu?
ağlamanın, belki de bebeklikten kalan, tuhaf bir özelliği var. yakınlarda bizi dinleyen (ya da dinleyeceğini umduğumuz) biri bulunmazsa, şöyle rahatça, höyküre höyküre ağlamak kolay değildir. tam bir umutsuzlukla gözyaşı dökmek, kendini kapıp koyvermek elden gelmez. gözyaşı selinde boğulacağımızdan, kimsenin gelip bizi kurtaramayacağından korkarız belki. belki de konuşma gibi, ağlamak da bir haberleşme aracıdır; dinleyici bulunmazsa anlamı kalmaz.
insanın kendi düşüncelerinden kurtulmasının hiç yolu yok mudur?
yirmi yaşında olsam isterdim. otuza gelince ülkü uğruna ölmeye yanaşmıyor insan. şiir uğruna ölmek de biraz saçma olur sanırım. genç yaşta can verdiği için keats'e hayrandım eskiden. şimdiyse ileri yaşta ölmenin daha büyük bir yiğitlik olduğunu düşünüyorum.
ilk adım yalnızlığa alışmaktır.
evrendeki tek büyük gerçek acı çekmektir.
kendi hayal gücümün çarmıhına gerilmişim. hayal gücüm, insanlığın geçmişi kadar korkulu.
keşke scarlett o'hara gibi sorunlarımın çözümlenmesini hep bir sonraki güne erteleyebilsem ben de.
doris lessing: bence, güç olan, zararlı olan, insanın istediğini elde edememesi değildir. isteklerini yerine getiremeyen insan belki acı çeker; ama eline geçenle yetinen zehirlenir. ikinci kaliteyi birinci kalite gibi görmektir en kötüsü. sevgi ararken yalnızlığı yeğ tutar gibi daha iyisini yapabileceğini bildiğin halde ortaya koyduğun eseri beğenir gibi görünmek.
bana eziyet edilse bile dayanmaya çalışır, insanlarla aramdaki bağı koparmaya yanaşmazdım çok zaman. herkese son bir fırsat tanımak isterdim. belki de korkaklıktan ileri geliyordu böyle davranmam. ilişkiye son vereceğime oturup kağıda döküyordum öfkemi.
büyük acı ve büyük haz anlarında, gövde sınırlarının yok olduğunu okumuştum psikolojik bir yazıda. o duyguyu iyi bilirim ben, panipe kapıldığım gecelerin belirgin bir özelliğidir. bacağım kırıldığı zaman da gövdemin sınırları silinip gitmişti. garip bir çelişki aslında: çok büyük haz ya da çok büyük acı duyan insan, bedeninden kopup gittiği izlenimine kapılıyor.
bir bakıma her şiir, insanın bedeninin sınırlarını genişletmek için giriştiği bir çabadır.
ikinci bir açıklaması da vardı bu gebelik korkusunun: kadın, ilkel kavimlerde olduğu gibi, gövdesindeki bütün delikleri bir tutarmış. yediklerinin, bağırsaklarında çoğalacağını, bedeninin ürün vereceğini sanırmış bilinçaltında.
bayan x. haftalardır 600 kalorilik bir rejim uyguladığı halde bir türlü zayıflayamıyormuş. doktoru, kadının kaçamak yaptığını düşünerek, yediği her şeyi bir yana not etmesini istemiş. bakmışlar ki kadın verilen rejime aykırı düşecek bir şey yemiyor. "her lokmanızı, içtiğiniz her yudumu burada belirttiğinizden emin misiniz?" demiş doktor. "yudum mu?" diye sormuş kadın. "elbette" demiş doktor sertçe. zavallı hasta şaşıp kalmış: "ay, onun da kalorisi mi varmış?"
insan kendi ruhuna sahip olmak istediğinden ötürü özür dilemek gereğini duymamalıdır. herkes kendine sadık kalmalıdır. kişiliğimizden başka neyimiz var bu dünyada? her şey bitip tükendiği anda kişiliğiyle baş başa kalır insan.
evliliğin tehlikesi hep bir ikili çılgınlık oluşu. kendi deliliğinin nerede bittiğini, eşinin çılgınlıklarının nerede başladığını kestiremez olur kişi. ya yeterinden az, ya yeterinden fazla suçlar kendini. üstelik bağımlılığı sevgiyle karıştırma eğilimini gösterir.
bir umutsuzluk anında kolayca kendini öldürebilir insan. acınacak kurban rolünü benimsemek kolaydır. güç olan sabretmeyi bilmektir. yaşama göğüs germek. eli kolu bağlı oturmak.
d.h. lawrence: kadınların en büyük yanlışı, kendilerini erkeğin gözüyle görmeleri, o görüntüye uyma çabasını sürdürmeleridir.
başka yazarların acı çekmesi ya avangard ya epik ya kozmik bir konudur. ben acı çekerken sadece komik oluyorum.
insan güç durumda kalınca her şeye uymayı öğrenir.
ne gülünç durumlara düşürür gövdemiz bizi!
sokağa varınca "şükür ki hava açık" diye düşündüm. eski putperestlerden olduğumdan bu küçük nimetler için tanrılara teşekkür etmek gerektiğini bilirim.
oturup bir sütlü kahveyle çörek söyledim. saat bire geliyordu. bir dinginlik, bir rahatlık çökmüştü üstüme. mutluluğumuz ne kadar küçük şeylere bağlıdır aslında: öğle tatili yapmayan bir eczane, çalınmayan bir bavul, bir fincan sütlü kahve. yaşamın tadına vardığımı sezdim birden.kahvenin enfes tadı, yüzüme vuran güneş, gözlenmeyi, beğenilmeyi umarcasına köşelerde dikilip duran insanlar. her şey kusursuz.
kimse kimseyi bütünleyemez. insan kendini bütünleyebilir ancak. onu yapacak gücü yoksa, sevgi arama çabasıyla kendini tüketir. tükenişin de aşk olduğuna inanmaya çalışır sonunda.
ne yazık ki her zaman öyle olur. ezilen yürek en hafif bir dokunuşta acıyla bağırırken, zamanla morarır, sararır, çürüyen yer belli bile olmaz, acısı kalmaz. unutulur. kalbi olduğunu bile unutur insan. bir sonraki sevgiye kadar. bu kez de "bu bambaşka bir aşk, bu hepsinden güçlü" diye düşünürüz. gerçek olan şudur ki eskiler unutulduğu için her sevgi bir öncekinden güçlü sanılır.
insan dilsiz karı alırsa aydın kişi olması çok kolaylaşır.
d.h. lawrence: yazarın öğretici bildirilerine değil, kaderin karanlık ormanlarında dolaşan roman kişilerinin seslenişine, boğuk iniltilerine kulak verin.
on dokuzuncu yüzyıl romanlarında barışılır. yirminci yüzyıl romanlarında boşanılır.
"yaşamın belli bir konusu yoktur." diye hikmet yumurtlamaktan hoşlanırdım eskiden. gerçekten de, yaşadığımız sürece hep değişebilir konu.
ne olursa olsun dayanabileceğimi biliyordum artık. hepsinden önemlisi, çalışmamı sürdüreceğim. yaşamak, durmaksızın yenilenmek demektir. kolay değildir; acı çekmeden yaşayamaz insan. acıdan kurtulmanın tek yolu ölümü seçmektir.