lenin: en iyi okuldur yenilgi yılları.
albert camus: tek başına mutlu olmakta utanılacak bir yan vardır.
paul valery: işinde iyi, düşünüşünde kötü bir adamdan daha tehlikeli bir şey yoktur.
djuna barnes: artık şundan eminim: insanın geçmişi ya da geleceği görebilmesi için biraz deli, yaşamı anlayabilmesi için yaşamın biraz dışında olması gerek.
francis bacon: karanlıkta bütün renkler aynı görünür.
tolstoy: bekarlıkla vedalaşmak geleneği boşuna değildir. ne denli mutlu olursa olsun, özgürlüğünü yitirmek acı gelir insana.
john steinbeck: kavga kadar insanları birbirine yakınlaştıran bir şey yoktur.
solon: talih ne kadar güler yüz gösterirse göstersin, ömürlerinin son günü geçmeden insanlar mutlu saymamalı kendilerini; çünkü insan hayatı kararsız, değişkendir; ufacık bir eylem yüzünden bir halden bambaşka bir hale geçiverir.
carl gustav jung: tımarhanelerdeki her bir hastaya karşı dışarda on deli dolaşır.
apostolos doxiadis: saman alevi gibi birden parlayıp sonra sönüvermek, vaktinden önce yetişen az sayıda dehanın ortak kaderidir.
sevgi soysal: erkekler, aptal kadın seyircilerin bolluğu yüzünden pek gelişemezler.
mithat cemal kuntay: güzel düşünülmüş yalana, üstü başı temiz rezalete insanlar muhtaçtır; içtimai silah olan iftirayı, teselli olan dedikoduyu, kazanılmamış parayı kaldır, bütün müesseseler yıkılır.
29.06.2012
27.06.2012
hatırlamak
tarık buğra
eski çağların ormanlarında, çok eski bahçelerde
unutulmuş kuşlar vardır, ben bilirim
yaklaşırlar bana, yalnız bana, allı pullu kanatlarla
yalnız benim duyduğum masallarla, ninniler, ağıtlarla
boştur ama, boş; bittiği yerden başlar
daha da dikleşerek yokuşlar
tanrı üfleyivermiş gibi söner de güneş
erir gider avcuma kondu konacak kuşlar
ve ben taş duvarlara, demir kapılara çarpar parçalarım bardakları
sanki eskiten, eciş bücüş eden
ben değilmişim gibi, çılgın naralarla karşıladığım
o mutlulukları, anları, elleri, dudakları
hatırlar, hatırlar, hatırlarım gene de
mıhlanıp kaldığım bu yoksul pencerede
başım döner, çıldırırım sonra da
hatırlamakla yeniden bulmanın
o kıl kadar, o aşılmaz uçurumu önünde
ve ben yeniden yur yıkar, sarar sarmalarım da
maviden, yeşilden kefenlere bebeklerimi
bitkin, terli, soluk soluğa ve üzgün, çok çok üzgün
yeni doğuşlar beklerim -terim daha soğumadan beklerim-
korku, dua, diş gıcırtısı- karmakarışık
mıhlanıp kaldığım bu yoksul, bu kör pencerede
tanrı küsmüş gibi -bilirim- bitecekti de ışık
eriyip gidecekti gümüş pullu uçuşlar
yumuşak, dost ve serin sokuluşlar
avcuma kondu konacak sandığım kuşlar
kuruntular kitabı
pablo neruda
yaşamak
bir yalnızlığı öbürüne varmak için
çoğul duymak kendini
ve yeniden doğmak bir başına
sürdürmek uğruna hayatımızı
bu kadar sıradan olmasaydık
yaşayamam yine de
fışkırıp durmazsa içimde ekinler
filizler ilkin, toprağı delip geçen
varmak için ışığa
ama karanlıktır toprak ana
karanlıktır benim derinlerim
sularda bir kuyu gibiyim ben
ardında yıldızlar bıraktığı gecenin
ve kırlarda yapayalnız sürüp gittiği
döndüm eve daha yaşlanmış
dünyayı kat ettikten sonra
sonunda düşeriz zamanda, bitmiş
alır bizi zaman, hepsi bu, biz ölüleri
sürüklenip gideriz varlıksız, gölgesiz
tozsuz, kelimelersiz, kalan kalır
ve artık yaşamayacağımız şehirde
bomboş kalır her şey, giysilerimiz, gururumuz
herkes bir şey satmak derdinde
kimse sormadı kimsin diye
artık bir şey sormuyorum kimseye
ne zaman ki başladı işkenceye
korları gizemli aşkın
ne zaman ki acı çektim
uykudayken, uyanıkken
aşktan ve acımadan
kesildi dostlar kervanı
çekip gittiler develeriyle
kendine kanlı canlı bir kız bul
ve bu saçmalıklardan kurtul
o kadar az biliyoruz ki
o kadar çok sanıyoruz ki
öyle yavaş öğreniyoruz ki
sorular sorup ölüyoruz
daha geniş bir uzay yok bu acıdan
hiçbir evren yok bunun gibi kanayan
sokağın ortasında uyandım
uzak güneyden kuşlar geliyordu
rüzgarda sesler çıkararak
gün boyu, sıra sıra
tüylerden bir donanma
yüreği çarpan
bir gök gemisi
geçip gitti
minicik sonsuzluğundan
pencerenin, arayıp sorduğum
çalıştığım, gözleyip beklediğim
çok ölümden doğdum
çok keder ısırdı beni
bir mutluluğu
öbürüyle değiştim
ama derinlerde, içimde
o yitik göldeki gibi
bir kuşun hayali yaşar
unutulmaz bir meleğin
gün ışığını dönüştüren
gözalıcı varlığıyla
gülden devinimiyle
küçük bir sarı tanrı
geçti kavaklar arasından
geçti rüzgar gibi hızlı
yüksekte bir ürperti bırakarak
saf taştan bir flüt
dikey sudan bir iplik
ilkbaharın kemanı
rüzgarda bir tüy gibi
geçti, küçük yaratık
günün nabzı, toz, polen
belki hiçbir şey; ama titreyip durdu
ışık, gün, altın
ölür bitki, gömülür yeniden
toprağa döner insanın ayakları
yalnızca kanatlar kaçar ölümden
geçmiş yaşamların
ve geçmiş zaman keşiflerinin akışında
kötü havaların bir yaratığıydım
bir ceset olarak kaldım şehirde
alışamam duvardaki nişe
fundalığı isterim ben, şaşkın
güvercinleri, balçığı, sayıklayışını
muhabbetkuşlarından bir dalın
amansız yüksekliklerin tutsağı
akbabanın hapishanesini
çantaçiçekleriyle süslü
sarp geçitlerin en eski çamurunu
ben, halkın şairi
bir taşralı, kuşbaz
koşturdum dünyada yaşamı arayarak
kuş kuş tanıdım toprağı
keşfettim ateşin uçtuğu yeri
enerji kaybını
ve ödüllendirildi benim yansızlığım
kimse bir şey ödemediyse de bunun için
çünkü ruhuma bastım o kanatları
ve kıpırtısızlık hiç tutunamadı bende
25.06.2012
şehir mektupları
ahmet rasim
talebenin biri sorar: "hoca efendi, boğulanlar niye denizin üzerine çıkıyorlar?" hoca, bunun hikmetini birdenbire akıl edemez. fakat o zeki öğrenciye inandırıcı bir cevap vermek zorunda bulunduğu için der ki: "çocuklar görsünler de ibret alsınlar diye."
korkumdan matbaaya gidemiyorum. birkaç gün süren hastalığımdan ötürü müdüre bir dilekçe yolladım. okur okumaz öfkeden ateş kesilmiş ve hemen yerinden kalkarak: "bundan büyük kabahat olamaz. hasta olan mutlaka bir yaramazlık etmiştir. insan durup dururken keyifsizlenmez." demiş. karşısındaki: "efendim, soğuk almış, ne yapsın?" deyince daha da çok kızarak: "pencereleri kapayıp yatsaydı. hele o matbaaya gelsin de görür." diye cevap vermiş.
insan gariptir. hissine en çok tesir eden şeyleri beyninde tekrar eder.
malûm ya, aşk ve muhabbet su götürür şeylerden değildir. insan bir kere fitili aldı mı, idare kandili gibi, sabahlara kadar yanar tutuşur. herkesin sevdası da bir olmaz. kimisi, içinden yanar da belli etmez. yalnız, aşk can yakıcı alevini sevgiliye "ah!" şeklinde gösterir.
yahut gözlerimle görüp neşelendiğim şöyle bir mektup ile anlatmaya çalışır:
"sevgili cânânım! beni sönmez ateşlere yakan baştan çıkarıcı gözlerini görmeyeli, kalbim cehennem alevleriyle harap oldu. yanıyorum. o günden beri yanıyorum. hatırında mı? o gece ben sana kömürlükte ilânıaşk ederken, bekçi "yangın vaaar!" diye bağırmıştı da, sen "acaba nerede?" diye kulak verir vermez, ellerini aşkınla bin parça olmuş sineme götürerek yavaşça; "burada!" demiş idim. işte, gönül evimde o gece başlayan ateş henüz sönmedi ve sönmeyecek de. bu nâr ile ben kabre girersem bilirim ki dûzah tutuşur şûle-i âh-ı elemimden."
aşçıbaşı, memleketten henüz gelmiş olan amcasının oğlunu alarak civardaki kıra güneşlenmeye çıkmış. şöyle böyle gezinirlerken, çocuk tepeli birkaç kuş görmüş. sevmiş, şaşalamış, sormuş: "bunlar nedir?" aşçı dikkat etmiş. fakat dikkatten ne çıkar? o da ömrü boyunca böyle bir kuş görmemiş. düşünmüş, düşünmüş, demiş ki: "bunlar onlardır!" çocuk aldığı cevaptan hoşlanarak işi uzatmış. yine sormuş: "ya başlarındaki ibibikler ne olacak?" aşçıbaşı hazır cevaplığa alıştığı için birdenbire demiş ki: "bunlar onsuz olmaz!"
"ey sevgili, ey her hareketi övülmeye değer olan dilber, ey cilvesiyle eşi benzeri olmayan! nazlı bakışlarınız bu bahtsız, bu perişan âşığınızı deli ediyor. yemin ederim ki sizi seviyorum. sizden merhamet dileyen bir kulunuzum. yüzünüzün güzelliğini seyredebilmek şerefine nail olduğum zaman kalbim ölüm derecesinde çarpıyor. kapınızda köle, kul olayım. iltifatınız hayat verecektir. cevabınızı bekliyorum, ruhum, meleğim."
fikir ve hayal kuşları daima vahşidir. ufak bir itiraz taşı onu bir hayli zaman yuvasından mahrum bırakır.
avcıların av hakkındaki fikirleri de türlü türlüdür. bunların fakir olanlarından birine düşüncesini sordum: "beş, on para çıkarırım." dedi. zenginine sordum: "eğlencedir." diye cevap verdi. öbürü: "en iyi jimnastik sayılır." yine bir başkası: "bostan patlıcanı ile iyi kaçıyor." öteki: "işim yok, gücüm yok, işte bir merak." daha öteki: "tabip, 'çok gezmelisin' dedi de, işi bu yola döktük." mühim bir zat: "vücuduma o kadar iyi geliyor ki tarif edemem. gezindikçe karnım iniyor." beyitler düzmekle uğraşan bir genç: "avcılık dediğin, güzel kafiye aramaktan başka bir şey değildir." bir tabip: "av, zihni bir noktaya saplamadığı için bir nevi manevî istirahatı davet eder." hoca: "mübahtır, onun için herkesin hakkı vardır." esnaftan biri: "kasaba olan minnet azalır." bir yazar: "gazeteye sermaye çıkıyor." dediler.
talebenin biri sorar: "hoca efendi, boğulanlar niye denizin üzerine çıkıyorlar?" hoca, bunun hikmetini birdenbire akıl edemez. fakat o zeki öğrenciye inandırıcı bir cevap vermek zorunda bulunduğu için der ki: "çocuklar görsünler de ibret alsınlar diye."
korkumdan matbaaya gidemiyorum. birkaç gün süren hastalığımdan ötürü müdüre bir dilekçe yolladım. okur okumaz öfkeden ateş kesilmiş ve hemen yerinden kalkarak: "bundan büyük kabahat olamaz. hasta olan mutlaka bir yaramazlık etmiştir. insan durup dururken keyifsizlenmez." demiş. karşısındaki: "efendim, soğuk almış, ne yapsın?" deyince daha da çok kızarak: "pencereleri kapayıp yatsaydı. hele o matbaaya gelsin de görür." diye cevap vermiş.
insan gariptir. hissine en çok tesir eden şeyleri beyninde tekrar eder.
malûm ya, aşk ve muhabbet su götürür şeylerden değildir. insan bir kere fitili aldı mı, idare kandili gibi, sabahlara kadar yanar tutuşur. herkesin sevdası da bir olmaz. kimisi, içinden yanar da belli etmez. yalnız, aşk can yakıcı alevini sevgiliye "ah!" şeklinde gösterir.
yahut gözlerimle görüp neşelendiğim şöyle bir mektup ile anlatmaya çalışır:
"sevgili cânânım! beni sönmez ateşlere yakan baştan çıkarıcı gözlerini görmeyeli, kalbim cehennem alevleriyle harap oldu. yanıyorum. o günden beri yanıyorum. hatırında mı? o gece ben sana kömürlükte ilânıaşk ederken, bekçi "yangın vaaar!" diye bağırmıştı da, sen "acaba nerede?" diye kulak verir vermez, ellerini aşkınla bin parça olmuş sineme götürerek yavaşça; "burada!" demiş idim. işte, gönül evimde o gece başlayan ateş henüz sönmedi ve sönmeyecek de. bu nâr ile ben kabre girersem bilirim ki dûzah tutuşur şûle-i âh-ı elemimden."
aşçıbaşı, memleketten henüz gelmiş olan amcasının oğlunu alarak civardaki kıra güneşlenmeye çıkmış. şöyle böyle gezinirlerken, çocuk tepeli birkaç kuş görmüş. sevmiş, şaşalamış, sormuş: "bunlar nedir?" aşçı dikkat etmiş. fakat dikkatten ne çıkar? o da ömrü boyunca böyle bir kuş görmemiş. düşünmüş, düşünmüş, demiş ki: "bunlar onlardır!" çocuk aldığı cevaptan hoşlanarak işi uzatmış. yine sormuş: "ya başlarındaki ibibikler ne olacak?" aşçıbaşı hazır cevaplığa alıştığı için birdenbire demiş ki: "bunlar onsuz olmaz!"
"ey sevgili, ey her hareketi övülmeye değer olan dilber, ey cilvesiyle eşi benzeri olmayan! nazlı bakışlarınız bu bahtsız, bu perişan âşığınızı deli ediyor. yemin ederim ki sizi seviyorum. sizden merhamet dileyen bir kulunuzum. yüzünüzün güzelliğini seyredebilmek şerefine nail olduğum zaman kalbim ölüm derecesinde çarpıyor. kapınızda köle, kul olayım. iltifatınız hayat verecektir. cevabınızı bekliyorum, ruhum, meleğim."
fikir ve hayal kuşları daima vahşidir. ufak bir itiraz taşı onu bir hayli zaman yuvasından mahrum bırakır.
avcıların av hakkındaki fikirleri de türlü türlüdür. bunların fakir olanlarından birine düşüncesini sordum: "beş, on para çıkarırım." dedi. zenginine sordum: "eğlencedir." diye cevap verdi. öbürü: "en iyi jimnastik sayılır." yine bir başkası: "bostan patlıcanı ile iyi kaçıyor." öteki: "işim yok, gücüm yok, işte bir merak." daha öteki: "tabip, 'çok gezmelisin' dedi de, işi bu yola döktük." mühim bir zat: "vücuduma o kadar iyi geliyor ki tarif edemem. gezindikçe karnım iniyor." beyitler düzmekle uğraşan bir genç: "avcılık dediğin, güzel kafiye aramaktan başka bir şey değildir." bir tabip: "av, zihni bir noktaya saplamadığı için bir nevi manevî istirahatı davet eder." hoca: "mübahtır, onun için herkesin hakkı vardır." esnaftan biri: "kasaba olan minnet azalır." bir yazar: "gazeteye sermaye çıkıyor." dediler.
güzelliğin türküsü
halil cibran
sadece kovalandığında hızlı koşabilirsin.
eğer sırrını rüzgara açarsan, sırrını ağaçlara söyledi diye rüzgarı suçlayamazsın.
sarhoş bir adam gördüğünde, "belki bu adam sarhoşluktan daha kötü bir şeyden kurtulmak için içiyordur." de.
birlikte güldüğün birini unutabilirsin ama birlikte ağladığını asla!
güzelliğin türküleriyse eğer söylediğin, çölün ortasında bile olsan seni dinleyen birilerini bulursun.
kurbağaların sesi, sığırlarınkinden daha yüksek olabilir. fakat kurbağalarla ne tarlayı sürebilirsin, ne üzüm sıkma cenderesini döndürebilirsin ne de derilerinden ayakkabı yapabilirsin.
sadece kovalandığında hızlı koşabilirsin.
eğer sırrını rüzgara açarsan, sırrını ağaçlara söyledi diye rüzgarı suçlayamazsın.
sarhoş bir adam gördüğünde, "belki bu adam sarhoşluktan daha kötü bir şeyden kurtulmak için içiyordur." de.
birlikte güldüğün birini unutabilirsin ama birlikte ağladığını asla!
güzelliğin türküleriyse eğer söylediğin, çölün ortasında bile olsan seni dinleyen birilerini bulursun.
kurbağaların sesi, sığırlarınkinden daha yüksek olabilir. fakat kurbağalarla ne tarlayı sürebilirsin, ne üzüm sıkma cenderesini döndürebilirsin ne de derilerinden ayakkabı yapabilirsin.
juan de zumarraga
alberto manguel
peder juan de zumarraga, 1468'de ispanya'nın durango şehrinde doğmuş, bask ülkesinde aranzazu fransisken manastırında okumuştu. engizisyon'un en kutsal dairesi'ne getirilince imparator v. charles'tan aldığı ilk engizisyon görevi, ispanya'nın kuzeyindeki "biscay cadıları"nı ele geçirmek olmuştu. zumarraga gösterdiği başarıyla kendini öyle bir kanıtladı ki çok geçmeden seçilmiş piskopos olarak meksika genel valiliği'ne getirildi.
zumarraga 1536'dan 1543'e dek yedi yıl boyunca meksika engizisyon mahkemesi'nin başkanlığını yürütmüş, bu sürede dinin acemisi yerliler için bir ilmihal kitabıyla misyonerlerin yararlanması için hristiyan öğretisinin kısa elkitabını yazarak kutsal kitap'ın birçok yerli diline çevrilmesini gözetip denetlemiş; ayrıca tlatelolco'da soylu yerlilerin oğullarına "iyi hristiyanlar" olabilmeleri için latince, felsefe, retorik ve mantık öğretilen colegio de santa cruz'u kurmuştu. ne var ki zumarraga'nın adı meksika tarihini derinden etkileyen iki karşıt olayla ilişkilidir: yeni dünya'da ilk matbaa makinesini kurmaktan ve aztek imparatorluğu'nun zengin edebiyatının çoğunu imha etmekten sorumluydu.
zumarraga 1533'te ispanya'ya yaptığı yolculuk sırasında meksika'da bir basımevi kurmak için kendisine yardım etmeye istekli birini bulmak amacıyla seville'deki bazı matbaaları ziyaret etmiş ve kitap basımı konusunda zengin deneyime sahip yahudi dönmesi jacopo cromberger adındaki bir adamla anlaşmıştı.
zumarraga'nın engizisyon üyesi olarak yükümlülüğü, katolik kilisesi'nin düşmanı olarak görülen kim varsa -putatapanlar, zina yapanlar, tanrıtanımazlar, cadılar, lutheranlar, mağribiler ve yahudiler- aramak ve hepsini cezalandırmaktı, o da bunu görülmedik bir gaddarlıkla yerine getiriyordu.
zumarraga'nın bir yandan kitap üretirken diğer yandan onları imha etmesi arasındaki çatışkıyı anlayıp anlamadığını da bilmiyoruz. engizisyon mahkemesinin başkanlığına atanmasından kısa bir süre sonra elinde azteklerin dinsel nesneleri ya da yaldızlı kitapları olduğundan kuşkulanılan kişileri arayıp taramak için koloninin en ücra köşelerine ordularını göndermişti. rüşvet ve işkenceyle önemli sanat koleksiyonlarının yerini ve aztek ileri gelenlerinin sakladıkları bütün yerli kütüphaneleri ortaya çıkardı. sonunda elçilerine toplattığı şaşırtıcı çokluktaki resim ve kitabı tlatelolco'daki pazar yerinin ortasına istifleyen zumarraga, hepsini ateşe vermişti. görgü tanıklarının dediğine göre ateş günlerce ve gecelerce sönmemişti.
daha aydın olan bazı ispanyolların çabaları sayesinde kayıplar hakkında aşağı yukarı bir fikir sahibiyiz: teolojisi, şarkıları, öyküleri, tarihsel kayıtları, felsefe ve kehaneti, bilimsel incelemeleri ve astronomik haritalarıyla evren hakkındaki karmaşık görüşler.
ispanyol dominikenlerinden diego duran, 1588'deki ölümünden kısa bir süre önce yazdıklarında, yeni dünya'nın yerlilerinin din değiştirmesini sağlamak için onların gelenekleriyle dinlerini bilmenin gerekli olduğunu savunmuş ve diego de landa ile zumarraga gibi antik kitapları yakanları suçlamıştı:
"başlangıçta büyük bir azimle -ama pek az akılla- antik yerlilerin resimli belgelerinin hepsini yakıp yok edenler yanılıyorlardı. bizi yol gösterecek ışıktan yoksun bıraktılar. öyle ki, yerliler bizim huzurumuzda putlara tapıyorlar, bizse onların danslarında, pazar yerlerinde, hamamlarında, söyledikleri -antik tanrılarına ve efendilerine haykırdıkları- şarkılarda, yemek ve şölenlerinde neler olup bittiğini hiç anlamıyoruz; bunlar bizim için hiçbir anlam ifade etmiyor."
peder juan de zumarraga, 1468'de ispanya'nın durango şehrinde doğmuş, bask ülkesinde aranzazu fransisken manastırında okumuştu. engizisyon'un en kutsal dairesi'ne getirilince imparator v. charles'tan aldığı ilk engizisyon görevi, ispanya'nın kuzeyindeki "biscay cadıları"nı ele geçirmek olmuştu. zumarraga gösterdiği başarıyla kendini öyle bir kanıtladı ki çok geçmeden seçilmiş piskopos olarak meksika genel valiliği'ne getirildi.
zumarraga 1536'dan 1543'e dek yedi yıl boyunca meksika engizisyon mahkemesi'nin başkanlığını yürütmüş, bu sürede dinin acemisi yerliler için bir ilmihal kitabıyla misyonerlerin yararlanması için hristiyan öğretisinin kısa elkitabını yazarak kutsal kitap'ın birçok yerli diline çevrilmesini gözetip denetlemiş; ayrıca tlatelolco'da soylu yerlilerin oğullarına "iyi hristiyanlar" olabilmeleri için latince, felsefe, retorik ve mantık öğretilen colegio de santa cruz'u kurmuştu. ne var ki zumarraga'nın adı meksika tarihini derinden etkileyen iki karşıt olayla ilişkilidir: yeni dünya'da ilk matbaa makinesini kurmaktan ve aztek imparatorluğu'nun zengin edebiyatının çoğunu imha etmekten sorumluydu.
zumarraga 1533'te ispanya'ya yaptığı yolculuk sırasında meksika'da bir basımevi kurmak için kendisine yardım etmeye istekli birini bulmak amacıyla seville'deki bazı matbaaları ziyaret etmiş ve kitap basımı konusunda zengin deneyime sahip yahudi dönmesi jacopo cromberger adındaki bir adamla anlaşmıştı.
zumarraga'nın engizisyon üyesi olarak yükümlülüğü, katolik kilisesi'nin düşmanı olarak görülen kim varsa -putatapanlar, zina yapanlar, tanrıtanımazlar, cadılar, lutheranlar, mağribiler ve yahudiler- aramak ve hepsini cezalandırmaktı, o da bunu görülmedik bir gaddarlıkla yerine getiriyordu.
zumarraga'nın bir yandan kitap üretirken diğer yandan onları imha etmesi arasındaki çatışkıyı anlayıp anlamadığını da bilmiyoruz. engizisyon mahkemesinin başkanlığına atanmasından kısa bir süre sonra elinde azteklerin dinsel nesneleri ya da yaldızlı kitapları olduğundan kuşkulanılan kişileri arayıp taramak için koloninin en ücra köşelerine ordularını göndermişti. rüşvet ve işkenceyle önemli sanat koleksiyonlarının yerini ve aztek ileri gelenlerinin sakladıkları bütün yerli kütüphaneleri ortaya çıkardı. sonunda elçilerine toplattığı şaşırtıcı çokluktaki resim ve kitabı tlatelolco'daki pazar yerinin ortasına istifleyen zumarraga, hepsini ateşe vermişti. görgü tanıklarının dediğine göre ateş günlerce ve gecelerce sönmemişti.
daha aydın olan bazı ispanyolların çabaları sayesinde kayıplar hakkında aşağı yukarı bir fikir sahibiyiz: teolojisi, şarkıları, öyküleri, tarihsel kayıtları, felsefe ve kehaneti, bilimsel incelemeleri ve astronomik haritalarıyla evren hakkındaki karmaşık görüşler.
ispanyol dominikenlerinden diego duran, 1588'deki ölümünden kısa bir süre önce yazdıklarında, yeni dünya'nın yerlilerinin din değiştirmesini sağlamak için onların gelenekleriyle dinlerini bilmenin gerekli olduğunu savunmuş ve diego de landa ile zumarraga gibi antik kitapları yakanları suçlamıştı:
"başlangıçta büyük bir azimle -ama pek az akılla- antik yerlilerin resimli belgelerinin hepsini yakıp yok edenler yanılıyorlardı. bizi yol gösterecek ışıktan yoksun bıraktılar. öyle ki, yerliler bizim huzurumuzda putlara tapıyorlar, bizse onların danslarında, pazar yerlerinde, hamamlarında, söyledikleri -antik tanrılarına ve efendilerine haykırdıkları- şarkılarda, yemek ve şölenlerinde neler olup bittiğini hiç anlamıyoruz; bunlar bizim için hiçbir anlam ifade etmiyor."
24.06.2012
bugünlerde bahar indi
yaşar kemal
efil efil esen yele merhaba
karanlığın sonu bir ulu şafak
sarp kayadan geçen yola merhaba
ulaş benim gülüm güzel
insanlığım yolum güzel
kardeş sen öldükten sonra
vallah billah ölüm güzel
dünyada ilk kendi kendini
esir eden insan benim
ikincisini gösterirlerse eğer
kardeş olacağım
alnından öpeceğim üçüncüsünün de
kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdesin
su olsan kimse içmez
ölür de susundan
yol olsan kimse geçmez
sarp kayalara uğratır da yolunu
elin adamı ne anlar senden
çıkarsın bir dağ başına
bir ağaç bulursun
tellersin pullarsın
gelin eylersin
bir de bulutları görürsün, bir de bulutları görürsün
bir de bulutları görürsün
köpürmüş gelen bulutları
başka ne gelir elden
çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığı
tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı
kuşlar sanatı
pablo neruda
sokağın ortasında uyandım
uzak güneyden kuşlar geliyordu
rüzgârda sesler çıkararak
gün boyu, sıra sıra
tüylerden bir donanma
yüreği çarpan
bir gök gemisi
geçip gitti
minicik sonsuzluğundan
pencerenin, arayıp sorduğum
çalıştığım, gözleyip beklediğim
çok ölümden doğdum
çok keder ısırdı beni
bir mutluluğu
öbürüyle değiştim
ama derinlerde, içimde
o yitik göldeki gibi
bir kuşun hayali yaşar
unutulmaz bir meleğin
gün ışığını dönüştüren
göz alıcı varlığıyla
gülden devinimiyle
küçük bir sarı tanrı
geçti kavaklar arasından
geçti rüzgâr gibi hızlı
yüksekte bir ürperti bırakarak
saf taştan bir flüt
dikey sudan bir iplik
ilkbaharın kemanı
rüzgârda bir tüy gibi
geçti, küçük yaratık
günün nabzı, toz, polen
belki hiçbir şey; ama titreyip durdu
ışık, gün, altın
ölür bitki, gömülür yeniden
toprağa döner insanın ayakları
yalnızca kanatlar kaçar ölümden
geçmiş yaşamların
ve geçmiş zaman keşiflerinin akışında
kötü havaların bir yaratığıydım
bir ceset olarak kaldım şehirde
alışamam duvardaki nişe
fundalığı isterim ben, şaşkın
güvercinleri, balçığı, sayıklayışını
muhabbet kuşlarından bir dalın
amansız yüksekliklerin tutsağı
akbabanın hapishanesini
çanta çiçekleriyle süslü
sarp geçitlerin en eski çamurunu
ben, halkın şairi
bir taşralı, kuşbaz
koşturdum dünyada yaşamı arayarak
kuş kuş tanıdım toprağı
keşfettim ateşin uçtuğu yeri
enerji kaybını
ve ödüllendirildi benim yansızlığım
kimse bir şey ödemediyse de bunun için
çünkü ruhuma bastım o kanatları
ve kıpırtısızlık hiç tutunamadı bende
23.06.2012
göz
vladimir nabokov
temel bir yasa aramak aptalcadır, bulmaksa daha da aptalca. kötü ruhlu küçük bir insan, insanlığın tüm gidişatının zodiyak'ın sinsice dönüp duran burçlarıyla ya da boş ve dolu bir mide arasındaki mücadeleyle açıklanabileceğine karar verir; titiz bir bağnaz clio'ya yazman tutar ve böylece çağlar ve kitlelerle toptan ticarete başlar. o zaman ekonomik nedenlerin yoğun gelişimlerinin orta yerinden umarsızca seslenen, iki zavallı y'siyle bireyy'in vay haline. neyse ki böyle yasalar yoktur: bir diş ağrısı bir savaşa mal olur, hafif bir yağmur bir ihtilali önleyebilir. her şey akışkan, her şey şansa bağlıdır.
viktorya modası kareli pantolonlu o aksi burjuvanın, uykusuzluk ve migrenin meyvesi das kapital'in yazarının çabaları da boşunaydı. geçmişe bakıp kendi kendine "acaba neler olurdu böyle değil de şöyle olsaydı" diye sormasında ve olmuş olanın yerine başka bir olayı koyarak, hayatındaki sıkıcı, anlamsız, yavan bir anın yerine gerçeğin yeşertemediği muhteşem, neşeli bir olayın öne çıkmasını seyredişinde iç gıcıklayıcı bir zevk vardır. gizemli bir şey, şu hayatın dallanıp budaklanan yapısı: kişi her geçen anda bir yol ayrımı, 'böyle' ve 'öteki türlü'yü hisseder, göz kamaştıran sayısız zikzaklar geçmişin karanlık arka planında iki, üç kola ayrılır.
vızıldayan kurşunların verdiği müzikal zevki söze dökmek imkânsızdır ya da dört nala saldırıya geçmenin.
savaş her zaman çirkindir.
başka birinin canını alan insan her zaman katildir, cellat da olsa atlı asker de olsa.
askeri kahramanlık öyküleri geçmişte kaldı. doktorluğum sırasında savaş yüzünden sakat kalmış ya da hayatları mahvolmuş insanlar gördüm. günümüzde insanlık yeni idealler peşinde. kendini top yemi olarak sunmaktan daha aşağılayıcı bir şey yok artık. belki farklı bir yetiştirilme tarzı, insanlık ve toplumun genel çıkarları hakkında farklı yetiştirilmiş olmak, benim savaşa sizden daha farklı bir gözle bakmamı sağlıyor. ben hiçbir insana ateş açmadım veya süngü saplamadım. tıp alanındaki meslektaşlarım arasında savaş alanında olduğundan daha fazla kahraman bulabileceğinize emin olabilirsiniz.
bu göze çarpmayan şahitlerden, kondüktörler, taksi şoförleri ve kapıcılardan daha mahvedici bir şey yoktur.
gerçek hayatın birdenbire bir rüya olduğunun ortaya çıkması korkutucudur; ama kişinin akışkan ve sorumsuz bir rüya olduğunu düşündüğü şeyin birdenbire gerçeklik şekline bürünüp cisimleşmesi çok daha korkutucudur.
temel bir yasa aramak aptalcadır, bulmaksa daha da aptalca. kötü ruhlu küçük bir insan, insanlığın tüm gidişatının zodiyak'ın sinsice dönüp duran burçlarıyla ya da boş ve dolu bir mide arasındaki mücadeleyle açıklanabileceğine karar verir; titiz bir bağnaz clio'ya yazman tutar ve böylece çağlar ve kitlelerle toptan ticarete başlar. o zaman ekonomik nedenlerin yoğun gelişimlerinin orta yerinden umarsızca seslenen, iki zavallı y'siyle bireyy'in vay haline. neyse ki böyle yasalar yoktur: bir diş ağrısı bir savaşa mal olur, hafif bir yağmur bir ihtilali önleyebilir. her şey akışkan, her şey şansa bağlıdır.
viktorya modası kareli pantolonlu o aksi burjuvanın, uykusuzluk ve migrenin meyvesi das kapital'in yazarının çabaları da boşunaydı. geçmişe bakıp kendi kendine "acaba neler olurdu böyle değil de şöyle olsaydı" diye sormasında ve olmuş olanın yerine başka bir olayı koyarak, hayatındaki sıkıcı, anlamsız, yavan bir anın yerine gerçeğin yeşertemediği muhteşem, neşeli bir olayın öne çıkmasını seyredişinde iç gıcıklayıcı bir zevk vardır. gizemli bir şey, şu hayatın dallanıp budaklanan yapısı: kişi her geçen anda bir yol ayrımı, 'böyle' ve 'öteki türlü'yü hisseder, göz kamaştıran sayısız zikzaklar geçmişin karanlık arka planında iki, üç kola ayrılır.
vızıldayan kurşunların verdiği müzikal zevki söze dökmek imkânsızdır ya da dört nala saldırıya geçmenin.
savaş her zaman çirkindir.
başka birinin canını alan insan her zaman katildir, cellat da olsa atlı asker de olsa.
askeri kahramanlık öyküleri geçmişte kaldı. doktorluğum sırasında savaş yüzünden sakat kalmış ya da hayatları mahvolmuş insanlar gördüm. günümüzde insanlık yeni idealler peşinde. kendini top yemi olarak sunmaktan daha aşağılayıcı bir şey yok artık. belki farklı bir yetiştirilme tarzı, insanlık ve toplumun genel çıkarları hakkında farklı yetiştirilmiş olmak, benim savaşa sizden daha farklı bir gözle bakmamı sağlıyor. ben hiçbir insana ateş açmadım veya süngü saplamadım. tıp alanındaki meslektaşlarım arasında savaş alanında olduğundan daha fazla kahraman bulabileceğinize emin olabilirsiniz.
bu göze çarpmayan şahitlerden, kondüktörler, taksi şoförleri ve kapıcılardan daha mahvedici bir şey yoktur.
gerçek hayatın birdenbire bir rüya olduğunun ortaya çıkması korkutucudur; ama kişinin akışkan ve sorumsuz bir rüya olduğunu düşündüğü şeyin birdenbire gerçeklik şekline bürünüp cisimleşmesi çok daha korkutucudur.
kıbrıs harekatı
uğur mumcu
1974 yazında atina'da "yunan cuntası" iktidardadır. "albaylar cuntası" 1967 nisan'ında "komünistlerin iktidarı ele geçirmelerine engel olmak" gibi bir gerekçeyi ileri sürerek işbaşına gelmişti. darbeden 3 yıl önce yapılan genel seçimleri papandreu'nun babasının liderliğini yaptığı merkez birliği partisi kazanmıştı. "ek" olarak bilinen merkez birliği partisi ile sosyalist solun birleşik demokratik sol parti olarak oy toplamı, oyların %64'ünü geçmişti. sağcı radikal milliyetçiler birliği partisi'nin bir başka sağ eğilimli parti ile birlikte sağladıkları oylar, ancak %36'da kalıyordu.
darbe yapıldığında gerçekten sol, demokratik yolla iktidara gelmek üzereydi.
1967 darbesinden önce yunanistan'da siyasal kargaşalar yaşandı. bu kargaşaların içinde "milliyetçi güvenlik gücü" olarak bilinen "paramiliter" bir sağcı örgütün kanlı eylemlerine tanık olundu. sonradan "ölümsüz z" adıyla romanlara ve filmlere konu olan lambrakis cinayeti'ne tanık olundu. solcu milletvekili lambrakis güvenlik kuvvetlerinin katıldığı bir planla öldürülmüştü. papandreu'nun adının da karıştığı "aspida davası" olarak bilinen bir siyasal davada, ordu içindeki sol bir cuntanın sivillerle işbirliği yaparak iktidara gelmek istedikleri ileri sürülmekteydi. darbeden önceki kargaşa böyleydi, darbeden sonra da siyasal cinayetler ve kargaşalar yine devam etti.
darbeden hemen sonra aspida davası'nın avukatı mandilaris öldürülüyor, cuntaya karşı yurt içinde ve dışında direnişler başgösteriyordu.
yunan cuntası'nın kendi içindeki kavgalar, siyasal ve ekonomik başarısızlıklar sonunda cuntanın önemli adamı general ionadis'in başını çektiği serüvenci bir grup kıbrıs sorununu kurcalamaya başladı. herkesin bildiği gibi sampson adlı kıbrıslı bir faşist, cuntadan aldığı emirlere uygun olarak makarios'u devirdi ve türklere karşı toplu kırıma başladı.
o tarihte, ankara'da chp-msp iktidarı işbaşındaydı. 12 mart döneminin yaraları sarılmak üzereydi. ülkede genellikle bir barış havası esmekte ve karşıt görüşler arasında hoşgörü ve uzlaşma eğilimleri filiz vermekteydi.
ecevit hükümeti, ada'ya çıkartma kararı verdi. çıkartma silahlı kuvvetlerce başarıyla gerçekleştirildi. bütün türkiye'de ulusal birlik havası egemen oldu. tam bu sırada hükümet içinde küçük bir uyuşmazlık başgösterdi. başbakan ecevit yurtdışına gidecekti. başbakan'a yurtdışındayken kim vekillik edecekti? chp'li başbakan yardımcısı eyüboğlu mu, yoksa msp genel başkanı erbakan mı?
ecevit, izmir'deki aliağa rafinerisi'ni açış töreninde bu uyuşmazlığı dile getirdi. ecevit hükümeti'nin istifasını bildirdi. 1975 yılında "cephe hükümeti" olarak bilinen 4 partili koalisyon işbaşına geldi.
ilginçtir; gerek yurtdışındaki ermeni terörü, gerekse iç terör, kıbrıs barış harekatı'ndan sonra hızlandı ve hemen hemen bütün ülkeye yayıldı. 1975 yılından sonra sağlı sollu cinayet örgütleri, birbirleriyle yarışırcasına eyleme geçtiler, ülkeye binlerce silah ve mermi sokuldu. 1977 seçimleri yapıldı, demokratik sol seçimden başarılı çıktı. orta sağdan transfer olan 11 milletvekili ile ecevit iktidarı kuruldu. cephe hükümeti döneminde olduğu gibi ecevit hükümeti döneminde de terörün önü alınamadı. türkiye'de yabancıların "destabilizasyon" dedikleri anarşi ve terör ortamı, tam anlamıyla sağlanmıştı. iktidara yeniden demirel hükümeti geldi. olaylar tırmanışa devam etti. ülke bir iç savaş eşiğindeydi. 12 eylül harekatı yapıldı ve terör geriletildi.
1974 kıbrıs barış harekatı'ndan sonra türkiye'de "destabilizasyon dönemi" başlamış ya da başlatılmıştır. ülke, bu tarihten sonra adım adım iç savaşa sürüklenmiştir.
kıbrıs çıkartmasından sonra yunanistan'da bu oluşumun tam tersine tanık olunması düşündürücü değil midir? barış harekatı'ndan sonra, atina'daki cunta düşmüş, yerine karamanlis'in başbakan olarak görev aldığı bir sivil hükümet kurulmuş ve yunanistan'da yeniden çoğulcu demokrasinin temelleri atılmıştır. papandreu'yu başbakan koltuğuna oturtan süreç, 1974 kıbrıs barış harekatı ile başlatılmıştır.
1974 kıbrıs barış harekatı'ndan sonra "örtülü bir iç savaş" tehlikesi içine itildi ülkemiz. bu tarihten sonra "destabilizasyon" adı verilen terör ve anarşi bataklığına sürüklendi, yurt dışında türk diplomatları, çoğu nato ülkesinde ermeni teröristlerinin saldırılarına uğradılar. 1975 yılından sonra türkiye'ye sokulan 50 milyar liralık silah ve merminin büyük çoğunlukla, nato ülkelerinde üretildiği ve bu ülkelerden yola çıktığı da anlaşıldı.
özetle kıbrıs, yunan cuntasına "mezar taşı" olmuş, türkiye'deki demokrasiyi ise anarşi ve terör bataklığına sürükleyen bir "kilometre taşı" olarak tarihteki yerini almıştır.
1974 yazında atina'da "yunan cuntası" iktidardadır. "albaylar cuntası" 1967 nisan'ında "komünistlerin iktidarı ele geçirmelerine engel olmak" gibi bir gerekçeyi ileri sürerek işbaşına gelmişti. darbeden 3 yıl önce yapılan genel seçimleri papandreu'nun babasının liderliğini yaptığı merkez birliği partisi kazanmıştı. "ek" olarak bilinen merkez birliği partisi ile sosyalist solun birleşik demokratik sol parti olarak oy toplamı, oyların %64'ünü geçmişti. sağcı radikal milliyetçiler birliği partisi'nin bir başka sağ eğilimli parti ile birlikte sağladıkları oylar, ancak %36'da kalıyordu.
darbe yapıldığında gerçekten sol, demokratik yolla iktidara gelmek üzereydi.
1967 darbesinden önce yunanistan'da siyasal kargaşalar yaşandı. bu kargaşaların içinde "milliyetçi güvenlik gücü" olarak bilinen "paramiliter" bir sağcı örgütün kanlı eylemlerine tanık olundu. sonradan "ölümsüz z" adıyla romanlara ve filmlere konu olan lambrakis cinayeti'ne tanık olundu. solcu milletvekili lambrakis güvenlik kuvvetlerinin katıldığı bir planla öldürülmüştü. papandreu'nun adının da karıştığı "aspida davası" olarak bilinen bir siyasal davada, ordu içindeki sol bir cuntanın sivillerle işbirliği yaparak iktidara gelmek istedikleri ileri sürülmekteydi. darbeden önceki kargaşa böyleydi, darbeden sonra da siyasal cinayetler ve kargaşalar yine devam etti.
darbeden hemen sonra aspida davası'nın avukatı mandilaris öldürülüyor, cuntaya karşı yurt içinde ve dışında direnişler başgösteriyordu.
yunan cuntası'nın kendi içindeki kavgalar, siyasal ve ekonomik başarısızlıklar sonunda cuntanın önemli adamı general ionadis'in başını çektiği serüvenci bir grup kıbrıs sorununu kurcalamaya başladı. herkesin bildiği gibi sampson adlı kıbrıslı bir faşist, cuntadan aldığı emirlere uygun olarak makarios'u devirdi ve türklere karşı toplu kırıma başladı.
o tarihte, ankara'da chp-msp iktidarı işbaşındaydı. 12 mart döneminin yaraları sarılmak üzereydi. ülkede genellikle bir barış havası esmekte ve karşıt görüşler arasında hoşgörü ve uzlaşma eğilimleri filiz vermekteydi.
ecevit hükümeti, ada'ya çıkartma kararı verdi. çıkartma silahlı kuvvetlerce başarıyla gerçekleştirildi. bütün türkiye'de ulusal birlik havası egemen oldu. tam bu sırada hükümet içinde küçük bir uyuşmazlık başgösterdi. başbakan ecevit yurtdışına gidecekti. başbakan'a yurtdışındayken kim vekillik edecekti? chp'li başbakan yardımcısı eyüboğlu mu, yoksa msp genel başkanı erbakan mı?
ecevit, izmir'deki aliağa rafinerisi'ni açış töreninde bu uyuşmazlığı dile getirdi. ecevit hükümeti'nin istifasını bildirdi. 1975 yılında "cephe hükümeti" olarak bilinen 4 partili koalisyon işbaşına geldi.
ilginçtir; gerek yurtdışındaki ermeni terörü, gerekse iç terör, kıbrıs barış harekatı'ndan sonra hızlandı ve hemen hemen bütün ülkeye yayıldı. 1975 yılından sonra sağlı sollu cinayet örgütleri, birbirleriyle yarışırcasına eyleme geçtiler, ülkeye binlerce silah ve mermi sokuldu. 1977 seçimleri yapıldı, demokratik sol seçimden başarılı çıktı. orta sağdan transfer olan 11 milletvekili ile ecevit iktidarı kuruldu. cephe hükümeti döneminde olduğu gibi ecevit hükümeti döneminde de terörün önü alınamadı. türkiye'de yabancıların "destabilizasyon" dedikleri anarşi ve terör ortamı, tam anlamıyla sağlanmıştı. iktidara yeniden demirel hükümeti geldi. olaylar tırmanışa devam etti. ülke bir iç savaş eşiğindeydi. 12 eylül harekatı yapıldı ve terör geriletildi.
1974 kıbrıs barış harekatı'ndan sonra türkiye'de "destabilizasyon dönemi" başlamış ya da başlatılmıştır. ülke, bu tarihten sonra adım adım iç savaşa sürüklenmiştir.
kıbrıs çıkartmasından sonra yunanistan'da bu oluşumun tam tersine tanık olunması düşündürücü değil midir? barış harekatı'ndan sonra, atina'daki cunta düşmüş, yerine karamanlis'in başbakan olarak görev aldığı bir sivil hükümet kurulmuş ve yunanistan'da yeniden çoğulcu demokrasinin temelleri atılmıştır. papandreu'yu başbakan koltuğuna oturtan süreç, 1974 kıbrıs barış harekatı ile başlatılmıştır.
1974 kıbrıs barış harekatı'ndan sonra "örtülü bir iç savaş" tehlikesi içine itildi ülkemiz. bu tarihten sonra "destabilizasyon" adı verilen terör ve anarşi bataklığına sürüklendi, yurt dışında türk diplomatları, çoğu nato ülkesinde ermeni teröristlerinin saldırılarına uğradılar. 1975 yılından sonra türkiye'ye sokulan 50 milyar liralık silah ve merminin büyük çoğunlukla, nato ülkelerinde üretildiği ve bu ülkelerden yola çıktığı da anlaşıldı.
özetle kıbrıs, yunan cuntasına "mezar taşı" olmuş, türkiye'deki demokrasiyi ise anarşi ve terör bataklığına sürükleyen bir "kilometre taşı" olarak tarihteki yerini almıştır.
bozkırkurdu
hermann hesse
harry tipinde pek çok insan var dünyada, özellikle pek çok sanatçı söz konusu tipe mensup kişilerin arasında yer alır. bu tiptekilerin hepsi iki ayrı ruhu, ayrı iki insanı barındırır içinde; tanrısal ve şeytani, anne ve baba kanı, mutluluk ve acı çekme yeteneği, insan ve kurt harry'deki gibi düşmanca ve karmakarışık, yan yana ve iç içe sürdürür varlığını. ve hayli tedirgin bir yaşam süren bu insanlar seyrek mutluluk anlarında bazen öylesine güçlü duygular ve dile gelmeyen güzellikler yaşar, anlık mutluluğun köpüğü kimi vakit göz kamaştırarak öylesine yükseklere fırlayıp acılar denizinin dışına taşar ki, bu kısa süre için parıldayan mutluluğun köpükleri sağa sola saçılarak başkalarına dokunmadan geçemez, onları da büyüler. böylece acılar denizi üzerinde bütün o sanat yapıtları değerine paha biçilmez geçici mutluluk köpükleri olarak gözlerini açar dünyaya; öyle yapıtlar ki, içlerinde acı çeken tek insan bir saatlik bir süre için yazgısının alabildiğine üstüne çıkar, bir yıldız gibi parıldar mutluluğu ve onu algılayan herkese sonsuz bir nesne ve kendi mutluluk düşü gibi görünür. yaptıkları işlerin, yarattıkları yapıtların isimleri ne olursa olsun, bütün bu insanların gerçekte bir yaşamı yoktur, yani yaşamları bir varoluş değildir, belli bir biçim taşımaz, başkalarının yargıç, hekim, ayakkabıcı ya da öğretmen olduğu gibi kahraman, sanatçı ya da düşünür değildir bu kişiler; yaşamları sonu gelmeyen çileli bir devinimdir, kayalara vurup çatlayan dalgalara benzer, mutsuz ve acılı bir biçimde parçalanmıştır, tüyler ürperticidir; böyle bir yaşamın karmaşası üstünde ışıldayan seyrek yaşantılar da, eylemler de, düşüncelerde ve yapıtlarda saklı anlam dışında bir başka anlam içermez. bu tip insanlar arasında oluşmuş tehlikeli ve korkunç düşünceye göre, belki tümüyle insan yaşamı ciddi bir yanılgıdan öte bir şey değildir, ilk ana'nın ölü doğmuş bir yavrusudur, doğanın çılgınca ve dehşet verici başarısız bir denemesidir.
gecelerin insanı olması da bozkırkurdu'nun belirgin özellikleri arasındaydı. sabah, onun için günün korkup çekindiği, kendisine hiç uğurlu gelmemiş bir vaktiydi. yaşamında hiçbir sabah yoktu ki, şöyle doğru dürüst bir neşeyle, doğru dürüst bir sevinçle dolsun içi; öğle öncesinde hiçbir saat yoktu ki, elinden iyi bir iş çıksın, aklına parlak düşünceler gelsin, kendisinin ve başkalarının yüzünü güldürebilsin. ancak öğle sonraları ısınıp canlanıyor, iyi günlerinde ancak akşamüzerleri verimli, enerjik biri olup çıkıyor, bir kor gibi yanıp tutuşuyor bazen, gönlü şenleniyordu. yalnızlık ve bağımsızlık gereksinimi de buradan kaynaklanmaktaydı. hiç kimse yoktu ki, bağımsızlığa bozkırkurdu'ndan daha güçlü, daha ateşli bir gereksinim duyabilmiş olsun. henüz yoksulluk içinde yaşayıp ekmeğini kazanmakta zorlandığı gençlik döneminde, yeter ki karşılığında birazcık bağımsızlığına kavuşabilsin, aç gezmeyi, yırtık giysilerle dolaşmayı yeğlemişti. kendini asla para için, rahat bir yaşam için satmamış, asla kadınlara ya da güç sahiplerine kendini peşkeş çekmemişti; özgürlüğünü koruyabilmek uğruna bütün dünyanın gözleri önünde kendi çıkarına ve mutluluğuna yüzlerce kez sırt çevirmiş, elinin tersiyle bunları bir kenara itmişti. bir yerde memurluk yapmak, günü ve yılı belli zamanlara bölerek yaşamak, başkalarının sözünü dinlemek düşüncesi kadar iğrenç ve korkunç bulduğu bir başka şey yoktu. bir büro, bir kalem odası, bir dairede çalışmak ölüm kadar nefret ettiği şeydi, görebileceği en kötü düştü, bir kışlada yaşanan tutsaklıktı.
harry tipinde pek çok insan var dünyada, özellikle pek çok sanatçı söz konusu tipe mensup kişilerin arasında yer alır. bu tiptekilerin hepsi iki ayrı ruhu, ayrı iki insanı barındırır içinde; tanrısal ve şeytani, anne ve baba kanı, mutluluk ve acı çekme yeteneği, insan ve kurt harry'deki gibi düşmanca ve karmakarışık, yan yana ve iç içe sürdürür varlığını. ve hayli tedirgin bir yaşam süren bu insanlar seyrek mutluluk anlarında bazen öylesine güçlü duygular ve dile gelmeyen güzellikler yaşar, anlık mutluluğun köpüğü kimi vakit göz kamaştırarak öylesine yükseklere fırlayıp acılar denizinin dışına taşar ki, bu kısa süre için parıldayan mutluluğun köpükleri sağa sola saçılarak başkalarına dokunmadan geçemez, onları da büyüler. böylece acılar denizi üzerinde bütün o sanat yapıtları değerine paha biçilmez geçici mutluluk köpükleri olarak gözlerini açar dünyaya; öyle yapıtlar ki, içlerinde acı çeken tek insan bir saatlik bir süre için yazgısının alabildiğine üstüne çıkar, bir yıldız gibi parıldar mutluluğu ve onu algılayan herkese sonsuz bir nesne ve kendi mutluluk düşü gibi görünür. yaptıkları işlerin, yarattıkları yapıtların isimleri ne olursa olsun, bütün bu insanların gerçekte bir yaşamı yoktur, yani yaşamları bir varoluş değildir, belli bir biçim taşımaz, başkalarının yargıç, hekim, ayakkabıcı ya da öğretmen olduğu gibi kahraman, sanatçı ya da düşünür değildir bu kişiler; yaşamları sonu gelmeyen çileli bir devinimdir, kayalara vurup çatlayan dalgalara benzer, mutsuz ve acılı bir biçimde parçalanmıştır, tüyler ürperticidir; böyle bir yaşamın karmaşası üstünde ışıldayan seyrek yaşantılar da, eylemler de, düşüncelerde ve yapıtlarda saklı anlam dışında bir başka anlam içermez. bu tip insanlar arasında oluşmuş tehlikeli ve korkunç düşünceye göre, belki tümüyle insan yaşamı ciddi bir yanılgıdan öte bir şey değildir, ilk ana'nın ölü doğmuş bir yavrusudur, doğanın çılgınca ve dehşet verici başarısız bir denemesidir.
gecelerin insanı olması da bozkırkurdu'nun belirgin özellikleri arasındaydı. sabah, onun için günün korkup çekindiği, kendisine hiç uğurlu gelmemiş bir vaktiydi. yaşamında hiçbir sabah yoktu ki, şöyle doğru dürüst bir neşeyle, doğru dürüst bir sevinçle dolsun içi; öğle öncesinde hiçbir saat yoktu ki, elinden iyi bir iş çıksın, aklına parlak düşünceler gelsin, kendisinin ve başkalarının yüzünü güldürebilsin. ancak öğle sonraları ısınıp canlanıyor, iyi günlerinde ancak akşamüzerleri verimli, enerjik biri olup çıkıyor, bir kor gibi yanıp tutuşuyor bazen, gönlü şenleniyordu. yalnızlık ve bağımsızlık gereksinimi de buradan kaynaklanmaktaydı. hiç kimse yoktu ki, bağımsızlığa bozkırkurdu'ndan daha güçlü, daha ateşli bir gereksinim duyabilmiş olsun. henüz yoksulluk içinde yaşayıp ekmeğini kazanmakta zorlandığı gençlik döneminde, yeter ki karşılığında birazcık bağımsızlığına kavuşabilsin, aç gezmeyi, yırtık giysilerle dolaşmayı yeğlemişti. kendini asla para için, rahat bir yaşam için satmamış, asla kadınlara ya da güç sahiplerine kendini peşkeş çekmemişti; özgürlüğünü koruyabilmek uğruna bütün dünyanın gözleri önünde kendi çıkarına ve mutluluğuna yüzlerce kez sırt çevirmiş, elinin tersiyle bunları bir kenara itmişti. bir yerde memurluk yapmak, günü ve yılı belli zamanlara bölerek yaşamak, başkalarının sözünü dinlemek düşüncesi kadar iğrenç ve korkunç bulduğu bir başka şey yoktu. bir büro, bir kalem odası, bir dairede çalışmak ölüm kadar nefret ettiği şeydi, görebileceği en kötü düştü, bir kışlada yaşanan tutsaklıktı.
22.06.2012
sokaktaki adam
attila ilhan
romancı, romanını “bir şeyler anlatan laf dizisi” olmaktan çıkarmadıkça, çağdaş çizgiyi yakalayamaz.
sokaktaki adam'da hareket ögesini, psikolojik ögeyi, romantik ögeyi tıpkı senaryoda olduğu gibi dengeli olarak kullanmaya çalıştım ve gerekli gördüğüm yerlerde hareketi planlara ayırdım; hatta decoupage yaptım. bence yirminci yüzyılın romancısı, okuyucusunun bir sinema seyircisi olduğunu bir an bile hatırından çıkarmamalıdır. bu yönden baktınız mı, sokaktaki adam cinematografique bir romandır. içleme iyice sindirilmiş, söylev ya da monolog olarak değil, hareket ve eylem olarak deyimlenmiştir.
unutma ki köylü toplumsal anlamda bir kere dağınık, ikincisi gerici, üçüncüsü bilinçlenmeye, en elverişsiz (ilkel bir üretime bağlı olduğu için) bir zümredir.
bizim meslek adamı yaşatmaz ama, öldürmez de.
ben hiçbir şey kaybetmem. çünkü hiçbir şey kazanmam. kazanmayanların kaybedecek şeyleri yoktur.
canımı sıkmayan şey yok. bu oda, şu divan, vereceğiniz para, şu pencere, siz ve her şey! ben insan haline gelmiş sıkıntıyım. dünya da vız gelir bana, kendim de vız gelirim. parayı verin, cehennem olup gideyim.
insanlar böyledir zaten, kendilerine ait oldu mu, her şeye kuş kondururlar. sokakta bir herif, bir kadınla yatar, fuhuş olur; kibar bir yerde aynı şeye fuhuş değil aşk derler. her şey buna göre.
sözlerimi anlamadan dinliyordu. bu da öbürleri kadar aptaldı.
ben, belki de ölü doğmuşumdur.
yüksekkaldırım’da bir adam, tanesi kırk kuruşa, çocuk kemanları satar. çalar da bu çocuk kemanlarını; itiş kakış, kalabalık kıyamet arasında, marifetini gösterir. ince bir ses, kulaklarınızı tırmalar. sebebi anlaşılmaz ve sual sorulmaz: bu adam, neden başka yerde değil, illa yüksekkaldırım’da kemanlarını satar? başka bir tarafta, aynı kalabalık, aynı patırtı yok mudur? vardır elbette! o nedense buranın adamıdır. her geçişinde onu takdir eder; fakat asla bir keman almazsınız.
siz hiç hakemin takdir edildiği maç gördünüz mü? ben asla! çünkü, ben hakemim.
eski zamanlar şimdikilerden iyiydi diyenlere inanmayınız. gelecek zamanlar, şimdikilerden iyi olacak diyenlere de inanmayınız. onlar kendilerini avutmak için konuşurlar. geçmiş, gelecek derken, kafalarında billurlaşmış hiçbir fikir yoktur. birincileri birbirlerinin tansiyonları ile ilgilenir ve ahmakça şeyler anlatırlar. ikincileri ise, birbirlerine sadece kızar ve kıskanırlar. anlattıkları, önünde sonunda, ötekilerinki kadar ahmakçadır. “evvelce bolluk vardı” lafı ile “ille de bolluk olacak” lafı arasında, çok mu fark buluyorsunuz? ben bulmuyorum. her ikisi de yalandır. onun için ben her ikisine de inanırım. yoksa şimdiki kıtlığa nasıl dayanabilirdim?
ruhsar: en inandığım babamdı, onu da anamla yatarken gördüm.
susmak, aptallığın değilse bile, iyi niyetin işareti sayılır.
sen beni sevmiyorsun. sevmeyi de düşünmedin. daha doğrusu düşünemezsin. kimse düşünemez. herkes, başkaları böyle yapmışlar diye, gider birine balta olur, yatar. iş, yatıncaya kadardır. ondan sonrası, bu sıkıntılı ilişkiyi bozmak için, iki tarafın öküzce çareler araştırmasından ibarettir.
kim aşkın aleyhinde atıp tutarsa, garanti aşıktır.
aşk yatağa düştüğü anda, bütün kadınları fahişe, bütün fahişelerinse erkek olduğu bence malumdur.
siz belki bilir, belki bilmezsiniz; aslında en çok yaşayanlar, ölülerdir.
bak, göreceksin; bu acı bizi ya adam edecek, ya da çıldıracağız. topumuz birden çıldıracağız.
sana bir şey söyleyeyim mi? apaçık bir şey: bu harpten kimse sağ dönmedi. onlar canlarını kaybettiler; ama ruhları sağ, aramızda dolaşıyor, yaşıyorlar. ya biz? bin beteri; biz ruhlarımızı kaybettik. milyonlarca ceset.
aslında her şeyin amatörü insana sıkıntı verir, edebiyatınki, bir de tüy diker. hele, fakülteli olursa! çünkü, hiçbir şeyi beğenmemek ya da her şeye hayran olmak küstahlığını yapmaya, kendinde hak görür.
konserde poz almak, bütün kitapları bir sahifesi işaretli bırakmak, bütün filmler boyunca artistlerin yalnız ne giydiğine dikkat etmek, insanı yalnız iyi cins ukala yapar. hatta, iyi cins bile olunamaz. iyi cins ukalalar, orospuluk eğilimlerini tuvale yansıtabilenler; başarısız çapkınlıklarını, şiirlerinde, romanlarında tamamlayanlardır. ötekilerine gelince, onlar için sadece hayran olmak ve kirletmek vardır. bunun da biçimini cins ukalalar tayin eder. can sıkıcı bir millet.
acı çekmiş bir çocuğa benziyorsun.
herhangi bir adam senelerce uğraşsa mutlaka şiir yazar. ya da, şair senelerce şiir yazmazsa, bu kabiliyetini kaybeder, mutlaka.
insanların arasında, salyangozlar gibi, yalnız gemiciler ve çingeneler evlerini beraberinde taşır.
hiçbir vakit tamamlanmıyor aşklar, yolculuklar, kıskançlıklar ve acılar.
ben başlangıçlarım insanıyım.
neden başladığım her şeyi tamamlamak beni iğrendiriyor?
acımak, başkalarının halini görüp, adamın haline şükretmesi demektir. onun için, sana birinin acıdığını anladın mı, içerlersin.
romancı, romanını “bir şeyler anlatan laf dizisi” olmaktan çıkarmadıkça, çağdaş çizgiyi yakalayamaz.
sokaktaki adam'da hareket ögesini, psikolojik ögeyi, romantik ögeyi tıpkı senaryoda olduğu gibi dengeli olarak kullanmaya çalıştım ve gerekli gördüğüm yerlerde hareketi planlara ayırdım; hatta decoupage yaptım. bence yirminci yüzyılın romancısı, okuyucusunun bir sinema seyircisi olduğunu bir an bile hatırından çıkarmamalıdır. bu yönden baktınız mı, sokaktaki adam cinematografique bir romandır. içleme iyice sindirilmiş, söylev ya da monolog olarak değil, hareket ve eylem olarak deyimlenmiştir.
unutma ki köylü toplumsal anlamda bir kere dağınık, ikincisi gerici, üçüncüsü bilinçlenmeye, en elverişsiz (ilkel bir üretime bağlı olduğu için) bir zümredir.
bizim meslek adamı yaşatmaz ama, öldürmez de.
ben hiçbir şey kaybetmem. çünkü hiçbir şey kazanmam. kazanmayanların kaybedecek şeyleri yoktur.
canımı sıkmayan şey yok. bu oda, şu divan, vereceğiniz para, şu pencere, siz ve her şey! ben insan haline gelmiş sıkıntıyım. dünya da vız gelir bana, kendim de vız gelirim. parayı verin, cehennem olup gideyim.
insanlar böyledir zaten, kendilerine ait oldu mu, her şeye kuş kondururlar. sokakta bir herif, bir kadınla yatar, fuhuş olur; kibar bir yerde aynı şeye fuhuş değil aşk derler. her şey buna göre.
sözlerimi anlamadan dinliyordu. bu da öbürleri kadar aptaldı.
ben, belki de ölü doğmuşumdur.
yüksekkaldırım’da bir adam, tanesi kırk kuruşa, çocuk kemanları satar. çalar da bu çocuk kemanlarını; itiş kakış, kalabalık kıyamet arasında, marifetini gösterir. ince bir ses, kulaklarınızı tırmalar. sebebi anlaşılmaz ve sual sorulmaz: bu adam, neden başka yerde değil, illa yüksekkaldırım’da kemanlarını satar? başka bir tarafta, aynı kalabalık, aynı patırtı yok mudur? vardır elbette! o nedense buranın adamıdır. her geçişinde onu takdir eder; fakat asla bir keman almazsınız.
siz hiç hakemin takdir edildiği maç gördünüz mü? ben asla! çünkü, ben hakemim.
eski zamanlar şimdikilerden iyiydi diyenlere inanmayınız. gelecek zamanlar, şimdikilerden iyi olacak diyenlere de inanmayınız. onlar kendilerini avutmak için konuşurlar. geçmiş, gelecek derken, kafalarında billurlaşmış hiçbir fikir yoktur. birincileri birbirlerinin tansiyonları ile ilgilenir ve ahmakça şeyler anlatırlar. ikincileri ise, birbirlerine sadece kızar ve kıskanırlar. anlattıkları, önünde sonunda, ötekilerinki kadar ahmakçadır. “evvelce bolluk vardı” lafı ile “ille de bolluk olacak” lafı arasında, çok mu fark buluyorsunuz? ben bulmuyorum. her ikisi de yalandır. onun için ben her ikisine de inanırım. yoksa şimdiki kıtlığa nasıl dayanabilirdim?
ruhsar: en inandığım babamdı, onu da anamla yatarken gördüm.
susmak, aptallığın değilse bile, iyi niyetin işareti sayılır.
sen beni sevmiyorsun. sevmeyi de düşünmedin. daha doğrusu düşünemezsin. kimse düşünemez. herkes, başkaları böyle yapmışlar diye, gider birine balta olur, yatar. iş, yatıncaya kadardır. ondan sonrası, bu sıkıntılı ilişkiyi bozmak için, iki tarafın öküzce çareler araştırmasından ibarettir.
kim aşkın aleyhinde atıp tutarsa, garanti aşıktır.
aşk yatağa düştüğü anda, bütün kadınları fahişe, bütün fahişelerinse erkek olduğu bence malumdur.
siz belki bilir, belki bilmezsiniz; aslında en çok yaşayanlar, ölülerdir.
bak, göreceksin; bu acı bizi ya adam edecek, ya da çıldıracağız. topumuz birden çıldıracağız.
sana bir şey söyleyeyim mi? apaçık bir şey: bu harpten kimse sağ dönmedi. onlar canlarını kaybettiler; ama ruhları sağ, aramızda dolaşıyor, yaşıyorlar. ya biz? bin beteri; biz ruhlarımızı kaybettik. milyonlarca ceset.
aslında her şeyin amatörü insana sıkıntı verir, edebiyatınki, bir de tüy diker. hele, fakülteli olursa! çünkü, hiçbir şeyi beğenmemek ya da her şeye hayran olmak küstahlığını yapmaya, kendinde hak görür.
konserde poz almak, bütün kitapları bir sahifesi işaretli bırakmak, bütün filmler boyunca artistlerin yalnız ne giydiğine dikkat etmek, insanı yalnız iyi cins ukala yapar. hatta, iyi cins bile olunamaz. iyi cins ukalalar, orospuluk eğilimlerini tuvale yansıtabilenler; başarısız çapkınlıklarını, şiirlerinde, romanlarında tamamlayanlardır. ötekilerine gelince, onlar için sadece hayran olmak ve kirletmek vardır. bunun da biçimini cins ukalalar tayin eder. can sıkıcı bir millet.
acı çekmiş bir çocuğa benziyorsun.
herhangi bir adam senelerce uğraşsa mutlaka şiir yazar. ya da, şair senelerce şiir yazmazsa, bu kabiliyetini kaybeder, mutlaka.
insanların arasında, salyangozlar gibi, yalnız gemiciler ve çingeneler evlerini beraberinde taşır.
hiçbir vakit tamamlanmıyor aşklar, yolculuklar, kıskançlıklar ve acılar.
ben başlangıçlarım insanıyım.
neden başladığım her şeyi tamamlamak beni iğrendiriyor?
acımak, başkalarının halini görüp, adamın haline şükretmesi demektir. onun için, sana birinin acıdığını anladın mı, içerlersin.
fırtına
hasan hüseyin korkmazgil
geceleri bambaşka bir adam oluyorsam
karışıksam kendimden yelimden kaçıyorsam
içimde anlamadığın bir beethoven fırtınası
ben bu fırtınayı yıllardır tanıyorum
yıllardır kendimi taştan taşa ama anlayamazsın
bu beethoven fırtınası bu ölüm bu ürkünç
tarlalar var bu fırtınada fabrikalar umutlar
dilsiz anlaşmalar var erkekçe davranışlar
ben bu fırtınayı yıllardır yaşıyorum
yüzükoyun kentlerin alacakaranlıklarında
20.06.2012
pratik usun eleştirisi
immanuel kant
"insan eksik bir varlıktır."
bütün bilgiler deneyle başlar; ancak bu, bütün bilgilerin kaynağı deneydir anlamına gelmez.
insan usunun, kendi bilgi türü içinde şaşılası bir yazgısı vardır; o, çözemeyeceği birtakım sorularla yüklüdür; buna karşın onlardan kurtulamaz; çünkü bunlar onun yapısı gereğidir.
"yaşam bir varlığın, istek duyma yetisinin yasalarına göre davranma yetisidir. istek duyma yetisi bu varlığın tasarımları dolayısıyla, bu tasarımların nesnelerinin gerçekliğinin nedeni olma yetisidir. haz, nesnenin ya da eylemle yaşamın öznel koşulları, açıkçası bir tasarımın nesnesinin gerçekliğinin nedeni olabilmesi -ya da öznenin nesneyi ortaya çıkaracak eylem bakımından, güçlerinin belirlenmesini sağlaması- arasında sağlanan uyumun tasarımıdır."
öyle davran ki, senin istencinin maksimi her zaman genel bir yasa koymanın ilkesi olarak geçerlilik kazanabilsin.
"usun denetiminde iyi olandan başkasını istemeyelim; usun denetiminde kötü sayılandan başkasını yadsımayalım."
eğilimler değişir, insan onlara ilgi duydukça çoğalır, doldurulması düşünülenden daha büyük bir boşluk bırakır. bu nedenle eğilimler, us taşıyan bir varlık için her zaman yüktür. us taşıyan varlık, bu eğilimlerden kurtulmaya çalıştıkça eğilimler onun bu isteğini etkisiz bırakır.
tutarlı olmak bir bilgenin en büyük yükümlülüğüdür.
bilim, bilgelik öğretisinden ne yapılması değil, tersine öğreticiler için herkesin gitmesi gereken bilgelik yolunu iyi ve açıkça tanınabilir nitelikte açmak ve başkalarını yanlış yola gitmekten alıkoyan bir davranış türü diye anlaşılırsa bilgelik öğretisine varan bir dar kapı demektir. bu, bekçiliğini her zaman felsefenin üstlenmesi gereken bir bilimdir.
"insan eksik bir varlıktır."
bütün bilgiler deneyle başlar; ancak bu, bütün bilgilerin kaynağı deneydir anlamına gelmez.
insan usunun, kendi bilgi türü içinde şaşılası bir yazgısı vardır; o, çözemeyeceği birtakım sorularla yüklüdür; buna karşın onlardan kurtulamaz; çünkü bunlar onun yapısı gereğidir.
"yaşam bir varlığın, istek duyma yetisinin yasalarına göre davranma yetisidir. istek duyma yetisi bu varlığın tasarımları dolayısıyla, bu tasarımların nesnelerinin gerçekliğinin nedeni olma yetisidir. haz, nesnenin ya da eylemle yaşamın öznel koşulları, açıkçası bir tasarımın nesnesinin gerçekliğinin nedeni olabilmesi -ya da öznenin nesneyi ortaya çıkaracak eylem bakımından, güçlerinin belirlenmesini sağlaması- arasında sağlanan uyumun tasarımıdır."
öyle davran ki, senin istencinin maksimi her zaman genel bir yasa koymanın ilkesi olarak geçerlilik kazanabilsin.
"usun denetiminde iyi olandan başkasını istemeyelim; usun denetiminde kötü sayılandan başkasını yadsımayalım."
eğilimler değişir, insan onlara ilgi duydukça çoğalır, doldurulması düşünülenden daha büyük bir boşluk bırakır. bu nedenle eğilimler, us taşıyan bir varlık için her zaman yüktür. us taşıyan varlık, bu eğilimlerden kurtulmaya çalıştıkça eğilimler onun bu isteğini etkisiz bırakır.
tutarlı olmak bir bilgenin en büyük yükümlülüğüdür.
bilim, bilgelik öğretisinden ne yapılması değil, tersine öğreticiler için herkesin gitmesi gereken bilgelik yolunu iyi ve açıkça tanınabilir nitelikte açmak ve başkalarını yanlış yola gitmekten alıkoyan bir davranış türü diye anlaşılırsa bilgelik öğretisine varan bir dar kapı demektir. bu, bekçiliğini her zaman felsefenin üstlenmesi gereken bir bilimdir.
835 satır
nazım hikmet
değil birkaç
değil beş on
otuz milyon
aç
bizim
ey
beni
ağzı açık
dinleyen adam
belki arkamdan bana
bu kalbini
haykırana
kaçık
diyen, adam
sen de eğer
ötekiler
gibi kazsan
bir mana
koyamazsan
sözlerime
bak bari gözlerime
bunlar
deli gözbebekleri
gözbebekleri
erkek güzeli
"biblos ilahı genç adonis"
köprü başında karşıma çıksa
belki bakmadan geçerim de
filozofumun yuvarlak gözlüklü gözüne
ve ateşçimin
dört köşe terli bir güneş gibi yanan yüzüne
bakmadan geçemem
bıktım artık canımın sıkıntısından
içimdeki bu ruh yıkıntısından
aldı fikrim şu hisseyi
müzeyi
gezmek iyi
müzelik olmak fena
çünkü
ben o floransalı jokondum ki
floransadan daha meşhurdur tebessümüm
hayranım felemenk ressamlarına
süt ve sucuk tacirlerinin tombul madamlarına
kolay mı üryan bir ilahe edası vermek
lakin
isterse ipekli don giyinsin
inek + ipekli don = inek
benziyor günlerim
bir istasyonun
bekleme salonuna
gözlerim dikili demiryoluna
kaçma dur
her yol romaya gider
-bu belki doğrudur-
fakat
fikri evvel gören her felsefenin
safsata iklimidir yelken açtığı yer
her habbe koynunda bir kubbeyi gizler
efendiler
huzurunuzda
maznun sıfatıyla bulunan bu eser
büyük bir üstadın en manalı kızıdır
tatlı maval dinlemekten gayrı usandık
sen ey
her şey
sen ey açlık
çıplak ayaklarına alnımı koyar
andederim ki
derim ki:
dövüşeceğim
benim, bizim, onun, onların değil
senin mukaddes karnın doyana kadar
deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti de yaz
ben, bir demet mor menekşe olsun
getiremedim
sana
içimde yaprak kımıldamıyor
deliksiz uyku gibi rahat
geniş
içim
rahat
geniş
içim
havalarda mavilikleri
yeni doğmuş bir çocuk gibi
seyrediğim-
-den
dün
ben
şehrin meydanına gidip
"onlar için
kardeşlerimizi öldürmeyelim
ölmeyelim"
dedim
şüphedeyim
şüphedeyiz
şüphe:
çıplak ayaklı bir gece gibi
ilerliyor içimde
fakat sevmek
anlamak
demek
değil
şuurun
çok uzun
bir köprüsü var
duymakla anlamanın arasında
sen de sevdin onu
onu duydun
fakat anlamadın
öldü
ağladın fakat
bizim gibi ağlamadın
onu sen anlamadın
anlamadın
anlamadın
iki serseri var
birinci serseri
köprü altında yatar
sularda yıldızları sayar geceleri
ben
ne köprü altında yatan
ne de atlas yakalı sarhoş sofralarında
saz çalıp arabistan fıstığı satan-
-ların
şairiyim
topraktan, ateşten ve demirden
hayatı yaratan-
-ların
şairiyim
ben
ben hızımı asırlardan almışım
bende her mısra bir yanardağ hatırlatır
ben ne halkın alınterinden on para çalmışım
ne bir şairin cebinden bir satır
benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım, 19 yaşım
sana anam gibi hürmet ediyorum, edeceğim
senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum, gideceğim
benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım, 19 yaşım
döndürmedi rüzgar beni havada yaprağa
ben kattım önüme rüzgarı
ben
24 saatte 24 saat çalışan
sarı kemikli sırtında
kırbaç izleri nasırlaşan
milyonların
evladıyım
ben onların
doludizgin feryadıyım
asyanın
sonsuz, sıtmalı, sarı
bataklıkları
vardır
madraslı bir ihtiyar
azabı azapla tedavi edin demiş
torbanı doldurmak için yaşıyorsun
sen
hayır
seninle böyle konuşmak istemem
hem
ben ki yegane asaleti
dişli düşmanla boğuşmakta bulanım
seninle boğuşmak istemem