eski çağların ormanlarında, çok eski bahçelerde
unutulmuş kuşlar vardır, ben bilirim
yaklaşırlar bana, yalnız bana, allı pullu kanatlarla
yalnız benim duyduğum masallarla, ninniler, ağıtlarla
boştur ama, boş; bittiği yerden başlar
daha da dikleşerek yokuşlar
tanrı üfleyivermiş gibi söner de güneş
erir gider avcuma kondu konacak kuşlar
ve ben taş duvarlara, demir kapılara çarpar parçalarım bardakları
sanki eskiten, eciş bücüş eden
ben değilmişim gibi, çılgın naralarla karşıladığım
o mutlulukları, anları, elleri, dudakları
hatırlar, hatırlar, hatırlarım gene de
mıhlanıp kaldığım bu yoksul pencerede
başım döner, çıldırırım sonra da
hatırlamakla yeniden bulmanın
o kıl kadar, o aşılmaz uçurumu önünde
ve ben yeniden yur yıkar, sarar sarmalarım da
maviden, yeşilden kefenlere bebeklerimi
bitkin, terli, soluk soluğa ve üzgün, çok çok üzgün
yeni doğuşlar beklerim -terim daha soğumadan beklerim-
korku, dua, diş gıcırtısı- karmakarışık
mıhlanıp kaldığım bu yoksul, bu kör pencerede
tanrı küsmüş gibi -bilirim- bitecekti de ışık
eriyip gidecekti gümüş pullu uçuşlar
yumuşak, dost ve serin sokuluşlar
avcuma kondu konacak sandığım kuşlar