ahmet rasim
talebenin biri sorar: "hoca efendi, boğulanlar niye denizin üzerine çıkıyorlar?" hoca, bunun hikmetini birdenbire akıl edemez. fakat o zeki öğrenciye inandırıcı bir cevap vermek zorunda bulunduğu için der ki: "çocuklar görsünler de ibret alsınlar diye."
korkumdan matbaaya gidemiyorum. birkaç gün süren hastalığımdan ötürü müdüre bir dilekçe yolladım. okur okumaz öfkeden ateş kesilmiş ve hemen yerinden kalkarak: "bundan büyük kabahat olamaz. hasta olan mutlaka bir yaramazlık etmiştir. insan durup dururken keyifsizlenmez." demiş. karşısındaki: "efendim, soğuk almış, ne yapsın?" deyince daha da çok kızarak: "pencereleri kapayıp yatsaydı. hele o matbaaya gelsin de görür." diye cevap vermiş.
insan gariptir. hissine en çok tesir eden şeyleri beyninde tekrar eder.
malûm ya, aşk ve muhabbet su götürür şeylerden değildir. insan bir kere fitili aldı mı, idare kandili gibi, sabahlara kadar yanar tutuşur. herkesin sevdası da bir olmaz. kimisi, içinden yanar da belli etmez. yalnız, aşk can yakıcı alevini sevgiliye "ah!" şeklinde gösterir.
yahut gözlerimle görüp neşelendiğim şöyle bir mektup ile anlatmaya çalışır:
"sevgili cânânım! beni sönmez ateşlere yakan baştan çıkarıcı gözlerini görmeyeli, kalbim cehennem alevleriyle harap oldu. yanıyorum. o günden beri yanıyorum. hatırında mı? o gece ben sana kömürlükte ilânıaşk ederken, bekçi "yangın vaaar!" diye bağırmıştı da, sen "acaba nerede?" diye kulak verir vermez, ellerini aşkınla bin parça olmuş sineme götürerek yavaşça; "burada!" demiş idim. işte, gönül evimde o gece başlayan ateş henüz sönmedi ve sönmeyecek de. bu nâr ile ben kabre girersem bilirim ki dûzah tutuşur şûle-i âh-ı elemimden."
aşçıbaşı, memleketten henüz gelmiş olan amcasının oğlunu alarak civardaki kıra güneşlenmeye çıkmış. şöyle böyle gezinirlerken, çocuk tepeli birkaç kuş görmüş. sevmiş, şaşalamış, sormuş: "bunlar nedir?" aşçı dikkat etmiş. fakat dikkatten ne çıkar? o da ömrü boyunca böyle bir kuş görmemiş. düşünmüş, düşünmüş, demiş ki: "bunlar onlardır!" çocuk aldığı cevaptan hoşlanarak işi uzatmış. yine sormuş: "ya başlarındaki ibibikler ne olacak?" aşçıbaşı hazır cevaplığa alıştığı için birdenbire demiş ki: "bunlar onsuz olmaz!"
"ey sevgili, ey her hareketi övülmeye değer olan dilber, ey cilvesiyle eşi benzeri olmayan! nazlı bakışlarınız bu bahtsız, bu perişan âşığınızı deli ediyor. yemin ederim ki sizi seviyorum. sizden merhamet dileyen bir kulunuzum. yüzünüzün güzelliğini seyredebilmek şerefine nail olduğum zaman kalbim ölüm derecesinde çarpıyor. kapınızda köle, kul olayım. iltifatınız hayat verecektir. cevabınızı bekliyorum, ruhum, meleğim."
fikir ve hayal kuşları daima vahşidir. ufak bir itiraz taşı onu bir hayli zaman yuvasından mahrum bırakır.
avcıların av hakkındaki fikirleri de türlü türlüdür. bunların fakir olanlarından birine düşüncesini sordum: "beş, on para çıkarırım." dedi. zenginine sordum: "eğlencedir." diye cevap verdi. öbürü: "en iyi jimnastik sayılır." yine bir başkası: "bostan patlıcanı ile iyi kaçıyor." öteki: "işim yok, gücüm yok, işte bir merak." daha öteki: "tabip, 'çok gezmelisin' dedi de, işi bu yola döktük." mühim bir zat: "vücuduma o kadar iyi geliyor ki tarif edemem. gezindikçe karnım iniyor." beyitler düzmekle uğraşan bir genç: "avcılık dediğin, güzel kafiye aramaktan başka bir şey değildir." bir tabip: "av, zihni bir noktaya saplamadığı için bir nevi manevî istirahatı davet eder." hoca: "mübahtır, onun için herkesin hakkı vardır." esnaftan biri: "kasaba olan minnet azalır." bir yazar: "gazeteye sermaye çıkıyor." dediler.