montaigne: dünyayı döndüren, çiftleşmeye duyulan arzudur.
machiavelli: insanlar babalarının kaybını unuturlar da mallarının kaybını unutmazlar.
lucretius: tüm dinler aynı ölçüde, cahiller için görkemli, siyasetçiler için kullanışlı ve filozoflar için gülünçtür.
samuel daniel: ürkek bilgi kararsızlıkla kıvranırken, cüretkar cehalet işi bitirir.
descartes: bütün iyi kitapları okumak, onları yazmış olan geçmiş yüzyılların en kültürlü insanlarıyla bir konuşma gibidir; hatta, onların bize, fikirlerinin sadece en iyilerini gösterdikleri, üzerinde inceden inceye düşünülmüş bir konuşmadır bu.
albert camus: saygınlığını elde etmenin en emin ve en hızlı yollarından biri paradır.
francis bacon: kadın kocasının gençlikte sevgilisi, orta yaşlılıkta yoldaşı, yaşlılıkta da bakıcısıdır.
john steinbeck: insanlar birbirlerine ne kadar kızgın olurlarsa olsunlar, masa başına geçtiler mi işi çözerler.
peter ackroyd: kendine karşı dürüst ol. o zaman başkalarına karşı da dürüst olursun.
thomas paine: yahudiliğin, katolikliğin, ortodoksluğun, müslümanlığın, protestanlığın ve bildiğim tüm din kurumlarının öğretilerine inanmıyorum. benim din kurumum aklımdır.
sigmund freud: evliliğin neden olduğu sinir hastalıklarının şifası, sadakatsizliktir.
carl gustav jung: insanın varoluşunun tek nedeni, yalnızca var olmanın karanlığına bir ışık tutabilmektir. dünyanın öbür kutbuna yapılan bu keşif gezisi rağbet görmez; çünkü belirsizlikler ve tehlikelerle doludur.
31.07.2012
30.07.2012
hurufi şiirler
hilmi yavuz
kalbin eksile eksile
sen bir kurdun yalnızlığı
gibi kurdun yalnızlığı
harfler ki dağbaşlarıdır
sözler, bulutların ördüğü hale
o herhangi hüzünlerde kalan kalbim bile yok
harflerin ormanında çok çok dolaştı
ağacı, yaprağı, çiçeği aştı; -ama yok
bir karşılık bulamadı melal'e
kendine sakla hüznümü
sözlerimden bir yaz ayır
yolla yollara yazıları
şiirimi güllere dağıt, dağ bayır
acı erkendi, yollar geç
kaldı bir yerlerde zaman
ah, anılar bile üşengeç
hüzünler bizimle tükendi
olmak için mi var'dık
nereye'yiz? bir yere
aşk mıyız, öyleyse
baştan ayağa yara ve bere
pinhan
elif şafak
her ne yöne gidersen git, kaç menzil tüketirsen tüket, sakın ola kendinden utanma. vücudun şehrine gir, onu seyreyle. biz nefsimizi silmekten değil, bilmekten yanayız, unutma.
insanları izlerken daha evvel hiç görmediklerini görebilir, hiç hissetmediklerini hissedebilirsin. insanları uzaktan seyrederken onlara her zamankinden yakın olabilirsin. eğer bakmayı bilirsen gözlerin sana oyun etmez; dosdoğru görürsün. içte saklı olanı, acıtanı, kanatanı görürsün. o vakit anlarsın ki o dediğin sensin, seyrettiğin kendi bedenin, kendi suretin; ağladığın kendi acıların.
kaçarak, korkarak, saklayarak bitmez tükenmez can sıkıntılarından mürekkep bir hayatı yaşamak, yaşamak değildir. insan ki eşref-i mahlukattır; bir nebat gibi hissiz yaşamak ona yakışmaz.
her ne yöne gidersen git, kaç menzil tüketirsen tüket, sakın ola kendinden utanma. vücudun şehrine gir, onu seyreyle. biz nefsimizi silmekten değil, bilmekten yanayız, unutma.
insanları izlerken daha evvel hiç görmediklerini görebilir, hiç hissetmediklerini hissedebilirsin. insanları uzaktan seyrederken onlara her zamankinden yakın olabilirsin. eğer bakmayı bilirsen gözlerin sana oyun etmez; dosdoğru görürsün. içte saklı olanı, acıtanı, kanatanı görürsün. o vakit anlarsın ki o dediğin sensin, seyrettiğin kendi bedenin, kendi suretin; ağladığın kendi acıların.
kaçarak, korkarak, saklayarak bitmez tükenmez can sıkıntılarından mürekkep bir hayatı yaşamak, yaşamak değildir. insan ki eşref-i mahlukattır; bir nebat gibi hissiz yaşamak ona yakışmaz.
28.07.2012
gençler için hayat bilgisi
raoul vaneigem
faşizmin bildiği tek üstün insan vardır: devlet.
köle olmayı reddetmek, dünyayı gerçekten değiştiren tek şeydir.
bir insanın hayatının yirmi dört saatinde, tüm felsefelerden daha fazla gerçek vardır.
hiçbir şey yeni bir başlangıcı gerektirmeyecek kadar değerli, sürekli bir zenginleşmeye yönelmeyecek kadar zengin değildir.
refah toplumu bir röntgenciler toplumudur.
üç bin yılın karanlığı on günlük devrimci şiddete dayanamaz.
teknik olanaklar açısından büyük bir zenginlik yaşanırken, gündelik hayat hoşgörülemez bir sefaletin içine itilmiştir.
umutsuzluk gündelik hayat devrimcilerinin çocukluk hastalığıdır.
burjuvazi tahakküm altına almaz, sömürür. daha az boyun eğdirir, kullanmayı tercih eder. neden üretkenlik ilkesinin açıkça feodal otorite ilkesinin yerini aldığı görülmez? neden anlamak istenmez bu?
bugünlerde zengin olmak bir yığın değersiz eşyaya sahip olmak demektir.
insanlar; sakatlayan bir dava uğruna, parçalayan hayali bir birlik uğruna, nesneleştiren bir görüntü uğruna, sahici hayattan koparan roller uğruna, akıp giden bir zamana dahil olmak uğruna, kendi içlerindeki gerçek zenginliklerden vazgeçerler.
"bir insanın ne olduğunu bilmiyorum. tek bildiğim herkesin bir fiyatı olduğu."
sahip olduğunuz her şey, karşılığında size sahip olur.
devrim, insanı kendisini kurban etmeye çağırdığı anda varlığını yitirir. kendini yitirmek ve devrimi fetişleştirmek. devrim anları, bireysel hayatın yeniden doğan bir toplumla birleşmeyi kutladığı karnavallardır. kurban olma çağrısı bir çan gibi çınlar.
insanlar aptal yerine konmaya hayır dedikleri zaman, boyun eğmeyi de bırakacaklardır.
önünde ne kadar yol kaldığından başka bir şey düşünmeyen bir gezgin, yol boyunca hayal kuran yol arkadaşından daha kolay yorulur.
dünyada hiç kimse ergenliğin kasvetli günlerinden tam olarak kurtulamamıştır.
başkalarından yola çıkan insan, kendisini boş yere arar; aynı boş jestleri defalarca tekrarlar. tersine, kendisinden yola çıkan insan, jestleri tekrarlamaz, onları geri sarar ve tekrar düşünür; düzeltir ve daha gelişmiş bir biçime sokar.
büyük aşklar hep ensestvari bir şeyler taşımışlardır.
örgütlü hayatta kalmaya dayalı bir toplum sadece sahte, gösteriye dayalı oyun biçimlerine hoşgörü gösterebilir.
haz uzun uzun hazırlandığı oranda etkili olur.
özgürlük düşmanlarıyla hiçbir uzlaşma yapılamaz ve hümanizm insanlığı ezenlere uygulanamaz. karşı devrimcilerin amansızca ezilmesi insani bir eylemdir; çünkü bürokratlaşmış hümanizmin zalimliklerinin önüne geçmenin tek yoludur.
şeylerin kanı dökülmez. onların ölü ağırlığını sırtlarında taşıyanlar şeylerin ölümüyle ölürler.
önümüzde kazanacağımız haz dolu bir dünya var ve can sıkıntımızdan başka kaybedeceğimiz hiçbir şey yok.
faşizmin bildiği tek üstün insan vardır: devlet.
köle olmayı reddetmek, dünyayı gerçekten değiştiren tek şeydir.
bir insanın hayatının yirmi dört saatinde, tüm felsefelerden daha fazla gerçek vardır.
hiçbir şey yeni bir başlangıcı gerektirmeyecek kadar değerli, sürekli bir zenginleşmeye yönelmeyecek kadar zengin değildir.
refah toplumu bir röntgenciler toplumudur.
üç bin yılın karanlığı on günlük devrimci şiddete dayanamaz.
teknik olanaklar açısından büyük bir zenginlik yaşanırken, gündelik hayat hoşgörülemez bir sefaletin içine itilmiştir.
umutsuzluk gündelik hayat devrimcilerinin çocukluk hastalığıdır.
burjuvazi tahakküm altına almaz, sömürür. daha az boyun eğdirir, kullanmayı tercih eder. neden üretkenlik ilkesinin açıkça feodal otorite ilkesinin yerini aldığı görülmez? neden anlamak istenmez bu?
bugünlerde zengin olmak bir yığın değersiz eşyaya sahip olmak demektir.
insanlar; sakatlayan bir dava uğruna, parçalayan hayali bir birlik uğruna, nesneleştiren bir görüntü uğruna, sahici hayattan koparan roller uğruna, akıp giden bir zamana dahil olmak uğruna, kendi içlerindeki gerçek zenginliklerden vazgeçerler.
"bir insanın ne olduğunu bilmiyorum. tek bildiğim herkesin bir fiyatı olduğu."
sahip olduğunuz her şey, karşılığında size sahip olur.
devrim, insanı kendisini kurban etmeye çağırdığı anda varlığını yitirir. kendini yitirmek ve devrimi fetişleştirmek. devrim anları, bireysel hayatın yeniden doğan bir toplumla birleşmeyi kutladığı karnavallardır. kurban olma çağrısı bir çan gibi çınlar.
insanlar aptal yerine konmaya hayır dedikleri zaman, boyun eğmeyi de bırakacaklardır.
önünde ne kadar yol kaldığından başka bir şey düşünmeyen bir gezgin, yol boyunca hayal kuran yol arkadaşından daha kolay yorulur.
dünyada hiç kimse ergenliğin kasvetli günlerinden tam olarak kurtulamamıştır.
başkalarından yola çıkan insan, kendisini boş yere arar; aynı boş jestleri defalarca tekrarlar. tersine, kendisinden yola çıkan insan, jestleri tekrarlamaz, onları geri sarar ve tekrar düşünür; düzeltir ve daha gelişmiş bir biçime sokar.
büyük aşklar hep ensestvari bir şeyler taşımışlardır.
örgütlü hayatta kalmaya dayalı bir toplum sadece sahte, gösteriye dayalı oyun biçimlerine hoşgörü gösterebilir.
haz uzun uzun hazırlandığı oranda etkili olur.
özgürlük düşmanlarıyla hiçbir uzlaşma yapılamaz ve hümanizm insanlığı ezenlere uygulanamaz. karşı devrimcilerin amansızca ezilmesi insani bir eylemdir; çünkü bürokratlaşmış hümanizmin zalimliklerinin önüne geçmenin tek yoludur.
şeylerin kanı dökülmez. onların ölü ağırlığını sırtlarında taşıyanlar şeylerin ölümüyle ölürler.
önümüzde kazanacağımız haz dolu bir dünya var ve can sıkıntımızdan başka kaybedeceğimiz hiçbir şey yok.
sessiz ev
orhan pamuk
tanrı'nın varlığını temel alan bütün dinler boş şiirsel gevezeliklerdir.
sabırlı olmak insana hayatta yalnızca vakit kaybettirir; başka bir şeye yaramaz.
günaha gırtlağınıza kadar batmak değil, başkasının günahsız kalabildiğini görmek daha çok acı verir sizlere.
tatlı dilin yılanı deliğinden çıkaracağına yalnızca bizim okulun aptal türkçe kompozisyon hocaları inanır.
hayatı da, tarihi de olduğu gibi görebilmek için beyinlerimizin yapısını değiştirmeliyiz. beyinlerimiz sürekli hikaye arayan ve yutan birer obura benziyor. bu hikaye düşkünlüğünden kurtulmalıyız. o zaman özgürleşeceğiz, dünyayı olduğu gibi göreceğiz o zaman.
zamanı bölecek şeyleri tutumla harcamalı.
ancak karanlığı bilen aydınlığı anlar; ancak hiçliği bilen var olmak ne demektir bilir.
hepimiz tanımadığımız birinin kölesiyiz sanki; bazen durup şöyle bir isyan etmeye çalışıyoruz; ama korkuyoruz sonra: şimşekleri, yıldırımları, bilinmeyen uzak felaketleri üstüme atar!
insan kendini bir dereceye kadar tanır; sonra ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir noktaya gelip takılır ve karşılıksız bir gevezeliğe başlar.
anılar köleler içindir; uyuşturur onları.
hayata, o bir seferlik araba yolculuğuna bitince yeniden başlayamazsın; ama elinde bir kitap varsa, ne kadar karışık ve anlaşılmaz olursa olsun, o kitap bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin.
uzun, upuzun bir hikaye: hayat: seni seviyorum.
tanrı'nın varlığını temel alan bütün dinler boş şiirsel gevezeliklerdir.
sabırlı olmak insana hayatta yalnızca vakit kaybettirir; başka bir şeye yaramaz.
günaha gırtlağınıza kadar batmak değil, başkasının günahsız kalabildiğini görmek daha çok acı verir sizlere.
tatlı dilin yılanı deliğinden çıkaracağına yalnızca bizim okulun aptal türkçe kompozisyon hocaları inanır.
hayatı da, tarihi de olduğu gibi görebilmek için beyinlerimizin yapısını değiştirmeliyiz. beyinlerimiz sürekli hikaye arayan ve yutan birer obura benziyor. bu hikaye düşkünlüğünden kurtulmalıyız. o zaman özgürleşeceğiz, dünyayı olduğu gibi göreceğiz o zaman.
zamanı bölecek şeyleri tutumla harcamalı.
ancak karanlığı bilen aydınlığı anlar; ancak hiçliği bilen var olmak ne demektir bilir.
hepimiz tanımadığımız birinin kölesiyiz sanki; bazen durup şöyle bir isyan etmeye çalışıyoruz; ama korkuyoruz sonra: şimşekleri, yıldırımları, bilinmeyen uzak felaketleri üstüme atar!
insan kendini bir dereceye kadar tanır; sonra ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir noktaya gelip takılır ve karşılıksız bir gevezeliğe başlar.
anılar köleler içindir; uyuşturur onları.
hayata, o bir seferlik araba yolculuğuna bitince yeniden başlayamazsın; ama elinde bir kitap varsa, ne kadar karışık ve anlaşılmaz olursa olsun, o kitap bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin.
uzun, upuzun bir hikaye: hayat: seni seviyorum.
27.07.2012
lanetliler
joyce carol oates
kötü, her zaman insanı irkiltmese de bir çekiciliği vardır; bizi yalnızca, doğanın ve kazaların yaptığı gibi, kurban değil, doğrudan suç ortağı yapar.
öyle insanlar var ki, kadınlar özellikle, yanlarında yarı ölüler bile dirilir. güzel kadınlar, kızlar değildir bunlar her zaman. sıcakkanlıdırlar ama. ruhları bütündür. buz gibi bir ruh, öyle yüce birinin yanında, yitirdiği benliğinden bir şeyleri geri kazanabilir.
bazı sırlar en iyi kadınlar tarafından, kadınlar arasında saklanır.
masum çocukların anıları, çoğunlukla yetişkinlerin yakıştırdıklarıdır; kendilerine ait olmayan anılarla kirlenir.
tutkunun ömrü ne kadar da kısadır ve sonuçları, bizi hiç ayrım yapmadan aptala çevirir.
karşında bir suçlu varsa oturup onu tanrı'nın cezalandırmasını beklememelisin.
bir erkeğin en gücüne giden şey, yanında çocuklarından biri varken başka bir erkek tarafından terslenmektir.
insanın bir konuda yeteneği varsa bir biçimde bunu satması gerekir.
dünya üzerinde insan olarak varlığımızın en derin gizi, bireysel varlıklar olarak yaşıyor ve dünyayı yalnızca kendi benliğimizin prizmasından görüyor olmamızdır. bu bireyselliği başkalarına yansıtmak olanaksızdır; onun için de başkalarının gözünde gerçek dışı ve gizemlidir bu durum. tersinden de bakılabilir -başkaları bütünüyle, sözcüğün en kapsamlı anlamıyla yabancıdır.
kötü, her zaman insanı irkiltmese de bir çekiciliği vardır; bizi yalnızca, doğanın ve kazaların yaptığı gibi, kurban değil, doğrudan suç ortağı yapar.
öyle insanlar var ki, kadınlar özellikle, yanlarında yarı ölüler bile dirilir. güzel kadınlar, kızlar değildir bunlar her zaman. sıcakkanlıdırlar ama. ruhları bütündür. buz gibi bir ruh, öyle yüce birinin yanında, yitirdiği benliğinden bir şeyleri geri kazanabilir.
bazı sırlar en iyi kadınlar tarafından, kadınlar arasında saklanır.
masum çocukların anıları, çoğunlukla yetişkinlerin yakıştırdıklarıdır; kendilerine ait olmayan anılarla kirlenir.
tutkunun ömrü ne kadar da kısadır ve sonuçları, bizi hiç ayrım yapmadan aptala çevirir.
karşında bir suçlu varsa oturup onu tanrı'nın cezalandırmasını beklememelisin.
bir erkeğin en gücüne giden şey, yanında çocuklarından biri varken başka bir erkek tarafından terslenmektir.
insanın bir konuda yeteneği varsa bir biçimde bunu satması gerekir.
dünya üzerinde insan olarak varlığımızın en derin gizi, bireysel varlıklar olarak yaşıyor ve dünyayı yalnızca kendi benliğimizin prizmasından görüyor olmamızdır. bu bireyselliği başkalarına yansıtmak olanaksızdır; onun için de başkalarının gözünde gerçek dışı ve gizemlidir bu durum. tersinden de bakılabilir -başkaları bütünüyle, sözcüğün en kapsamlı anlamıyla yabancıdır.
25.07.2012
medya, devlet ve ulus
philip schlesinger
ayn rand: sosyalizm kederlidir.
edward peters: engin bir devlet gücünün, kaynakları seferber etme yeteneğinin ve fiilen sonsuz çeşitlilikte olan zor kullanma araçlarına sahip olmanın geçerli olduğu bir çağda, paradoksal bir şekilde, devlet siyasetlerinin birçoğu devletin iç ya da dış düşmanları karşısında aşırı dayanıksız olduğu anlayışına dayandırılmıştır.
paul wilkinson: hiçbir baskıcı devlet, üyeleri özellikle adam öldürme, işkence, zorla itiraf ettirme, açıklama yaptırma vb. metotlar konusunda eğitilen bir gizli polis aygıtından vazgeçemez.
pierre bourdieu: kültür yalnızca ortak bir kod ya da hatta sürekli yeniden ortaya çıkan sorunlar için hazırlanmış ortak bir yanıtlar kataloğu değildir; müziğin yazılmasında söz konusu olan şeyi andıran bir "icat etme sanatı" sayesinde özgül durumlara doğrudan doğruya uygulanabilir sonsuz sayıda tekil örüntülerin yaratıldığı, daha önce özümsenmiş ortak bir ana örüntüler dizisidir.
paul wilkinson: herhangi bir süre boyunca askeri yönetime başvuran, adına demokratik denilen hiçbir hükümet sürekli bir kamu desteğini hak etmez.
alberto melucci: kolektik kimlik, kendi eylemlerinin yönlendirilmesinin yanı sıra eylemlerinin cereyan ettiği fırsatlar ve kısıtlamalar alanıyla da ilgili olan, etkileşim içindeki birden fazla birey tarafından üretilmiş etkileşimsel ve müşterek bir tanımdır. kolektif kimlik oluşumu hassas bir süreçtir ve ardı arkası kesilmeyen bir yatırım gerektirir. kolektif kimlik, daha kurumsallaşmış toplumsal eylem biçimlerine benzer hale geldikçe örgütsel biçimler, bir formel kurallar sistemi ve önderlik örüntüleri halinde billurlaşabilir.
paul wilkinson: komplo teorileri toplumsal gerçekliğin hakkını çok nadiren verir.
claudio magris: kimlik, ucu daima açık olan bir arayışken, bir kimsenin kendi kökenlerini saplantılı bir şekilde savunması zaman zaman, başka koşullarda yerinden edilmeye isteyerek boyun eğmek kadar geriletici bir kölelik biçimi olabilir.
mary douglas: kamusal bellek toplumsal düzenin depolama sistemidir. kamusal bellek hakkında düşünmek, düşüncemizin koşulları hakkında düşünmek kadar bize yakın bir şeydir.
ayn rand: sosyalizm kederlidir.
edward peters: engin bir devlet gücünün, kaynakları seferber etme yeteneğinin ve fiilen sonsuz çeşitlilikte olan zor kullanma araçlarına sahip olmanın geçerli olduğu bir çağda, paradoksal bir şekilde, devlet siyasetlerinin birçoğu devletin iç ya da dış düşmanları karşısında aşırı dayanıksız olduğu anlayışına dayandırılmıştır.
paul wilkinson: hiçbir baskıcı devlet, üyeleri özellikle adam öldürme, işkence, zorla itiraf ettirme, açıklama yaptırma vb. metotlar konusunda eğitilen bir gizli polis aygıtından vazgeçemez.
pierre bourdieu: kültür yalnızca ortak bir kod ya da hatta sürekli yeniden ortaya çıkan sorunlar için hazırlanmış ortak bir yanıtlar kataloğu değildir; müziğin yazılmasında söz konusu olan şeyi andıran bir "icat etme sanatı" sayesinde özgül durumlara doğrudan doğruya uygulanabilir sonsuz sayıda tekil örüntülerin yaratıldığı, daha önce özümsenmiş ortak bir ana örüntüler dizisidir.
paul wilkinson: herhangi bir süre boyunca askeri yönetime başvuran, adına demokratik denilen hiçbir hükümet sürekli bir kamu desteğini hak etmez.
alberto melucci: kolektik kimlik, kendi eylemlerinin yönlendirilmesinin yanı sıra eylemlerinin cereyan ettiği fırsatlar ve kısıtlamalar alanıyla da ilgili olan, etkileşim içindeki birden fazla birey tarafından üretilmiş etkileşimsel ve müşterek bir tanımdır. kolektif kimlik oluşumu hassas bir süreçtir ve ardı arkası kesilmeyen bir yatırım gerektirir. kolektif kimlik, daha kurumsallaşmış toplumsal eylem biçimlerine benzer hale geldikçe örgütsel biçimler, bir formel kurallar sistemi ve önderlik örüntüleri halinde billurlaşabilir.
paul wilkinson: komplo teorileri toplumsal gerçekliğin hakkını çok nadiren verir.
claudio magris: kimlik, ucu daima açık olan bir arayışken, bir kimsenin kendi kökenlerini saplantılı bir şekilde savunması zaman zaman, başka koşullarda yerinden edilmeye isteyerek boyun eğmek kadar geriletici bir kölelik biçimi olabilir.
mary douglas: kamusal bellek toplumsal düzenin depolama sistemidir. kamusal bellek hakkında düşünmek, düşüncemizin koşulları hakkında düşünmek kadar bize yakın bir şeydir.
24.07.2012
beyaz dağ
jorge semprun
bilgeliğin doruğu, peşlerinden koşarken gözden kaybetmeyecek kadar büyük düşlere sahip olmaktır.
insanın edepli, masum ve onurlu bir tavır içinde olabildiği yegane barınaklar ana bağrı ve tabuttur; onların dışında her şey edepsizcedir. edepsizliğin daniskası, hayatın edepsizliğini çoğaltıp yücelttiği için kuşkusuz edebiyattır.
hayatın her türlüsü, özellikle evlilik hayatı, edebiyat için zararlıdır.
insan şiddetli ve gelip geçici bir duygudur yalnızca. gelip geçici ama öylesine şiddetli bir duygu ki her şeye damgasını vurur.
hep böyle olur: insan her zaman bir alanı kat eder; bir sokağı, bir salonu, bir sanat galerisini, bir ormanı, bir okyanusu; genç kadınlara gidebilmek için hayatı kat eder. genç kadınlara doğru hep aynı şekilde yürünür; aynı umutla, aynı kaygıyla, aynı sonsuzluk ihtiyacıyla.
tilki bir sürü ufak tefek şey bilir, kirpininse tek bir bildiği vardır; ama büyük bir şeydir.
hikaye nedir? hikaye kalan izlerdir; kapanmış yara izleri, anılar, davranışlar, çılgın gülüşler, sevecenlik, şiddet, bir tören, belki de aynı zamanda sıradanlık. hikaye; sürmekte olan şimdiki zaman, bıkıp usanmadan kendine anılar oluşturan, tasarılar kuran bir şeydir.
bir erkekten her şey beklenir, dünyanın en akıllı insanı olsa bile.
her anlatı eksiktir, sessizlikler her yerde eksik kalır. bir anlatı fazla yoğun, fazla bağdaşık, yekpare olduğunda eksiktir. çünkü sessizliğin gözeneklerine, soluğuna sahip değildir. sessizliğin musikisi anlatının kendisinden kaynaklanmaz. yalnızca duyarlı bir okur onu yapıta katabilir; yine de yazarın bu olasılığa gönderme yapması gerekir.
kadınlar vardır, insanda onları alt etme ve onlara sahip olma arzusu uyandırırlar.
bilgeliğin doruğu, peşlerinden koşarken gözden kaybetmeyecek kadar büyük düşlere sahip olmaktır.
insanın edepli, masum ve onurlu bir tavır içinde olabildiği yegane barınaklar ana bağrı ve tabuttur; onların dışında her şey edepsizcedir. edepsizliğin daniskası, hayatın edepsizliğini çoğaltıp yücelttiği için kuşkusuz edebiyattır.
hayatın her türlüsü, özellikle evlilik hayatı, edebiyat için zararlıdır.
insan şiddetli ve gelip geçici bir duygudur yalnızca. gelip geçici ama öylesine şiddetli bir duygu ki her şeye damgasını vurur.
hep böyle olur: insan her zaman bir alanı kat eder; bir sokağı, bir salonu, bir sanat galerisini, bir ormanı, bir okyanusu; genç kadınlara gidebilmek için hayatı kat eder. genç kadınlara doğru hep aynı şekilde yürünür; aynı umutla, aynı kaygıyla, aynı sonsuzluk ihtiyacıyla.
tilki bir sürü ufak tefek şey bilir, kirpininse tek bir bildiği vardır; ama büyük bir şeydir.
hikaye nedir? hikaye kalan izlerdir; kapanmış yara izleri, anılar, davranışlar, çılgın gülüşler, sevecenlik, şiddet, bir tören, belki de aynı zamanda sıradanlık. hikaye; sürmekte olan şimdiki zaman, bıkıp usanmadan kendine anılar oluşturan, tasarılar kuran bir şeydir.
bir erkekten her şey beklenir, dünyanın en akıllı insanı olsa bile.
her anlatı eksiktir, sessizlikler her yerde eksik kalır. bir anlatı fazla yoğun, fazla bağdaşık, yekpare olduğunda eksiktir. çünkü sessizliğin gözeneklerine, soluğuna sahip değildir. sessizliğin musikisi anlatının kendisinden kaynaklanmaz. yalnızca duyarlı bir okur onu yapıta katabilir; yine de yazarın bu olasılığa gönderme yapması gerekir.
kadınlar vardır, insanda onları alt etme ve onlara sahip olma arzusu uyandırırlar.
23.07.2012
kurtlarla koşan kadınlar
clarissa pinkola estes
iyi gelişmiş animusun mükemmel sınırları vardır.
ruhtan gelen yaşantıyı, salt egodan gelen yaşantıdan ayıran üç şey vardır: yeni yöntemleri hissetme ve öğrenme yeteneği, kötü de olsa yoldan ayrılmama azmi ve zamanla derin sevgiyi öğrenme sabrı. ego ise şiddetli bir öğrenmeden kaçınma isteği ve eğilimine sahiptir.
cultura cura, kültür iyileştirir.
güçlü olmak, kas geliştirip şişirmek anlamına gelmez. insanın, kaçmadan kendi tanrısallığıyla buluşması, kendi kafasına göre vahşi doğayla iç içe bir hayat yaşaması anlamına gelir. öğrenebilmek, bildiklerimize katlanabilmek anlamına gelir. dayanmak ve yaşamak anlamına gelir.
hayatlarımızda ortaya çıkan bütün olumsuz ve sancılı olaylar doğal bir sansüre uğrar.
köpekler evrenin büyücüleridir. yalnızca varlıklarıyla bile, somurtkan insanları gülümseyen insanlara, üzgün insanları daha az üzgün insanlara dönüştürür ve ilişkiler doğururlar.
bir tanrının soluğu ile bir insanın soluğunun karışması, o kişinin yoğun ve kutsal bir şiir yaratmasını sağlar.
öyle basit şeyler vardır ki, asla bilinemezler.
carl gustav jung: tinsel yoksulluğumuzu basitçe kabullenmek çok daha iyi olacaktır. tin ağırlaştığında suya döner. bu nedenle ruhun yolu, suya giden yoldur.
dünyaların en iyisinde bile ruhun zaman zaman tazelenmeye ihtiyacı vardır.
iyi gelişmiş animusun mükemmel sınırları vardır.
ruhtan gelen yaşantıyı, salt egodan gelen yaşantıdan ayıran üç şey vardır: yeni yöntemleri hissetme ve öğrenme yeteneği, kötü de olsa yoldan ayrılmama azmi ve zamanla derin sevgiyi öğrenme sabrı. ego ise şiddetli bir öğrenmeden kaçınma isteği ve eğilimine sahiptir.
cultura cura, kültür iyileştirir.
güçlü olmak, kas geliştirip şişirmek anlamına gelmez. insanın, kaçmadan kendi tanrısallığıyla buluşması, kendi kafasına göre vahşi doğayla iç içe bir hayat yaşaması anlamına gelir. öğrenebilmek, bildiklerimize katlanabilmek anlamına gelir. dayanmak ve yaşamak anlamına gelir.
hayatlarımızda ortaya çıkan bütün olumsuz ve sancılı olaylar doğal bir sansüre uğrar.
köpekler evrenin büyücüleridir. yalnızca varlıklarıyla bile, somurtkan insanları gülümseyen insanlara, üzgün insanları daha az üzgün insanlara dönüştürür ve ilişkiler doğururlar.
bir tanrının soluğu ile bir insanın soluğunun karışması, o kişinin yoğun ve kutsal bir şiir yaratmasını sağlar.
öyle basit şeyler vardır ki, asla bilinemezler.
carl gustav jung: tinsel yoksulluğumuzu basitçe kabullenmek çok daha iyi olacaktır. tin ağırlaştığında suya döner. bu nedenle ruhun yolu, suya giden yoldur.
dünyaların en iyisinde bile ruhun zaman zaman tazelenmeye ihtiyacı vardır.
22.07.2012
sosyolojik düşünmek
zygmunt bauman
sosyoloji, insan dünyası hakkında bir düşünme biçimidir.
sağduyu: hayatımızdaki günlük işlerimizi yürütmek için faydalandığımız zengin ancak dağınık, sistematik olmayan, genelde bağlantıları belirsiz ve söze dökülemeyen bilgi. senin ve benim hayat hakkındaki “ham” bilgimiz.
aslında özgürlük, karar verme ve seçme yetisidir.
ceza, yaptıklarımdan sorumlu olduğumun doğrulanmasıdır.
seçme özgürlüğü kendi başına kişinin seçimlerini hayata geçirme özgürlüğünü garanti etmez, hele niyet edilen sonuçlara erişme özgürlüğünü hiç temin etmez. özgür davranabilmem için, özgür iradeden başka kaynaklara da ihtiyacım vardır.
istediğim gibi davranma özgürlüğümün ne yaptığıma ya da neye sahip olduğuma değil kim olduğuma bağlı olduğunu fark edebilirim. belli bir kulübe ya da belli bir ofiste işe girmem ırkım, cinsiyetim, yaşım, etnik grubum ya da milliyetim gibi niteliklerim yüzünden engellenebilir. bu sıfatların hiçbiri benim irademe ya da eylemime bağlı değildir ve ne kadar özgür olursam olayım bunları değiştirmeye gücüm yetmeyecektir.
benim bugünkü özgürlüğüm dünkü özgürlüğüm tarafından sınırlanmıştır; ben geçmişteki eylemlerim tarafından belirlenmiş, yani şimdiki özgürlüğüm açısından kısıtlanmış olurum.
peşine düşmeye değer amaçlar ile uğruna sıkıntıya girmeye değmeyenler arasındaki ayrım..
amaç ne ise onuz izlerken kullandığım araçlar..
ilgi kurma kıstası, tamamlamaya uğraştığım proje için ilgili ve ilgisiz kişiler ile şeyler arasında ayrım yapma sanatı..
sosyal olarak denetlenen bir terbiye kaçınılmazdır; çünkü insanların doğal eğilimleri bir arada yaşamalarını imkansız kılar; hem de kabul edilemeyecek kadar kaba ve tehlikelidir. düşünürler, cinsellik ve saldırganlık dürtüler özgür bırakılacak olursa hiçbir grubun dayanamayacağına, dürtülerin, sosyal hayatı bütünüyle imkansız kılacak kadar şiddetli çatışmalar doğuracağına işaret ederler.
sigmund freud, benliğin gelişim sürecinin tamamının ve insan gruplarının sosyal örgütlenmesinin, sosyal olarak tehlikeli içgüdülerin, özellikle saldırganlık ve cinsellik içgüdülerinin dışavurumlarını kontrol altına alma ihtiyacı ve bu ihtiyaca yönelik pratik çabalar ışığında yorumlanabileceğini ileri sürmüştür. freud içgüdülerin asla ortadan kaldırılmadıklarını ileri sürer; içgüdüler yok edilemezler ancak bastırılabilir ve bilinçaltına sürülebilirler. onları bu zindanda tutan şey, grup tarafından uygulanan baskıların ve taleplerin içselleştirilmiş bilgisi olan süperegodur.
ego, iki güç -bilinçaltına itilmiş ancak yine de kudretli ve asi duran içgüdüler ile dürtüleri bilinçaltında tutmak ve kapatıldıkları yerden kaçmalarını engellemek için egoyu bastıran süperego- arasında sürekli askıda durur.
kardeşler arasındaki ideal ilişkiler fedakarca yardımlaşmanın, ortak bir dava için güçleri birleştirmenin ve “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” türü dayanışmacı bir davranışın ilkörneğini sunar. zaman zaman belki fark etmişsinizdir, izleyicilerine karşılıklı bağlılık duyguları aşılamayı isteyen insanlar kardeşlik metaforlarını kullanmaya bayılırlar ve dinleyicilerine “kardeşler” ya da “bacılar” diye seslenirler. milli dayanışma duyguları ve milleti için kendini feda etmeye hazır olma, ülkeden “ana vatanımız” ya da “atalarımızın toprağı” diye söz ederek sağlanır.
ön yargı, düşmanlarda olabilecek herhangi bir erdemin, gerçek ya da hayali kusurlarını abartma eğilimi ile katlanarak doğrudan reddi anlamına gelir.
amerikalı antropolog gregory bateson, düşman tutumların adeta düşman davranışı teşvik ederek kendi gerekçesini sağlaması şeklinde ilerleyen etki-tepki zincirine schismogenesis adını takmıştır. bateson asıl olarak iki tür schismogenesisten söz eder. simetrik schismogenesis durumunda, tarafların her biri karşıtında gördüğü güç belirtilerine tepki gösterir. rakip ne zaman kuvvet ve kararlılık gösterse, daha etkili bir kuvvet ve kararlılık yoluna gidilir. simetrik schismogenesis çatışan taraflarda kendini öne çıkarma duygusunu besler ve rasyonal müzakere ve anlaşma ihtimalini gerçekten ortadan kaldırır. tamamlayıcı schismogenesis tamamen zıt varsayımlardan doğar ama aynı kapıya, yani ilişkinin kopmasına çıkar. eylemlerin schismogenesis dizilişi tamamlayıcıdır; çünkü öteki taraf karşı tarafın artan gücünün tezahürleriyle karşılaştığında direnişini zayıflatırken, bir taraf öteki tarafın zayıflık işareti göstermesiyle kararlılığını artırır. bateson’ın belirttiği gibi, etkileşimlerin gösterebileceği üçüncü bir biçim daha vardır: karşılıklılık. karşılıklılık tarafların her birinin öteki tarafın ihtiyacı olan bir şeyi karşıladığı bir ilişkidir.
sosyolojinin kurucularından biri olan max weber çağdaş toplumda örgütlerin her yanda boy vermesini sosyal hayatın sürekli rasyonalleşmesinin bir işareti olarak görüyordu. (adet ya da alışkanlık sonucu düşünmeden yapılmış bir eylem olan geleneksel eylem ve anlık bir duygulanımla başlayan ve sonuçları düşünülmeden yapılan kontrolsüz bir eylem olan duygusal eylemden farklı olarak rasyonal eylem, yaratılacak amacın açıkça dile getirildiği ve faillerin düşünceleriyle çabalarını bu amaca ulaşmak için en etkili ve ekonomik olabilecek araçları seçme işinde yoğunlaştırdığı bir eylemdir. weber’e göre örgüt (weber “büronun yönetimi” anlamına gelen “bürokrasi” terimini kullanır) rasyonal eylemin gereklerine en üst düzeydeki uyarlanmadır. aslında örgüt amaçları rasyonal bir biçimde, yine aynı zamanda en yüksek verim ve en düşük maliyetle gözetmenin en uygun yöntemidir.
örgütün kurallarına boyun eğdirildiği örgüt örneği de vardır; bu, erving goffman’ın verdiği adla, total kurumlar örneğidir. total kurumlar zoraki cemaatlerdir. burada üyelerin hayatlarının bütünü kılı kırk yaran düzenlemelere konu olur; üyelerin ihtiyaçları örgüt tarafından belirlenmekte ve karşılanmaktadır, izin verilen ve verilmeyen eylemleri örgütsel kurallarla belirlenmiştir. yatılı okullar, askeri kışlalar, hapishaneler, akıl hastaneleri, değişen oranlarda total kurumlar modeline uyar. bu kurumların sakinleri gece gündüz gözetim altında tutulurlar (ya da en azından gözetim altında olmadıklarından emin olamayacakları koşullarda tutulurlar), öyle ki kurallardan her türlü sapma anında tespit edilir ve cezalandırılır ya da mümkünse önlenir. total kurumlar üyelerini kendi başlarına bir kişisel ilişkiler ağı geliştirmekten etkin olarak caydırmaları ile cemaat modelinden köklü bir biçimde ayrılır.
olağanüstü zor ve acımasız savaş ve yabancı işgal koşullarında insan davranışı üzerine yapılan araştırmalar göstermektedir ki, armağan vermenin en kahramanca örnekleri -tehlikede olan birinin hayatını kurtarmak için kendi hayatını feda etme- tamamen dürtüleri saf armağana çok yaklaşan insanlar tarafından gösterilmiştir; bu insanlar başka insanların yardımına koşmayı sırf ahlaki görevleri -sanki doğal, aşikar ve ilk akla gelen şeymiş gibi herhangi bir gerekçe aramayan bir görev- olarak görmüşlerdir. bu araştırmaların en dikkat çeken bulgularından biri, yardıma koşanlar arasındaki en fedakarlarının eylemlerini eşsiz bir kahramanlık olduğunu anlamakta güçlük çektikleridir. onlar böyle bir davranışın gerektirdiği cesareti ve kanıtladığı ahlaki erdemi önemsemezler.
amerikalı sosyolog richard sennett, partnerlerin ikisinin de ısrarla mahremiyet hakkı, kendini partnerine tamamen açma, partnerle kişinin içsel dünyası hakkındaki bütün, en özel hakikati paylaşma, bütünüyle içten olma, yani partner için ne kadar altüst edici olursa olsun hiçbir şeyi saklamama hakkı peşinde oldukları bir ilişki için yıkıcı gemeinschaft terimini ortaya atmıştır. sennett’a göre, kişinin partnerinin karşısında ruhunu bütün gerçekliğiyle ortaya sermesi, partnerden zorunlu olarak şevk yaratmayacak şeylere onay vermesi ve yanıt verirken aynı şekilde içten ve dürüst olması isteneceğinden, partnerin omuzlarına katlanılmaz bir ağırlık bindirebilir. sennett, kalıcı bir ilişkinin, özellikle kalıcı bir aşk ilişkisinin karşılıklı mahremiyet talebinin sallantılı zemininde yükselemeyeceğine inanır. partnerlerin birbirlerinden karşılayamayacakları (ya da bedelini düşününce karşılamak istemeyecekleri) taleplerde bulunma ihtimali çok fazladır; bu ilişkiye bir süre biçmeye, bitirmeye ve çekilmeye karar vermek yerine bu yüzden acı çekecek, kıvranacak ve umutsuzluğa düşeceklerdir. partnerlerden biri ya da öteki çekilmeyi benliğinin olumlanması ihtiyacına başka yerlerde tatmin aramayı seçecektir.
işte psikanalitik seansların, psikolojik tedavinin, aile danışmanlığının vb. şaşırtıcı başarısının gizi burada yatıyor. artık, bir kişinin en içten duygularını başka birine anlatması ve sonuçta kişinin o çok özendiği kimliğinin onaylanması anlamına gelen kendini bütünüyle açma hakkı için gerekli şey yalnızca para haline gelmiştir. parasal ödeme analistin ya da terapistin hastaları ya da müşterileri ile ilişkisini kişisel olmayan bir ilişkiye dönüştürür. ve böylelikle kişi sevmeden sevilebilir. kişi, hizmetlerini satın aldığı ve bu yüzden bir iş ilişkisinin parçası olarak ortak yükümlülük altına girdiği insanlar hakkında hiçbir kaygıya kapılmaksızın, kendisiyle ilgilenilmesini ve kaygılarının paylaşılmasını sağlayabilir. hasta, bir sevilme yanılsaması satın alır. (gelgelelim, unutulmamalıdır ki, tek taraflı aşk “doğaya karşı”, yani sosyal olarak kabul edilen aşk modeliyle şiddetli bir uyuşmazlık içinde olduğundan, psikanalitik uygulamanın başında genelde aktarım denen bela vardır: yani, hastanın eğilim olarak analistin “-miş gibi” davranışını bir sevgi ifadesi olarak görme hatasına düşmesi ve anlaşmanın tamamıyla iş benzeri, kişisel olmayan koşullarını aşan bir tutumla karşılık vermesi. aktarım olgusu terapinin bir aşk ikamesi olduğunun en güçlü kanıtı olarak da yorumlanabilir.)
richard sennett’in tartıştığı, aşkın böylesine değerden düşmesinin tezahürlerinden biri erotizmin dışlanması ve yerine cinselliğin geçmesi eğilimidir. erotizm, cinsel arzunun ve son tahlilde bizatihi cinsel ilişkinin, çevresinde kalıcı bir aşk ilişkisinin kurulduğu ve sürdürüldüğü bir eksen olarak konumlanması, daha önce çok yanlı, bütünlüklü sosyal ilişkilere atfedilen bütün özellikleri taşıyan istikrarlı bir sosyal birliktelik biçimi anlamına gelir. cinsellik ise cinsel ilişkinin tek bir işleve, cinsel arzunun tatmini işlevine indirgenmesidir.
düşlerimiz ve özlemlerimiz, aynı anda doyurulmaları neredeyse hiç mümkün olmayan, ne var ki ayrı ayrı peşlerine düşüldüğünde de aynı şekilde tatmini güç olan iki ihtiyaç arasında parçalanmıştır. bunlar aidiyet ve bireysellik ihtiyaçlarıdır. birinci ihtiyaç bizi ötekilerle güçlü ve güvenli bağlar kurmaya sevk eder. ikinci ihtiyaç bizi, içinde baskılardan bağışık ve taleplerden özgür olduğumuz, yapmaya değer gördüğümüz şeyi yaptığımız, “kendimiz olduğumuz” bir duruma, özel hayata yöneltir. iki ihtiyaç da dayatıcı ve güçlüdür; ikisinin de baskısı arttıkça verili ihtiyacın tatmini azalır. öte yandan, biri tatmine ne kadar yaklaşırsa, aynı oranda ötekinin ihmal edilmesinin acısını duyarız. özel hayat olmaksızın cemaatin aidiyetten çok baskıya benzediğini, cemaat olmaksızın da özel hayatın “kendi olmak” yerine yalnızlığa benzediğini fark ederiz.
eğer muhtaç insanlara sunduğum yardım onların ya da tanrının gözüne girmek için yapılan maksatlı bir çabaysa, bu eylem de hissi olmayacaktır; böylesi bir sunum daha çok hesaplanmış bir girişim içinde bir adım, bir amaca, bu örnekte, günahlarımın bağışlanması ve kurtuluşun kazanılmasına yönelik bir araç olacaktır. bir eylem ancak düşünümsüz, kendiliğinden, ön müzakere olmaksızın yapıldığı ve argümanlara ağırlık vermenin ve etkilerini hesaplamanın zamanı gelmeden önce gerçekleştirilen bir eylem olduğu müddetçe hissidir.
a’nın amaçları b’nin kaynakları olduğunda ve bu yüzden b’nin amaçları için bir araç olarak kullanıldığında, a’nın seçim özgürlüğünden çok ciddi tavizler verilmiş olur. a’nın eylemleri artık özerk değildir; güdümlü hale gelmiştir.
karşılıklı ilişkimizde güç, eşit olmayan bir biçimde dağılmıştır; bu, asimetrik bir güç ilişkisidir.
soyguncuyla bir gece karşılaşmasında, genellikle açgözlü biri için üstün değerler olan banknotlar ve kredi kartlarıyla dolu bir cüzdan birdenbire anlamsız hale gelebilir; seçim artık daha az ya da daha çok para arasında değil, hayatla ölüm arasındadır. hapishane ya da çalışma kampındaki kurumsallaşmış baskı koşullarında, yeni değerler -iyi yiyecek, hafif iş, çıkış ya da ziyaretçi kabul izni, tek başına ya da sıkı güvenlik koşullarında bir yerde kapatılmaktan kurtulma ya da yalnızca gardiyanın iyi muamelesi- eski, bir zamanlar göklere çıkarılan değerleri gölgede bırakabilir ve uğursuz ya da gülünecek değerler haline getirebilir. toplama kampları gibi uç örneklerde, kendini koruma ve hayatta kalma değeri tutsakların bütün seçimlerinin önüne geçebilir.
meydan okuyuş ve itirazlar karşısında etkin olarak ve kıskançlıkla savunulmadıkça, rekabet sonucu kazanılan hiçbir şeyin güven içinde olduğu düşünülemez. rekabetçi mücadele asla son bulmaz; sonuçlar asla nihai ve tersinmez değildir.
erkek egemen toplumda, baskı altında olmaları kadınların kendi kabahatidir; kadınların daha az prestijli ve arzulanır işlevlere hapsedilmesi “doğuştan” gelen yetmezlikle -aşırı duygusallık, rekabetçi ruh ve rasyonallik yoksunluğu ya da zeka azlığı ile- açıklanır.
ideal olarak, iş etkinlikleri ahlaki kaygıların yol açtığı güdülerden etkilenmemelidir. iş ve ahlak birlikte yürümez. iş hayatındaki başarı, takınılan tavrın rasyonalliğine bağlıdır ve bu yeri geldiğinde her davranışın özçıkar kaygılarına hiç tereddütsüz teslim edilmesi demektir. rasyonallik yürekten çok kafa tarafından yönlendirilmek demektir. eylem ancak, eldeki görev en verimli ve en az maliyetle yerine getirildiği müddetçe, rasyonaldir.
örgütsel disiplinin ahlaki sakıncaları susturma ya da askıya alma kudreti, belli bir sayıdaki gönüllüye uydurma bir bilimsel araştırmanın deneklerine acı verici elektrik şoku uygulama emrinin verildiği malum stanley milgram deneylerinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. zalimliklerinin yüce bilimsel amacına inanmış (işini yapan kişiler olarak onlar gerçekten kavrayamaz ya da yargıda bulunamaz; ancak hayranlık duyabilirlerdi) ve araştırma projesinden sorumlu bilim insanlarının güya üstün yargılarına güvenen çoğu gönüllü emirleri harfi harfine -kurbanlarının acı çığlıklarına kulaklarını kapatarak- yerine getirmiştir. deneyin küçük ölçekte ve laboratuvar koşullarında ortaya çıkardığı şey, ikinci dünya savaşı ve sonrasındaki soykırım pratiğiyle dehşet verici boyutlarda sergilenmiştir.
karmaşık bir örgütlenmenin memurları, parçası oldukları ortak etkinliğin nihai sonuçlarının ayrımında olsalar bile, o sonuç genelde onları endişelendirmeyecek kadar uzaktadır. uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir. yatay ve dikey işbölümü yüzünden, tek tek her kişinin eylemleri bir kural olarak çok sayıda öteki insanın eylemleriyle dolayımlıdır. ya kişinin yaptığı iş doğrudan sonuç üretmemekte ya da bu öteki insanların yaptığı sayısız öteki işler sayesinde eylemin uzak hedeflerinden korunmaktadır. bu yüzden, sanki yapılanla eylemin nihai hedefinin başına gelenler arasında doğrudan bir nedensel bağlantı yoktur. son noktada, kişinin katkısı önemini kaybeder ve nihai sonuç üzerindeki etkisi de ciddi bir ahlaki sorun olarak görülemeyecek kadar küçük görünür. “ben yanlış bir şey yapmadım, beni kınaman için hiçbir neden yok” normal bir özür tümcesi olacaktır. nihayetinde, kişi plan yapmak, rapor yazmak, belgeleri doldurmak ya da iki kimyasal bileşiği karıştıran makineyi açıp kapamak kadar masum ve zararsız bir şey yapıyor olabilir. insan egzotik bir ülkede kömür olmuş vücutları öyle kolaylıkla kendi eyleminin sonuçları olarak, kendinin sorumlu olduğu şeyler olarak görmeyecektir.
kenardan seyredenlere gelince, onların uymaları ya da en azından sessiz ve hareketsiz kalmaları, ahlaki davranmanın ve kurbanlarla dayanışmaya girmenin bedelleri ağırlaştırılarak sağlanmıştır. ahlaki bakımdan doğru olanı seçmek, çoğu zaman kendi fiziksel varlığını tehlikeye atmaktan başka bir anlama gelmeyen, korkunç bir cezaya davetiye çıkarmak anlamına gelecekti. bir kere oyun yüksek oynanınca, kendini koruma kaygısı, rasyonal gerekçelerle -“kendi hayatımı ve aileminkini tehlikeye atmadan kurbanlara yardım edemezdim; en iyi halde bir tek kişiyi kurtarabilirdim; ama başarısızlık halinde, on kişi ölecekti.”- bastırılmaya yüz tutan ahlaki görevleri ve ahlaki pişmanlıkları silip süpürür. hayatta kalma şanslarına ilişkin nicelik hesabı, eylemin ahlaki niteliğinin önüne geçmiştir.
komünist toplumlarda düşman sınıflara ve onların işbirlikçileri olarak sınıflandırılan kişilere karşı uygulanan kitle terörü, başka türlü insan hakları sicillerinden gurur duyan ülkelerde süren ırksal ve etnik azınlıklar üzerindeki ayrımcılık, açık açık ya da el altından uygulanan apartheid sistemleri ve türkiye’de ermenilerin katlinden, nazi almanyası’nda milyonlarca yahudinin, çingenenin ve slavların yok edilmesine, kürtlerin gaz bombalarıyla boğulmasından kamboçya’daki kitle katliamlarına uzanan sayısız soykırım örneği. ahlaki güdülenimin bastırılmasında mahir olan bürokratik teknolojinin gelişmesinin (modern toplumun bir başarısı olan ahlaki duyarlılığın insan türünün bütün üyelerine yayılması kadar) bütün bunları -teoride değilse bile, pratikte- daha tartışmalı hale getirdiği söylenebilir.
sosyal gerçekliğin yapıları ile kültürel olarak belirlenen davranışın yapılarının denkliğini temin eden düzeneğe kültürel kod denir.
insan kültürü, insan bireylerin eğitimi, kültürel kodun bilgisini vermekten -işaretleri okuma yetisi ve onları seçme ve sergileme becerisi kazandırmaktan- ibarettir.
derinin hangi parçalarının “hassas” kabul edileceği ve korunma ihtiyacında olduğu büyük oranda bir kültür meselesidir; ayakları değil de göğüsleri kapatma ihtiyacı ya da tersi gibi ayakkabı giyme ihtiyacı da kültüreldir.
hemen hepimiz çok sayıda farklı hayat tarzlarının olduğunu biliriz. çevremizde bizden farklı giyinen, konuşan, davranan ve bizimkinden bariz olarak (ya da bize göre bariz olarak) farklı normlara uyan insanları görürüz. ve böylelikle her hayat tarzının son tahlilde bir seçim meselesi olduğunun tamamen ayrımına varırız. insan olmanın birden fazla yolu vardır. pratik olarak her şey bizim yaptığımızdan farklı bir yolla yapılabilir; tek başına hiçbir yol kaçınılmaz değildir. bunların her biri bir kültür, bir eğitim gerektirse bile, eğitimin zorunlu olarak bu yönü değil de şu yönü göstereceği, bu değil de şu seçimin yapılacağı ilk elden kesin değildir. biliyoruz ki, tek bir kültür değil, kültürler vardır. ve eğer kültür, çoğulluğu içinde düşünülebilirse, doğa gibi kabul edilemez. hiçbir kültür doğa gibi koşulsuz itaat bekleyemez.
devlet tarafından bir gizlilik stratejisi uygulanır. devlet kurumları tarafından uyrukları hakkında son derece ayrıntılı bilgi toplanır, işlenir ve saklanırken, devletin kendi eylemleri hakkındaki veriler, ifşası ceza getiren devlet sırrı sınıfına girer. devletin çoğu uyruğu bu gizlere erişemezken, gizlilik perdesini açma hakkı olan az sayıda insan diğerleri üzerinde ayrı bir üstünlük kazanmış olur. devletin gizlilik uygulaması ile birlikte, devletin bilgi toplama özgürlüğü karşılıklı ilişkideki asimetriyi daha da derinleştirir. tarafların birbirini etkileme şansları son derece eşitsizdir.
eğer millet bir seçim olmaktan çok kader olarak, bugün hiçbir insan kuvvetinin değiştiremeyeceği kadar geçmişte sağlam yerleşmiş bir olgu olarak, elini süreni yakan bir gerçeklik olarak benimseniyorsa, böyle bir talep tamamen inandırıcı olur. milliyetçi hareketler tam da bunu başarmaya çabalar. köken miti onların başlıca aracıdır. bu mitin ortaya attığı şey, köken olarak kültürel bir yaratım olsa bile, tarihsel gelişimi sürecinde milletin gerçek anlamda doğal bir olgu, insan denetimini aşan bir şey haline geldiğidir. söylenceye göre, milletin şimdiki üyeleri ortak geçmişleriyle birbirlerine bağlanmıştır. milli ruh onların ortak ve tanımlayıcı niteliğidir. bu onları birleştirir; ve aynı zamanda, her nasılda kolektif olarak miras alınabilen ancak asla özel olarak edinilemeyen milli ruha hak kazanmaksızın ya da katılmaya muktedir olmaksızın cemaatlerine girmeyi arzulayabilecek tüm öteki milletleri ve bireyleri ayrı bir yere koyar.
bu söylencenin desteklediği, milletlerin doğallığı ve millet üyeliğinin yazılmış ve miras alınmış doğası hakkındaki iddia milliyetçiliği bir çelişkiye düşürmekten başka bir işe yaramaz. bir yandan milletin herhangi bir doğal olgu kadar nesnel ve somut bir gerçeklik ve tarihin bir hükmü olduğu söylenir. öte yandan ise bir güvensizlik içindedir: birlik ve bütünlüğü sürekli tehdit altındadır; öteki milletler üyelerini avlama ya da kaçırma gayreti içindedir; bozguncular sinsice saflar arasına sızmaya çalışır. millet kendi varlığını savunmalıdır; doğal olmasına doğaldır ama hala sürekli bir uyanıklık ve çaba olmaksızın varlığını sürdüremez. böylelikle, milliyetçilikler normal olarak milletin korunması ve sürekliliği için güç -baskı uygulama hakkı- talep ederler. devlet gücü bu iş için biçilmiş kaftandır. devlet gücü, baskı araçları üzerinde tekel anlamına gelir; ancak devlet gücü tek tip davranış kuralları dayatmaya ve herkesin uyması gereken yasalar yürürlüğe koymaya muktedirdir. bu yüzden, devletin meşruiyeti için milliyetçiliğe ihtiyaç duyduğu kadar, milliyetçilik başarısı için devlete ihtiyaç duyar. milli devlet bu karşılıklı çekimin ürünüdür.
genel eğitim devlet sınırları içindeki her vatandaşın devlete hakim olan milletin değerlerini öğrenmesine, doğuştan yurtsever olmalarına ve böylece pratikte, teoride iddia edilenin, yani milliyetin doğallığının gerçekleşmesine hizmet eder.
müphemlik, insanlar ve onların çok sayıdaki özelliklerinin iç ve dış, faydalı ve zararlı, ilgili ve ilgisiz ve anlamsız olarak kesin çizgileriyle ayrılabileceği -ya da en azından ayrılması gerektiği- varsayımından çıkar. her dikotomi müphemlik üretir; her düzen arayışında zorunlu olarak boy gösteren dikotomik görüş olmasaydı, müphemlik de olmazdı.
harita üzerinde hayali bir hat çizilir. sonra da buna devlet sınırı adı verilir. silahlı insanlar sınırı aşan yetkisiz hareketleri savuşturmak için sınır boyunca nöbet tutarlar. bu insanlar, herkesin onları yetkili kişiler -hattı kimin geçip kimin geçemeyeceğine karar verme hakkı olan kişiler- olarak tanımalarını sağlayan üniformalar giyerler. onlar, sınırlarını korudukları devletin başkentinde bir yerlerde oturan başka otoritenin temsilcileri, aracılar olarak davranırlar. işte kimin sınırı geçmeye yetkili olduğuna ve kimin durdurulup geri çevrileceğine iradi olarak karar veren bu uzak otoritedir. bu otorite ilk kategoriye giren insanlara pasaport verir ve ötekileri tanımlayan yasaklı insanlar listesi oluşturur. bu otorite tüm otoritelerin yaptığını yapar: özellikleri hiçbir biçimde karşılıklı dışlayıcı olmayan ve birbirlerinden sonsuz biçimlerde farklılaşan (ve birbirlerine benzeyen) büyük sayılarda insanları kesin olarak, birbirini karşılıklı dışlayan iki takıma ayırmaya çalışır. işte iradesini hayata geçirmekle meşgul böyle bir otoritenin ve çok sayıdaki aracının sürekli gözü açıklığı sayesinde belli bir insan topluluğu devlet uyrukları olarak kapasitelerini birleştirerek devletin kararsız kimliğini korurlar. kişi bu topluluğa ya aittir ya da değildir; üçüncü bir ihtimal, ara statü, belirsizlik yoktur.
makine kolu: işçilere verilen bu isim, işverenler için onların birer koldan ibaret olduğu mesajını iletir.
modellerin popülerlikleri zamanla değişir. moda olurlar ve gözden düşerler. üretim ve tüketim çarkını işler tutmak için, satın alma hevesinin sönmesine asla izin verilemez. şayet ürünleri görünürdeki faydalarını sağladıkları müddetçe elde tutacak olsak, piyasa faaliyeti çok geçmeden çöker. moda olgusu bu felaketi önler. şeyler, yararlılıklarını kaybettikleri için değil, moda olmaktan çıktıkları -görünüşlerinden, dünün tüketicileri tarafından seçilmiş ve alınmış mallar olarak kolayca tanınabildiği ve böylelikle mevcudiyetleri sahiplerinin günümüzün gelişmiş ve saygın bir tüketicisi olarak şimdiki statüsüne gölge düşürdüğü- için elden çıkarılırlar ve yerlerine yenileri konur. bu statüyü korumak için, piyasanın sunduğu değişimlerin gerisinde kalınmamalıdır. onları elde etmek kişinin sosyal yetkinliğini yeniden onaylar; ancak başka birçok tüketici de aynısını yaptığında, başlangıçta ayrıcalık anlamına gelen moda parçalar böylelikle bildik ya da kaba hale gelmiş olacağından, yerlerine sabırsızlıkla başka bir şey konacaktır.
modeller aynı zamanda şu ya da bu sosyal çevrede sahip olduğu popülerlik oranına ve o çevrenin kendi müdavimlerine kazandıracağı saygının miktarına göre de değişir. bu yüzden, modeller farklı olarak çekicidir. belli bir modeli seçerek, onun tüm zorunlu teçhizatını satın alarak ve onu canla başla uygulayarak, ben kendimi böyle bir modeli onaylayan ve onu alamet-i farikası, üyeliğinin görünür bir işareti olarak benimseyen grubun üyesi yaparım. kendimi o grubun üyesi yapmam için gruba özgü elbiseleri giymek, gruba özgü tv programlarını ve filmleri izlemek ve tartışmak, odamın duvarlarını gruba özgü süslerle bezemek, akşamlarımı gruba özgü yollarla ve gruba özgü yerlerde geçirmek vb. gibi işaretleri göstermem dışında bir şey yapmam gerekmez; ya da hemen hemen gerekmez. kabileye özgü eşyaları satın alarak ve sergileyerek kabileye katılabilirim.
yeni kabileler giriş çıkışlara muhafız koymakla ilgilenmiyor olsalar bile, bu işi yapan bir başkası var: piyasa. yeni kabileler öz olarak hayat tarzlarıdır ve hayat tarzları, gördüğümüz gibi, neredeyse tamamen tüketim tarzlarından başka bir şey değildir. tüketim imkanı -her tarzın her tüketimi- piyasada, pazarlanan metaların satın alınması eyleminde ortaya çıkar. önce onları satın almaksızın tüketilebilecek çok az şey vardır -ve bedavaya gelen tüketim malları, metalar olarak edinilmemiş bu mallar çoğu durumda kabul edilebilir hayat tarzlarının yapı taşları olarak kabul görmezler. eğer bunlardan bir kısmı özgün bir hayat tarzına katkıda bulunuyorsa, o tarz normal olarak hor görülür, cazibeden ve prestijden yoksundur, ona tepeden bakılır, kimseye ilginç gelmez; hatta onu uygulayan insanları küçük düşürür. (araçlarından yoksun olduklarından seçme özgürlükleri sınırlı, seçici olmayan, tüketimlerini karşılığını ödemedikleri şeylerle sınırlayan, dolayısıyla tüketiciler olarak davranamayan bu insanlar piyasadan dışlanmalıdırlar, dışlanırlar da; bu insanların içinde bulundukları durum yoksulluk olarak tanımlanır. bir tüketiciler toplumunda, yoksulluk tüketici tercihinin sınırlanması ya da yokluğu anlamına gelir.)
yapılan tespitlere göre, üstün ve yüksek tatmin gücüne sahip olarak reklamı yapılan hedeflere erişmekteki başarısızlık, sık sık, o hedeflere yönelen, ancak daha sonra genellikle onlara erişmekle övünen insanlara da sıçrayan, bir hınç, kin duygusuna yol açar.
paranın satın alamayacağı mal yoktur.
doğru olduğu kesinlikle teyit edilemeyen ya da yanlışlığı kanıtlanamayan bir tez bilime ait olamaz.
richard rorty: eğer özgürlüğe özen gösterirsek, hakikat ve iyilik kendi başlarının çaresine bakmayı bilirler.
sosyoloji, insan dünyası hakkında bir düşünme biçimidir.
sağduyu: hayatımızdaki günlük işlerimizi yürütmek için faydalandığımız zengin ancak dağınık, sistematik olmayan, genelde bağlantıları belirsiz ve söze dökülemeyen bilgi. senin ve benim hayat hakkındaki “ham” bilgimiz.
aslında özgürlük, karar verme ve seçme yetisidir.
ceza, yaptıklarımdan sorumlu olduğumun doğrulanmasıdır.
seçme özgürlüğü kendi başına kişinin seçimlerini hayata geçirme özgürlüğünü garanti etmez, hele niyet edilen sonuçlara erişme özgürlüğünü hiç temin etmez. özgür davranabilmem için, özgür iradeden başka kaynaklara da ihtiyacım vardır.
istediğim gibi davranma özgürlüğümün ne yaptığıma ya da neye sahip olduğuma değil kim olduğuma bağlı olduğunu fark edebilirim. belli bir kulübe ya da belli bir ofiste işe girmem ırkım, cinsiyetim, yaşım, etnik grubum ya da milliyetim gibi niteliklerim yüzünden engellenebilir. bu sıfatların hiçbiri benim irademe ya da eylemime bağlı değildir ve ne kadar özgür olursam olayım bunları değiştirmeye gücüm yetmeyecektir.
benim bugünkü özgürlüğüm dünkü özgürlüğüm tarafından sınırlanmıştır; ben geçmişteki eylemlerim tarafından belirlenmiş, yani şimdiki özgürlüğüm açısından kısıtlanmış olurum.
peşine düşmeye değer amaçlar ile uğruna sıkıntıya girmeye değmeyenler arasındaki ayrım..
amaç ne ise onuz izlerken kullandığım araçlar..
ilgi kurma kıstası, tamamlamaya uğraştığım proje için ilgili ve ilgisiz kişiler ile şeyler arasında ayrım yapma sanatı..
sosyal olarak denetlenen bir terbiye kaçınılmazdır; çünkü insanların doğal eğilimleri bir arada yaşamalarını imkansız kılar; hem de kabul edilemeyecek kadar kaba ve tehlikelidir. düşünürler, cinsellik ve saldırganlık dürtüler özgür bırakılacak olursa hiçbir grubun dayanamayacağına, dürtülerin, sosyal hayatı bütünüyle imkansız kılacak kadar şiddetli çatışmalar doğuracağına işaret ederler.
sigmund freud, benliğin gelişim sürecinin tamamının ve insan gruplarının sosyal örgütlenmesinin, sosyal olarak tehlikeli içgüdülerin, özellikle saldırganlık ve cinsellik içgüdülerinin dışavurumlarını kontrol altına alma ihtiyacı ve bu ihtiyaca yönelik pratik çabalar ışığında yorumlanabileceğini ileri sürmüştür. freud içgüdülerin asla ortadan kaldırılmadıklarını ileri sürer; içgüdüler yok edilemezler ancak bastırılabilir ve bilinçaltına sürülebilirler. onları bu zindanda tutan şey, grup tarafından uygulanan baskıların ve taleplerin içselleştirilmiş bilgisi olan süperegodur.
ego, iki güç -bilinçaltına itilmiş ancak yine de kudretli ve asi duran içgüdüler ile dürtüleri bilinçaltında tutmak ve kapatıldıkları yerden kaçmalarını engellemek için egoyu bastıran süperego- arasında sürekli askıda durur.
kardeşler arasındaki ideal ilişkiler fedakarca yardımlaşmanın, ortak bir dava için güçleri birleştirmenin ve “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” türü dayanışmacı bir davranışın ilkörneğini sunar. zaman zaman belki fark etmişsinizdir, izleyicilerine karşılıklı bağlılık duyguları aşılamayı isteyen insanlar kardeşlik metaforlarını kullanmaya bayılırlar ve dinleyicilerine “kardeşler” ya da “bacılar” diye seslenirler. milli dayanışma duyguları ve milleti için kendini feda etmeye hazır olma, ülkeden “ana vatanımız” ya da “atalarımızın toprağı” diye söz ederek sağlanır.
ön yargı, düşmanlarda olabilecek herhangi bir erdemin, gerçek ya da hayali kusurlarını abartma eğilimi ile katlanarak doğrudan reddi anlamına gelir.
amerikalı antropolog gregory bateson, düşman tutumların adeta düşman davranışı teşvik ederek kendi gerekçesini sağlaması şeklinde ilerleyen etki-tepki zincirine schismogenesis adını takmıştır. bateson asıl olarak iki tür schismogenesisten söz eder. simetrik schismogenesis durumunda, tarafların her biri karşıtında gördüğü güç belirtilerine tepki gösterir. rakip ne zaman kuvvet ve kararlılık gösterse, daha etkili bir kuvvet ve kararlılık yoluna gidilir. simetrik schismogenesis çatışan taraflarda kendini öne çıkarma duygusunu besler ve rasyonal müzakere ve anlaşma ihtimalini gerçekten ortadan kaldırır. tamamlayıcı schismogenesis tamamen zıt varsayımlardan doğar ama aynı kapıya, yani ilişkinin kopmasına çıkar. eylemlerin schismogenesis dizilişi tamamlayıcıdır; çünkü öteki taraf karşı tarafın artan gücünün tezahürleriyle karşılaştığında direnişini zayıflatırken, bir taraf öteki tarafın zayıflık işareti göstermesiyle kararlılığını artırır. bateson’ın belirttiği gibi, etkileşimlerin gösterebileceği üçüncü bir biçim daha vardır: karşılıklılık. karşılıklılık tarafların her birinin öteki tarafın ihtiyacı olan bir şeyi karşıladığı bir ilişkidir.
sosyolojinin kurucularından biri olan max weber çağdaş toplumda örgütlerin her yanda boy vermesini sosyal hayatın sürekli rasyonalleşmesinin bir işareti olarak görüyordu. (adet ya da alışkanlık sonucu düşünmeden yapılmış bir eylem olan geleneksel eylem ve anlık bir duygulanımla başlayan ve sonuçları düşünülmeden yapılan kontrolsüz bir eylem olan duygusal eylemden farklı olarak rasyonal eylem, yaratılacak amacın açıkça dile getirildiği ve faillerin düşünceleriyle çabalarını bu amaca ulaşmak için en etkili ve ekonomik olabilecek araçları seçme işinde yoğunlaştırdığı bir eylemdir. weber’e göre örgüt (weber “büronun yönetimi” anlamına gelen “bürokrasi” terimini kullanır) rasyonal eylemin gereklerine en üst düzeydeki uyarlanmadır. aslında örgüt amaçları rasyonal bir biçimde, yine aynı zamanda en yüksek verim ve en düşük maliyetle gözetmenin en uygun yöntemidir.
örgütün kurallarına boyun eğdirildiği örgüt örneği de vardır; bu, erving goffman’ın verdiği adla, total kurumlar örneğidir. total kurumlar zoraki cemaatlerdir. burada üyelerin hayatlarının bütünü kılı kırk yaran düzenlemelere konu olur; üyelerin ihtiyaçları örgüt tarafından belirlenmekte ve karşılanmaktadır, izin verilen ve verilmeyen eylemleri örgütsel kurallarla belirlenmiştir. yatılı okullar, askeri kışlalar, hapishaneler, akıl hastaneleri, değişen oranlarda total kurumlar modeline uyar. bu kurumların sakinleri gece gündüz gözetim altında tutulurlar (ya da en azından gözetim altında olmadıklarından emin olamayacakları koşullarda tutulurlar), öyle ki kurallardan her türlü sapma anında tespit edilir ve cezalandırılır ya da mümkünse önlenir. total kurumlar üyelerini kendi başlarına bir kişisel ilişkiler ağı geliştirmekten etkin olarak caydırmaları ile cemaat modelinden köklü bir biçimde ayrılır.
olağanüstü zor ve acımasız savaş ve yabancı işgal koşullarında insan davranışı üzerine yapılan araştırmalar göstermektedir ki, armağan vermenin en kahramanca örnekleri -tehlikede olan birinin hayatını kurtarmak için kendi hayatını feda etme- tamamen dürtüleri saf armağana çok yaklaşan insanlar tarafından gösterilmiştir; bu insanlar başka insanların yardımına koşmayı sırf ahlaki görevleri -sanki doğal, aşikar ve ilk akla gelen şeymiş gibi herhangi bir gerekçe aramayan bir görev- olarak görmüşlerdir. bu araştırmaların en dikkat çeken bulgularından biri, yardıma koşanlar arasındaki en fedakarlarının eylemlerini eşsiz bir kahramanlık olduğunu anlamakta güçlük çektikleridir. onlar böyle bir davranışın gerektirdiği cesareti ve kanıtladığı ahlaki erdemi önemsemezler.
amerikalı sosyolog richard sennett, partnerlerin ikisinin de ısrarla mahremiyet hakkı, kendini partnerine tamamen açma, partnerle kişinin içsel dünyası hakkındaki bütün, en özel hakikati paylaşma, bütünüyle içten olma, yani partner için ne kadar altüst edici olursa olsun hiçbir şeyi saklamama hakkı peşinde oldukları bir ilişki için yıkıcı gemeinschaft terimini ortaya atmıştır. sennett’a göre, kişinin partnerinin karşısında ruhunu bütün gerçekliğiyle ortaya sermesi, partnerden zorunlu olarak şevk yaratmayacak şeylere onay vermesi ve yanıt verirken aynı şekilde içten ve dürüst olması isteneceğinden, partnerin omuzlarına katlanılmaz bir ağırlık bindirebilir. sennett, kalıcı bir ilişkinin, özellikle kalıcı bir aşk ilişkisinin karşılıklı mahremiyet talebinin sallantılı zemininde yükselemeyeceğine inanır. partnerlerin birbirlerinden karşılayamayacakları (ya da bedelini düşününce karşılamak istemeyecekleri) taleplerde bulunma ihtimali çok fazladır; bu ilişkiye bir süre biçmeye, bitirmeye ve çekilmeye karar vermek yerine bu yüzden acı çekecek, kıvranacak ve umutsuzluğa düşeceklerdir. partnerlerden biri ya da öteki çekilmeyi benliğinin olumlanması ihtiyacına başka yerlerde tatmin aramayı seçecektir.
işte psikanalitik seansların, psikolojik tedavinin, aile danışmanlığının vb. şaşırtıcı başarısının gizi burada yatıyor. artık, bir kişinin en içten duygularını başka birine anlatması ve sonuçta kişinin o çok özendiği kimliğinin onaylanması anlamına gelen kendini bütünüyle açma hakkı için gerekli şey yalnızca para haline gelmiştir. parasal ödeme analistin ya da terapistin hastaları ya da müşterileri ile ilişkisini kişisel olmayan bir ilişkiye dönüştürür. ve böylelikle kişi sevmeden sevilebilir. kişi, hizmetlerini satın aldığı ve bu yüzden bir iş ilişkisinin parçası olarak ortak yükümlülük altına girdiği insanlar hakkında hiçbir kaygıya kapılmaksızın, kendisiyle ilgilenilmesini ve kaygılarının paylaşılmasını sağlayabilir. hasta, bir sevilme yanılsaması satın alır. (gelgelelim, unutulmamalıdır ki, tek taraflı aşk “doğaya karşı”, yani sosyal olarak kabul edilen aşk modeliyle şiddetli bir uyuşmazlık içinde olduğundan, psikanalitik uygulamanın başında genelde aktarım denen bela vardır: yani, hastanın eğilim olarak analistin “-miş gibi” davranışını bir sevgi ifadesi olarak görme hatasına düşmesi ve anlaşmanın tamamıyla iş benzeri, kişisel olmayan koşullarını aşan bir tutumla karşılık vermesi. aktarım olgusu terapinin bir aşk ikamesi olduğunun en güçlü kanıtı olarak da yorumlanabilir.)
richard sennett’in tartıştığı, aşkın böylesine değerden düşmesinin tezahürlerinden biri erotizmin dışlanması ve yerine cinselliğin geçmesi eğilimidir. erotizm, cinsel arzunun ve son tahlilde bizatihi cinsel ilişkinin, çevresinde kalıcı bir aşk ilişkisinin kurulduğu ve sürdürüldüğü bir eksen olarak konumlanması, daha önce çok yanlı, bütünlüklü sosyal ilişkilere atfedilen bütün özellikleri taşıyan istikrarlı bir sosyal birliktelik biçimi anlamına gelir. cinsellik ise cinsel ilişkinin tek bir işleve, cinsel arzunun tatmini işlevine indirgenmesidir.
düşlerimiz ve özlemlerimiz, aynı anda doyurulmaları neredeyse hiç mümkün olmayan, ne var ki ayrı ayrı peşlerine düşüldüğünde de aynı şekilde tatmini güç olan iki ihtiyaç arasında parçalanmıştır. bunlar aidiyet ve bireysellik ihtiyaçlarıdır. birinci ihtiyaç bizi ötekilerle güçlü ve güvenli bağlar kurmaya sevk eder. ikinci ihtiyaç bizi, içinde baskılardan bağışık ve taleplerden özgür olduğumuz, yapmaya değer gördüğümüz şeyi yaptığımız, “kendimiz olduğumuz” bir duruma, özel hayata yöneltir. iki ihtiyaç da dayatıcı ve güçlüdür; ikisinin de baskısı arttıkça verili ihtiyacın tatmini azalır. öte yandan, biri tatmine ne kadar yaklaşırsa, aynı oranda ötekinin ihmal edilmesinin acısını duyarız. özel hayat olmaksızın cemaatin aidiyetten çok baskıya benzediğini, cemaat olmaksızın da özel hayatın “kendi olmak” yerine yalnızlığa benzediğini fark ederiz.
eğer muhtaç insanlara sunduğum yardım onların ya da tanrının gözüne girmek için yapılan maksatlı bir çabaysa, bu eylem de hissi olmayacaktır; böylesi bir sunum daha çok hesaplanmış bir girişim içinde bir adım, bir amaca, bu örnekte, günahlarımın bağışlanması ve kurtuluşun kazanılmasına yönelik bir araç olacaktır. bir eylem ancak düşünümsüz, kendiliğinden, ön müzakere olmaksızın yapıldığı ve argümanlara ağırlık vermenin ve etkilerini hesaplamanın zamanı gelmeden önce gerçekleştirilen bir eylem olduğu müddetçe hissidir.
a’nın amaçları b’nin kaynakları olduğunda ve bu yüzden b’nin amaçları için bir araç olarak kullanıldığında, a’nın seçim özgürlüğünden çok ciddi tavizler verilmiş olur. a’nın eylemleri artık özerk değildir; güdümlü hale gelmiştir.
karşılıklı ilişkimizde güç, eşit olmayan bir biçimde dağılmıştır; bu, asimetrik bir güç ilişkisidir.
soyguncuyla bir gece karşılaşmasında, genellikle açgözlü biri için üstün değerler olan banknotlar ve kredi kartlarıyla dolu bir cüzdan birdenbire anlamsız hale gelebilir; seçim artık daha az ya da daha çok para arasında değil, hayatla ölüm arasındadır. hapishane ya da çalışma kampındaki kurumsallaşmış baskı koşullarında, yeni değerler -iyi yiyecek, hafif iş, çıkış ya da ziyaretçi kabul izni, tek başına ya da sıkı güvenlik koşullarında bir yerde kapatılmaktan kurtulma ya da yalnızca gardiyanın iyi muamelesi- eski, bir zamanlar göklere çıkarılan değerleri gölgede bırakabilir ve uğursuz ya da gülünecek değerler haline getirebilir. toplama kampları gibi uç örneklerde, kendini koruma ve hayatta kalma değeri tutsakların bütün seçimlerinin önüne geçebilir.
meydan okuyuş ve itirazlar karşısında etkin olarak ve kıskançlıkla savunulmadıkça, rekabet sonucu kazanılan hiçbir şeyin güven içinde olduğu düşünülemez. rekabetçi mücadele asla son bulmaz; sonuçlar asla nihai ve tersinmez değildir.
erkek egemen toplumda, baskı altında olmaları kadınların kendi kabahatidir; kadınların daha az prestijli ve arzulanır işlevlere hapsedilmesi “doğuştan” gelen yetmezlikle -aşırı duygusallık, rekabetçi ruh ve rasyonallik yoksunluğu ya da zeka azlığı ile- açıklanır.
ideal olarak, iş etkinlikleri ahlaki kaygıların yol açtığı güdülerden etkilenmemelidir. iş ve ahlak birlikte yürümez. iş hayatındaki başarı, takınılan tavrın rasyonalliğine bağlıdır ve bu yeri geldiğinde her davranışın özçıkar kaygılarına hiç tereddütsüz teslim edilmesi demektir. rasyonallik yürekten çok kafa tarafından yönlendirilmek demektir. eylem ancak, eldeki görev en verimli ve en az maliyetle yerine getirildiği müddetçe, rasyonaldir.
örgütsel disiplinin ahlaki sakıncaları susturma ya da askıya alma kudreti, belli bir sayıdaki gönüllüye uydurma bir bilimsel araştırmanın deneklerine acı verici elektrik şoku uygulama emrinin verildiği malum stanley milgram deneylerinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. zalimliklerinin yüce bilimsel amacına inanmış (işini yapan kişiler olarak onlar gerçekten kavrayamaz ya da yargıda bulunamaz; ancak hayranlık duyabilirlerdi) ve araştırma projesinden sorumlu bilim insanlarının güya üstün yargılarına güvenen çoğu gönüllü emirleri harfi harfine -kurbanlarının acı çığlıklarına kulaklarını kapatarak- yerine getirmiştir. deneyin küçük ölçekte ve laboratuvar koşullarında ortaya çıkardığı şey, ikinci dünya savaşı ve sonrasındaki soykırım pratiğiyle dehşet verici boyutlarda sergilenmiştir.
karmaşık bir örgütlenmenin memurları, parçası oldukları ortak etkinliğin nihai sonuçlarının ayrımında olsalar bile, o sonuç genelde onları endişelendirmeyecek kadar uzaktadır. uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir. yatay ve dikey işbölümü yüzünden, tek tek her kişinin eylemleri bir kural olarak çok sayıda öteki insanın eylemleriyle dolayımlıdır. ya kişinin yaptığı iş doğrudan sonuç üretmemekte ya da bu öteki insanların yaptığı sayısız öteki işler sayesinde eylemin uzak hedeflerinden korunmaktadır. bu yüzden, sanki yapılanla eylemin nihai hedefinin başına gelenler arasında doğrudan bir nedensel bağlantı yoktur. son noktada, kişinin katkısı önemini kaybeder ve nihai sonuç üzerindeki etkisi de ciddi bir ahlaki sorun olarak görülemeyecek kadar küçük görünür. “ben yanlış bir şey yapmadım, beni kınaman için hiçbir neden yok” normal bir özür tümcesi olacaktır. nihayetinde, kişi plan yapmak, rapor yazmak, belgeleri doldurmak ya da iki kimyasal bileşiği karıştıran makineyi açıp kapamak kadar masum ve zararsız bir şey yapıyor olabilir. insan egzotik bir ülkede kömür olmuş vücutları öyle kolaylıkla kendi eyleminin sonuçları olarak, kendinin sorumlu olduğu şeyler olarak görmeyecektir.
kenardan seyredenlere gelince, onların uymaları ya da en azından sessiz ve hareketsiz kalmaları, ahlaki davranmanın ve kurbanlarla dayanışmaya girmenin bedelleri ağırlaştırılarak sağlanmıştır. ahlaki bakımdan doğru olanı seçmek, çoğu zaman kendi fiziksel varlığını tehlikeye atmaktan başka bir anlama gelmeyen, korkunç bir cezaya davetiye çıkarmak anlamına gelecekti. bir kere oyun yüksek oynanınca, kendini koruma kaygısı, rasyonal gerekçelerle -“kendi hayatımı ve aileminkini tehlikeye atmadan kurbanlara yardım edemezdim; en iyi halde bir tek kişiyi kurtarabilirdim; ama başarısızlık halinde, on kişi ölecekti.”- bastırılmaya yüz tutan ahlaki görevleri ve ahlaki pişmanlıkları silip süpürür. hayatta kalma şanslarına ilişkin nicelik hesabı, eylemin ahlaki niteliğinin önüne geçmiştir.
komünist toplumlarda düşman sınıflara ve onların işbirlikçileri olarak sınıflandırılan kişilere karşı uygulanan kitle terörü, başka türlü insan hakları sicillerinden gurur duyan ülkelerde süren ırksal ve etnik azınlıklar üzerindeki ayrımcılık, açık açık ya da el altından uygulanan apartheid sistemleri ve türkiye’de ermenilerin katlinden, nazi almanyası’nda milyonlarca yahudinin, çingenenin ve slavların yok edilmesine, kürtlerin gaz bombalarıyla boğulmasından kamboçya’daki kitle katliamlarına uzanan sayısız soykırım örneği. ahlaki güdülenimin bastırılmasında mahir olan bürokratik teknolojinin gelişmesinin (modern toplumun bir başarısı olan ahlaki duyarlılığın insan türünün bütün üyelerine yayılması kadar) bütün bunları -teoride değilse bile, pratikte- daha tartışmalı hale getirdiği söylenebilir.
sosyal gerçekliğin yapıları ile kültürel olarak belirlenen davranışın yapılarının denkliğini temin eden düzeneğe kültürel kod denir.
insan kültürü, insan bireylerin eğitimi, kültürel kodun bilgisini vermekten -işaretleri okuma yetisi ve onları seçme ve sergileme becerisi kazandırmaktan- ibarettir.
derinin hangi parçalarının “hassas” kabul edileceği ve korunma ihtiyacında olduğu büyük oranda bir kültür meselesidir; ayakları değil de göğüsleri kapatma ihtiyacı ya da tersi gibi ayakkabı giyme ihtiyacı da kültüreldir.
hemen hepimiz çok sayıda farklı hayat tarzlarının olduğunu biliriz. çevremizde bizden farklı giyinen, konuşan, davranan ve bizimkinden bariz olarak (ya da bize göre bariz olarak) farklı normlara uyan insanları görürüz. ve böylelikle her hayat tarzının son tahlilde bir seçim meselesi olduğunun tamamen ayrımına varırız. insan olmanın birden fazla yolu vardır. pratik olarak her şey bizim yaptığımızdan farklı bir yolla yapılabilir; tek başına hiçbir yol kaçınılmaz değildir. bunların her biri bir kültür, bir eğitim gerektirse bile, eğitimin zorunlu olarak bu yönü değil de şu yönü göstereceği, bu değil de şu seçimin yapılacağı ilk elden kesin değildir. biliyoruz ki, tek bir kültür değil, kültürler vardır. ve eğer kültür, çoğulluğu içinde düşünülebilirse, doğa gibi kabul edilemez. hiçbir kültür doğa gibi koşulsuz itaat bekleyemez.
devlet tarafından bir gizlilik stratejisi uygulanır. devlet kurumları tarafından uyrukları hakkında son derece ayrıntılı bilgi toplanır, işlenir ve saklanırken, devletin kendi eylemleri hakkındaki veriler, ifşası ceza getiren devlet sırrı sınıfına girer. devletin çoğu uyruğu bu gizlere erişemezken, gizlilik perdesini açma hakkı olan az sayıda insan diğerleri üzerinde ayrı bir üstünlük kazanmış olur. devletin gizlilik uygulaması ile birlikte, devletin bilgi toplama özgürlüğü karşılıklı ilişkideki asimetriyi daha da derinleştirir. tarafların birbirini etkileme şansları son derece eşitsizdir.
eğer millet bir seçim olmaktan çok kader olarak, bugün hiçbir insan kuvvetinin değiştiremeyeceği kadar geçmişte sağlam yerleşmiş bir olgu olarak, elini süreni yakan bir gerçeklik olarak benimseniyorsa, böyle bir talep tamamen inandırıcı olur. milliyetçi hareketler tam da bunu başarmaya çabalar. köken miti onların başlıca aracıdır. bu mitin ortaya attığı şey, köken olarak kültürel bir yaratım olsa bile, tarihsel gelişimi sürecinde milletin gerçek anlamda doğal bir olgu, insan denetimini aşan bir şey haline geldiğidir. söylenceye göre, milletin şimdiki üyeleri ortak geçmişleriyle birbirlerine bağlanmıştır. milli ruh onların ortak ve tanımlayıcı niteliğidir. bu onları birleştirir; ve aynı zamanda, her nasılda kolektif olarak miras alınabilen ancak asla özel olarak edinilemeyen milli ruha hak kazanmaksızın ya da katılmaya muktedir olmaksızın cemaatlerine girmeyi arzulayabilecek tüm öteki milletleri ve bireyleri ayrı bir yere koyar.
bu söylencenin desteklediği, milletlerin doğallığı ve millet üyeliğinin yazılmış ve miras alınmış doğası hakkındaki iddia milliyetçiliği bir çelişkiye düşürmekten başka bir işe yaramaz. bir yandan milletin herhangi bir doğal olgu kadar nesnel ve somut bir gerçeklik ve tarihin bir hükmü olduğu söylenir. öte yandan ise bir güvensizlik içindedir: birlik ve bütünlüğü sürekli tehdit altındadır; öteki milletler üyelerini avlama ya da kaçırma gayreti içindedir; bozguncular sinsice saflar arasına sızmaya çalışır. millet kendi varlığını savunmalıdır; doğal olmasına doğaldır ama hala sürekli bir uyanıklık ve çaba olmaksızın varlığını sürdüremez. böylelikle, milliyetçilikler normal olarak milletin korunması ve sürekliliği için güç -baskı uygulama hakkı- talep ederler. devlet gücü bu iş için biçilmiş kaftandır. devlet gücü, baskı araçları üzerinde tekel anlamına gelir; ancak devlet gücü tek tip davranış kuralları dayatmaya ve herkesin uyması gereken yasalar yürürlüğe koymaya muktedirdir. bu yüzden, devletin meşruiyeti için milliyetçiliğe ihtiyaç duyduğu kadar, milliyetçilik başarısı için devlete ihtiyaç duyar. milli devlet bu karşılıklı çekimin ürünüdür.
genel eğitim devlet sınırları içindeki her vatandaşın devlete hakim olan milletin değerlerini öğrenmesine, doğuştan yurtsever olmalarına ve böylece pratikte, teoride iddia edilenin, yani milliyetin doğallığının gerçekleşmesine hizmet eder.
müphemlik, insanlar ve onların çok sayıdaki özelliklerinin iç ve dış, faydalı ve zararlı, ilgili ve ilgisiz ve anlamsız olarak kesin çizgileriyle ayrılabileceği -ya da en azından ayrılması gerektiği- varsayımından çıkar. her dikotomi müphemlik üretir; her düzen arayışında zorunlu olarak boy gösteren dikotomik görüş olmasaydı, müphemlik de olmazdı.
harita üzerinde hayali bir hat çizilir. sonra da buna devlet sınırı adı verilir. silahlı insanlar sınırı aşan yetkisiz hareketleri savuşturmak için sınır boyunca nöbet tutarlar. bu insanlar, herkesin onları yetkili kişiler -hattı kimin geçip kimin geçemeyeceğine karar verme hakkı olan kişiler- olarak tanımalarını sağlayan üniformalar giyerler. onlar, sınırlarını korudukları devletin başkentinde bir yerlerde oturan başka otoritenin temsilcileri, aracılar olarak davranırlar. işte kimin sınırı geçmeye yetkili olduğuna ve kimin durdurulup geri çevrileceğine iradi olarak karar veren bu uzak otoritedir. bu otorite ilk kategoriye giren insanlara pasaport verir ve ötekileri tanımlayan yasaklı insanlar listesi oluşturur. bu otorite tüm otoritelerin yaptığını yapar: özellikleri hiçbir biçimde karşılıklı dışlayıcı olmayan ve birbirlerinden sonsuz biçimlerde farklılaşan (ve birbirlerine benzeyen) büyük sayılarda insanları kesin olarak, birbirini karşılıklı dışlayan iki takıma ayırmaya çalışır. işte iradesini hayata geçirmekle meşgul böyle bir otoritenin ve çok sayıdaki aracının sürekli gözü açıklığı sayesinde belli bir insan topluluğu devlet uyrukları olarak kapasitelerini birleştirerek devletin kararsız kimliğini korurlar. kişi bu topluluğa ya aittir ya da değildir; üçüncü bir ihtimal, ara statü, belirsizlik yoktur.
makine kolu: işçilere verilen bu isim, işverenler için onların birer koldan ibaret olduğu mesajını iletir.
modellerin popülerlikleri zamanla değişir. moda olurlar ve gözden düşerler. üretim ve tüketim çarkını işler tutmak için, satın alma hevesinin sönmesine asla izin verilemez. şayet ürünleri görünürdeki faydalarını sağladıkları müddetçe elde tutacak olsak, piyasa faaliyeti çok geçmeden çöker. moda olgusu bu felaketi önler. şeyler, yararlılıklarını kaybettikleri için değil, moda olmaktan çıktıkları -görünüşlerinden, dünün tüketicileri tarafından seçilmiş ve alınmış mallar olarak kolayca tanınabildiği ve böylelikle mevcudiyetleri sahiplerinin günümüzün gelişmiş ve saygın bir tüketicisi olarak şimdiki statüsüne gölge düşürdüğü- için elden çıkarılırlar ve yerlerine yenileri konur. bu statüyü korumak için, piyasanın sunduğu değişimlerin gerisinde kalınmamalıdır. onları elde etmek kişinin sosyal yetkinliğini yeniden onaylar; ancak başka birçok tüketici de aynısını yaptığında, başlangıçta ayrıcalık anlamına gelen moda parçalar böylelikle bildik ya da kaba hale gelmiş olacağından, yerlerine sabırsızlıkla başka bir şey konacaktır.
modeller aynı zamanda şu ya da bu sosyal çevrede sahip olduğu popülerlik oranına ve o çevrenin kendi müdavimlerine kazandıracağı saygının miktarına göre de değişir. bu yüzden, modeller farklı olarak çekicidir. belli bir modeli seçerek, onun tüm zorunlu teçhizatını satın alarak ve onu canla başla uygulayarak, ben kendimi böyle bir modeli onaylayan ve onu alamet-i farikası, üyeliğinin görünür bir işareti olarak benimseyen grubun üyesi yaparım. kendimi o grubun üyesi yapmam için gruba özgü elbiseleri giymek, gruba özgü tv programlarını ve filmleri izlemek ve tartışmak, odamın duvarlarını gruba özgü süslerle bezemek, akşamlarımı gruba özgü yollarla ve gruba özgü yerlerde geçirmek vb. gibi işaretleri göstermem dışında bir şey yapmam gerekmez; ya da hemen hemen gerekmez. kabileye özgü eşyaları satın alarak ve sergileyerek kabileye katılabilirim.
yeni kabileler giriş çıkışlara muhafız koymakla ilgilenmiyor olsalar bile, bu işi yapan bir başkası var: piyasa. yeni kabileler öz olarak hayat tarzlarıdır ve hayat tarzları, gördüğümüz gibi, neredeyse tamamen tüketim tarzlarından başka bir şey değildir. tüketim imkanı -her tarzın her tüketimi- piyasada, pazarlanan metaların satın alınması eyleminde ortaya çıkar. önce onları satın almaksızın tüketilebilecek çok az şey vardır -ve bedavaya gelen tüketim malları, metalar olarak edinilmemiş bu mallar çoğu durumda kabul edilebilir hayat tarzlarının yapı taşları olarak kabul görmezler. eğer bunlardan bir kısmı özgün bir hayat tarzına katkıda bulunuyorsa, o tarz normal olarak hor görülür, cazibeden ve prestijden yoksundur, ona tepeden bakılır, kimseye ilginç gelmez; hatta onu uygulayan insanları küçük düşürür. (araçlarından yoksun olduklarından seçme özgürlükleri sınırlı, seçici olmayan, tüketimlerini karşılığını ödemedikleri şeylerle sınırlayan, dolayısıyla tüketiciler olarak davranamayan bu insanlar piyasadan dışlanmalıdırlar, dışlanırlar da; bu insanların içinde bulundukları durum yoksulluk olarak tanımlanır. bir tüketiciler toplumunda, yoksulluk tüketici tercihinin sınırlanması ya da yokluğu anlamına gelir.)
yapılan tespitlere göre, üstün ve yüksek tatmin gücüne sahip olarak reklamı yapılan hedeflere erişmekteki başarısızlık, sık sık, o hedeflere yönelen, ancak daha sonra genellikle onlara erişmekle övünen insanlara da sıçrayan, bir hınç, kin duygusuna yol açar.
paranın satın alamayacağı mal yoktur.
doğru olduğu kesinlikle teyit edilemeyen ya da yanlışlığı kanıtlanamayan bir tez bilime ait olamaz.
richard rorty: eğer özgürlüğe özen gösterirsek, hakikat ve iyilik kendi başlarının çaresine bakmayı bilirler.
Kategori:
.kitap,
.xyz,
gregory bateson,
max weber,
richard rorty,
richard sennett,
sigmund freud,
zygmunt bauman
21.07.2012
başörtüsü ve laiklik
erdal inönü
laikliğe bağlı olduğumuzu zaten parti programında söylüyoruz. zaten bizden herkes öyle bir yaklaşım bekliyordu. buna rağmen o zaman da mesela, başörtülülerin üniversiteye girmesi gündeme geliyordu. hatırladığım kadarıyla bir trakya gezisinde "böyle şeyler olmamalı" demiş, açıkça karşı çıkmıştım üniversitede başörtüsüne.
o dönem özal, dinci hisleri okşayan davranışlarda bulunuyordu. mesela sık sık camiye gidip gösterişli bir şekilde namaz kılıyordu. bir seferinde de refah partisi genel başkanı "cuma namazına gitmek isteyen memurlar oluyor. onlara, cuma günü namaz izni versinler" demişti. ben de "olmaz öyle şey. bu, laikliğe aykırıdır. devletin düzeni din esaslarına göre değiştirilemez, ayarlanamaz" diye karşı çıkmıştım.
biz, "dine saygılıyız ama devlet işlerine karıştırmayız" demeye devam ediyorduk ve bence bu, aleyhimizde bir konu oluyordu seçmen nezdinde. özal da, dyp de bunu çok iyi istismar ediyordu. gerçi bizim arkadaşlarımızdan da bir kısmı gidiyorlardı camiye. mesela ertuğrul günay gidiyordu. başkaları da gidiyordu. ama biz, geçmişten kalan bir yaklaşım gereği, toplu olarak gitmiyorduk; bunu gösteri halinde yapmıyorduk.
akp'nin yaptığı ayrı hikaye; o olmaz. laikliğe bağlı kalmak gerekir. özellikle başörtüsü meselesi başka bir şey; onda kesin tavır almak gerekir.
başörtüsü üniversitede bir sembol. o bakımdan doğru değil. onlara izin vermekle bu çocuklara kötülük ederiz. çünkü başörtüsünü isteyerek takabilirler, istemeyerek yani parayla veya zorla takabilirler. her iki halde de bu, dinci yönetimi desteklemek anlamına gelir ve yaygınlaşır. temel teorik esası olduğu için ona kapılmak kolay olur. hele hükümet de o yöndeyse.
via can dündar
laikliğe bağlı olduğumuzu zaten parti programında söylüyoruz. zaten bizden herkes öyle bir yaklaşım bekliyordu. buna rağmen o zaman da mesela, başörtülülerin üniversiteye girmesi gündeme geliyordu. hatırladığım kadarıyla bir trakya gezisinde "böyle şeyler olmamalı" demiş, açıkça karşı çıkmıştım üniversitede başörtüsüne.
o dönem özal, dinci hisleri okşayan davranışlarda bulunuyordu. mesela sık sık camiye gidip gösterişli bir şekilde namaz kılıyordu. bir seferinde de refah partisi genel başkanı "cuma namazına gitmek isteyen memurlar oluyor. onlara, cuma günü namaz izni versinler" demişti. ben de "olmaz öyle şey. bu, laikliğe aykırıdır. devletin düzeni din esaslarına göre değiştirilemez, ayarlanamaz" diye karşı çıkmıştım.
biz, "dine saygılıyız ama devlet işlerine karıştırmayız" demeye devam ediyorduk ve bence bu, aleyhimizde bir konu oluyordu seçmen nezdinde. özal da, dyp de bunu çok iyi istismar ediyordu. gerçi bizim arkadaşlarımızdan da bir kısmı gidiyorlardı camiye. mesela ertuğrul günay gidiyordu. başkaları da gidiyordu. ama biz, geçmişten kalan bir yaklaşım gereği, toplu olarak gitmiyorduk; bunu gösteri halinde yapmıyorduk.
akp'nin yaptığı ayrı hikaye; o olmaz. laikliğe bağlı kalmak gerekir. özellikle başörtüsü meselesi başka bir şey; onda kesin tavır almak gerekir.
başörtüsü üniversitede bir sembol. o bakımdan doğru değil. onlara izin vermekle bu çocuklara kötülük ederiz. çünkü başörtüsünü isteyerek takabilirler, istemeyerek yani parayla veya zorla takabilirler. her iki halde de bu, dinci yönetimi desteklemek anlamına gelir ve yaygınlaşır. temel teorik esası olduğu için ona kapılmak kolay olur. hele hükümet de o yöndeyse.
via can dündar
20.07.2012
sayın başkan
miguel angel asturias
mutluluk ete bağlı değildir.
kimseye umut vermemeli. evimde, kedinin bile uymak zorunda olduğu en yüksek ilke, kimseye umut vermemektir.
cinsellikle ilgili olarak bir hayvan yanlış hesap yapmaz.
bir idam mahkumu, idamından on iki saat önce hükümetin emriyle son isteğini yerine getirecek olan askeri yargıcın önüne çıkarılmıştı. asıl amaç, ifadesini değiştirmesi şartıyla, suçlunun bağışlanmasıydı. hazırcevap sanık: "son isteğim bir çocuk yapmaktır." diye karşılık vermişti. "olur" diyen soruşturma yargıcı da, iyi bir şaka yapıyor kanısıyla, bir orospu getirtmişti. sanık, hiç ilişmediği kadını yine geri göndermiş ve yargıç yanına gelince ona şunu söylemişti: "yeteri kadar orospu çocuğu var dünyada."
insanın resmini yapan, zamandır.
genel olarak zenginlikle sahteliği birbirinden ayırmak imkansızdır; bu yüzden, aynı düşüncede insanların toplandığı, güvenlik içinde oturulan sade lokantaları gösterişli bir otele tercih ederim; her parlayan şeyi altın sanmamalı.
ağzına vuracak kilidi olmayan, bileğinde kelepçe taşır.
hapishanede geçirilen ilk gece korkunçtur. karanlıklar içinde kalan mahpus, kendini hayatın dışında, bir karabasan dünyasında bulur. duvarlar yok olur, tavan silinir, döşeme kaybolur; bununla birlikte ruh kendini özgürlükten öylesine uzak duyar ki.. ölüm gibi bir şeydir bu.
paranın kan bağlarına saygısı yoktur.
ev, ekmeğin gizli gizli yenmesini sağlar; rahat yenen ekmek makbuldür, bilgeleştirir insanı. ev, sürekliliğin güvenini temsil eder ve sosyal saygı uyandırır. babanın boyunbağı düğümünün parladığı, annenin en güzel süsünü taşıdığı, çocukların kolonya ile taranmış göründüğü bir resim gibidir ev. sokak öyle değildir; o, ne olduğu bilinmeyen şeylerin, tehlikenin, cüretin dünyasıdır; ayna gibi sahtedir, çevredeki kirin, pisliğin herkese açık çamaşırlığıdır.
şu yeryüzünde her şeyin hem iyi tarafı vardır hem kötü tarafı.
ah özlem.. insan özlenen şeye hem sahiptir hem değildir. ellerimizin on parmağıyla çevresinde bir kafes ördüğü altın bir bülbüldür o.
mutluluk ete bağlı değildir.
kimseye umut vermemeli. evimde, kedinin bile uymak zorunda olduğu en yüksek ilke, kimseye umut vermemektir.
cinsellikle ilgili olarak bir hayvan yanlış hesap yapmaz.
bir idam mahkumu, idamından on iki saat önce hükümetin emriyle son isteğini yerine getirecek olan askeri yargıcın önüne çıkarılmıştı. asıl amaç, ifadesini değiştirmesi şartıyla, suçlunun bağışlanmasıydı. hazırcevap sanık: "son isteğim bir çocuk yapmaktır." diye karşılık vermişti. "olur" diyen soruşturma yargıcı da, iyi bir şaka yapıyor kanısıyla, bir orospu getirtmişti. sanık, hiç ilişmediği kadını yine geri göndermiş ve yargıç yanına gelince ona şunu söylemişti: "yeteri kadar orospu çocuğu var dünyada."
insanın resmini yapan, zamandır.
genel olarak zenginlikle sahteliği birbirinden ayırmak imkansızdır; bu yüzden, aynı düşüncede insanların toplandığı, güvenlik içinde oturulan sade lokantaları gösterişli bir otele tercih ederim; her parlayan şeyi altın sanmamalı.
ağzına vuracak kilidi olmayan, bileğinde kelepçe taşır.
hapishanede geçirilen ilk gece korkunçtur. karanlıklar içinde kalan mahpus, kendini hayatın dışında, bir karabasan dünyasında bulur. duvarlar yok olur, tavan silinir, döşeme kaybolur; bununla birlikte ruh kendini özgürlükten öylesine uzak duyar ki.. ölüm gibi bir şeydir bu.
paranın kan bağlarına saygısı yoktur.
ev, ekmeğin gizli gizli yenmesini sağlar; rahat yenen ekmek makbuldür, bilgeleştirir insanı. ev, sürekliliğin güvenini temsil eder ve sosyal saygı uyandırır. babanın boyunbağı düğümünün parladığı, annenin en güzel süsünü taşıdığı, çocukların kolonya ile taranmış göründüğü bir resim gibidir ev. sokak öyle değildir; o, ne olduğu bilinmeyen şeylerin, tehlikenin, cüretin dünyasıdır; ayna gibi sahtedir, çevredeki kirin, pisliğin herkese açık çamaşırlığıdır.
şu yeryüzünde her şeyin hem iyi tarafı vardır hem kötü tarafı.
ah özlem.. insan özlenen şeye hem sahiptir hem değildir. ellerimizin on parmağıyla çevresinde bir kafes ördüğü altın bir bülbüldür o.
19.07.2012
kış günlüğü
paul auster
insanın, sahtesi olmayan tek niteliği zekasıdır.
bunun hiç başına gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, dünyada bunlardan hiçbirinin başına gelmeyeceği tek kişi olduğunu sanırsın; sonra tıpkı herkese olduğu gibi hepsi teker teker senin de başına gelmeye başlar.
"yazmak, dansın daha az gelişmiş biçimidir."
insan elli yaşındayken ölümden yetmiş dördündeyken korktuğundan daha çok korkar.
güneşin parladığı, çamaşırların çabucak kuruduğu, camcıların, onarım işlerinin, işçi tazminatlarının ya da su basan bodrumların olmadığı bir yer vardır daima.
james joyce 1920'lerde paris'teyken bir partiye katılmış, yanına bir kadın yaklaşıp "ulysses'i yazmış olan elinizi sıkabilir miyim?" diye rica etmiş. joyce sağ elini kadına uzatmak yerine havaya kaldırmış, birkaç saniye inceledikten sonra, "size şunu hatırlatayım madam; bu el başka işlere de yaramıştır." demiş.
yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir ve sözcüklerin anlamı varsa, bazen anlamlı olabilirlerse, sözün müziği anlamların başladığı yerdir.
joseph joubert: hayatın sonu acıdır.
hepimiz kendimize yabancıyız; kim olduğumuzla ilgili algılarımız ise yalnızca başkalarının gözlerinin içinde yaşadığımız kadarıyla var.
insanın, sahtesi olmayan tek niteliği zekasıdır.
bunun hiç başına gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, dünyada bunlardan hiçbirinin başına gelmeyeceği tek kişi olduğunu sanırsın; sonra tıpkı herkese olduğu gibi hepsi teker teker senin de başına gelmeye başlar.
"yazmak, dansın daha az gelişmiş biçimidir."
insan elli yaşındayken ölümden yetmiş dördündeyken korktuğundan daha çok korkar.
güneşin parladığı, çamaşırların çabucak kuruduğu, camcıların, onarım işlerinin, işçi tazminatlarının ya da su basan bodrumların olmadığı bir yer vardır daima.
james joyce 1920'lerde paris'teyken bir partiye katılmış, yanına bir kadın yaklaşıp "ulysses'i yazmış olan elinizi sıkabilir miyim?" diye rica etmiş. joyce sağ elini kadına uzatmak yerine havaya kaldırmış, birkaç saniye inceledikten sonra, "size şunu hatırlatayım madam; bu el başka işlere de yaramıştır." demiş.
yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir ve sözcüklerin anlamı varsa, bazen anlamlı olabilirlerse, sözün müziği anlamların başladığı yerdir.
joseph joubert: hayatın sonu acıdır.
hepimiz kendimize yabancıyız; kim olduğumuzla ilgili algılarımız ise yalnızca başkalarının gözlerinin içinde yaşadığımız kadarıyla var.
17.07.2012
ateist aforizmalar
jack huberman
hakikat asla insanları ona inanmaları için zorlamaya ihtiyaç duymamıştır: "termodinamiğin ikinci kanununa inanıyorum diyeceksin; bunu söylemezsen ölürsün, kafir!"
din bir mucize gösterebilir, insanları sonsuza dek lanetlenmekle tehdit edebilir, cennete dair hoş, bol hurili izlenimler uyandırabilir; sağlık, zenginlik, sosyal ya da siyasi çıkarlar veya suçluluktan, yalnızlıktan, boşluk duygusundan arınmayı vaat edebilir. ama bunlar kabul edilmezse önünüze başka bir seçenek olarak başınızın vurulmasını ya da yavaş yavaş yakılmayı da getirebilir.
zulüm ve şiddet din tarihinin vazgeçilmez bir unsurudur. dini otoriteler her zaman bilimsel araştırmaların ve eğitimin önünü kesmek, sanat ve edebiyatı kontrol altına alıp sansürlemek, yüzyıllar ya da bin yıl öncesinde geçerli olabilecek; hatta o zaman bile zorlukla kabul edilebilecek davranış kalıplarını halka empoze etmek, ne kadar zalim ve baskıcı olurlarsa olsunlar, kendi ayrıcalıkları ve zenginliklerini devam ettirebilmek karşılığında, yönetenleri ve hükümetleri desteklemek için uğraşmıştır. kısacası, aradan geçen binlerce yıllık süre boyunca, dinin dünyaya yarardan çok zararı dokunmuştur.
geçtiğimiz yüzyıl içerisinde, temeli dinsel nefrete dayanan bir savaşta milyonlarca yahudi'nin öldürüleceği, avrupa topraklarında -eski yugoslavya- dinle ilgili bir diğer savaşın gerçekleşeceği, orta doğu ülkelerinin hala teokrasiyle yönetileceği, yaygın islam gruplarının dünya kapsamında bir cihat gerçekleştirmek için çabalayacağı, çin'deki milyonlarca talun gong müridinin, kendi kendini kutsayan ve uçmak ile görünmezlik gibi yetenekleri olduğunu iddia eden bir sözde kurtarıcının peşinden gideceği, yüz yıl önce yaşamış kafası çalışan bir insana söylenseydi, bu insan muhtemelen, son üç ya da dört yüzyılda gerçekleşen tüm entelektüel ilerlemenin hiçbir işe yaramadığını düşünürdü.
yanlış inanışların zararları aza indirgenmeli, mantık ve kanıtlarla desteklenen gerçeklere saygı duymak, insanın temel yükümlülüğü haline gelmelidir. gerçeklerin kasıtlı olarak gözardı edilmesini ve aptallığı, hayata karşı işlenen birer suç oldukları için, "günah" olarak kabul etmeliyiz. bilimin keşfettiklerini öğrenmemek ve bunlara hürmet göstermemek ve bunun yerine barbarca kabile efsanelerini kutsal kabul etmek; işte ben buna istemli cehalet ve aptallık derim. bu davranışı, sadece hayatımızı daha uzun, daha sağlıklı, daha güvenli ve daha zevkli kılmakla kalmayarak, kendi içinde de saygı uyandıran ve hürmet duyulması gereken, içinde yaşadığımız dünya hakkındaki esas, değerli gerçekleri, yüzyıllardır emek vererek yavaş yavaş keşfeden bilim adamı nesillerine karşı affedilemez bir nankörlük olarak kabul ederim.
hakikat asla insanları ona inanmaları için zorlamaya ihtiyaç duymamıştır: "termodinamiğin ikinci kanununa inanıyorum diyeceksin; bunu söylemezsen ölürsün, kafir!"
din bir mucize gösterebilir, insanları sonsuza dek lanetlenmekle tehdit edebilir, cennete dair hoş, bol hurili izlenimler uyandırabilir; sağlık, zenginlik, sosyal ya da siyasi çıkarlar veya suçluluktan, yalnızlıktan, boşluk duygusundan arınmayı vaat edebilir. ama bunlar kabul edilmezse önünüze başka bir seçenek olarak başınızın vurulmasını ya da yavaş yavaş yakılmayı da getirebilir.
zulüm ve şiddet din tarihinin vazgeçilmez bir unsurudur. dini otoriteler her zaman bilimsel araştırmaların ve eğitimin önünü kesmek, sanat ve edebiyatı kontrol altına alıp sansürlemek, yüzyıllar ya da bin yıl öncesinde geçerli olabilecek; hatta o zaman bile zorlukla kabul edilebilecek davranış kalıplarını halka empoze etmek, ne kadar zalim ve baskıcı olurlarsa olsunlar, kendi ayrıcalıkları ve zenginliklerini devam ettirebilmek karşılığında, yönetenleri ve hükümetleri desteklemek için uğraşmıştır. kısacası, aradan geçen binlerce yıllık süre boyunca, dinin dünyaya yarardan çok zararı dokunmuştur.
geçtiğimiz yüzyıl içerisinde, temeli dinsel nefrete dayanan bir savaşta milyonlarca yahudi'nin öldürüleceği, avrupa topraklarında -eski yugoslavya- dinle ilgili bir diğer savaşın gerçekleşeceği, orta doğu ülkelerinin hala teokrasiyle yönetileceği, yaygın islam gruplarının dünya kapsamında bir cihat gerçekleştirmek için çabalayacağı, çin'deki milyonlarca talun gong müridinin, kendi kendini kutsayan ve uçmak ile görünmezlik gibi yetenekleri olduğunu iddia eden bir sözde kurtarıcının peşinden gideceği, yüz yıl önce yaşamış kafası çalışan bir insana söylenseydi, bu insan muhtemelen, son üç ya da dört yüzyılda gerçekleşen tüm entelektüel ilerlemenin hiçbir işe yaramadığını düşünürdü.
yanlış inanışların zararları aza indirgenmeli, mantık ve kanıtlarla desteklenen gerçeklere saygı duymak, insanın temel yükümlülüğü haline gelmelidir. gerçeklerin kasıtlı olarak gözardı edilmesini ve aptallığı, hayata karşı işlenen birer suç oldukları için, "günah" olarak kabul etmeliyiz. bilimin keşfettiklerini öğrenmemek ve bunlara hürmet göstermemek ve bunun yerine barbarca kabile efsanelerini kutsal kabul etmek; işte ben buna istemli cehalet ve aptallık derim. bu davranışı, sadece hayatımızı daha uzun, daha sağlıklı, daha güvenli ve daha zevkli kılmakla kalmayarak, kendi içinde de saygı uyandıran ve hürmet duyulması gereken, içinde yaşadığımız dünya hakkındaki esas, değerli gerçekleri, yüzyıllardır emek vererek yavaş yavaş keşfeden bilim adamı nesillerine karşı affedilemez bir nankörlük olarak kabul ederim.
16.07.2012
büyüklere masallar
eğer rahat bir hayat sürmek istersen, iki gözünle birden bak dünyaya.
büyük ve ciddi cinayetler, çoğu kez mükemmel diye adlandırılır ve bu nitelikleriyle de tarih sayfalarına geçer. küçük, ciddi olmayan cinayetlere ise kimse önem vermez ve bunlar ne tarihe geçerler ne de çağdaşlarının övgüsünü kazanırlar.
insanı boğan bir bekleyiş sırasında yenilmektense, iş arasında yenilmek yeğdir.
dünya yüzünde binlerce söz vardır; ama bunların en tehlikelileri, doğru ve gerçek olan sözlerdir. bunlar hiçbir zaman söylenmemelidir; çünkü artları sıra hemen eksiklikleri, pürüzleri sırıtıverir bunların. oysa boş sözler öyle mi ya? al, istediğin gibi evir çevir, döndür dolaştır. bir yanından bakınca şu anlam çıksın, öte yanından bakınca bu.
dünyada içinden çıkılmayacak güç durum yoktur.
bilgi aydınlık, bağnazlık ise karanlık demektir. karanlık, ömrünü tamamlamış, bitmiş bir gerçektir; ışık ise beklenen gerçektir. ve ne olursa olsun gelecektir.
hayatta birinci derecede rol oynayan şey iyiliktir. kötülük ise yanlışlıkla karışmıştır hayata. hayat gücü, her zaman için iyiliğin içinde bulunur.
kötülük hiçbir zaman kalıcı bir güç olmamıştır. tarih özgürlüğün öyküsüdür; iyilikle mantığın, kötülükle kafasızlığa karşı kazandığı zaferin öyküsüdür.
yurttaşlık duygusu, ancak özgürlük ve geniş olanaklar içinde işe yarar bir nesnedir.
saflık hırsızlıktan kötüdür. eğer ahmakların elinde yetki olsa tüm akıllıları yeryüzünden silip süpürürler.
gerçek insan ileriyi görür, acının her türlüsünü bilir, kederden gamdan anlar ve korku duyar.
hiçbir acı, karanlıklar içindeki birinin, bu karanlığı yırtıp ışığa kavuşmak için yaptığı bilinçsiz, telaşlı ve güçsüz çabalarından doğan acıdan daha büyük olamaz.