george sabine
hegel'e göre ulusun dehası ya da ruhu -ki bireyler aracılığıyla; ama onların bilinçli istenç ve niyetlerinden bağımsız olarak işler- sanatın, hukukun, ahlakın ve dinin gerçek yaratıcısıdır. bundan dolayı uygarlık tarihi ulusal kültürlerin birbirini izlemesinin tarihidir ve bu tarih içinde her ulus, bütün insan başarılarına kendi özel -ve zamanına uyan- katkısını getirir.
hegel: bir kültürün bütün ögeleri, içinde din, felsefe, sanat ve ahlakın karşılıklı olarak birbirini etkilediği bir bütün oluştururlar; kültürün böyle türlü dalları, onları yaratan halkın düşüncesini -içsel entelektüel erdemini- anlatır; bir halkın tarihi, bütün insanlık uygarlığına yaptığı kendine özgü katkıyı içinde gerçekleştirdiği süreçtir.
hegel bu düşünceler üzerinde durdukça, bu süreç içinde üç katlı bir model bulunabileceğine inanmaya başladı: "doğal", mutlu, genç ama geniş ölçüde bilinçsiz bir kendiliğinden yaratıcılığını yitirdiği acı bir gerginlik ve kendine güvensizlik dönemi; üçüncü olarak da sürecin daha yüksek bir düzeyde "kendine döndüğü", özgürlüğün otorite ve kendi kendini disipline alma ile birleştiği yeni bir çağdaki gerginliklerden kazanılan derin görüşleri içeren bir dönem. binlerce değişik ortamda yinelenen bu aşamaları hegel, diyalektiğin üç aşaması içinde anlatmıştı: tez, antitez, sentez.
sürecin bütünü kendi deyimiyle "düşünce"dir. onun tarih felsefesi, bu düşünceyi batı uygarlığının tarihi içinde çok geniş bir ölçüde belgelendirme çabasıydı. yunan kentinin yaratıcı dönemi birinci aşamayı, dinde düzeltimcilikle başlayan protestanlık ve germenik uluslar dönemi ise üçüncü aşamayı temsil ediyordu. ulus düşüncesi, dünya düşüncesinin tarihsel gelişiminin belli bir aşamasındaki belirtisinden başka şey değildir.
hegel'e göre "her özel ulusal deha, evrensel tarih süreci içinde, yalnızca bir birey gibi ele alınmalıdır." değeri, insanlığın ilerlemesine yaptığı katkıya göre ölçülmelidir.
hegel: eşyanın olduğu biçimiyle taşıdığı uysallık, umutsuzluk, çok büyük ve bağlayıcı bir yazgıya sabırla katlanış, umuda, bekleyişe ve değişik bir şeyi yapma azmine dönüştü. daha iyi ve daha adil bir dönem düşü insanların ruhuna canlı bir biçimde girdi ve daha arı, daha özgür bir durum arzusu her yüreği harekete geçirdi ve yürürlükteki durumdan soğuttu. isterseniz buna bir hasta sayıklaması deyiniz; ama ya ölümlü bitecek ya da hastalık nedeninin ortadan kaldırılması sonucuna ulaştıracaktır.
hegel: kurumların, anayasaların ve yasaların, ahlak, gereksinimler ve insanoğlunun amaçlarıyla uyum içinde olmaktan çıkıp anlamlarını yitirdikten sonra yaşamaya devam edeceklerini; içinde anlama ve duymanın artık yer almadığı biçimlerin bir ulusu bağlayacak gücü koruyabileceğini düşleyenler nasıl da körler!
**
hegel: bir devlet, de facto bir güç, ulusal birliğin anlatımı ve kendi kendini yönetme yolunda ulusal bir dilektir; ama asıl olarak ulusal istenci içerde ve dışarda yürürlüğe koyma gücüdür. merkezi hükümeti engellemeyecek bir biçim birliği eksikliği, devletin yokluğu demek olmaz.
krallığın tarihsel rolüne inanan hegel, 1802'de almanya'nın birleştirilmesi ve çağdaşlaşması için bütün umudunu büyük bir askeri önderin ortaya çıkmasına bağladı; gerçi böyle bir önderin gönüllü olarak anayasa sınırları içinde kalmasının ve kendisini alman ulusal birliği davasıyla özdeşleştirmesinin temel bir koşul olduğunu da belirtiyordu. almanya'nın hiçbir zaman ortak rızasıyla ya da ulusal duygunun barışçı bir şekilde yayılması yoluyla birleşmeyeceğine kesinlikle inanıyordu. bir devlet, tutkusunu barıştan çok savaşta gösterir ve gizil gücünün yüksek noktasına barıştan çok savaşta ulaşır.
hegel için çağdaş siyasal yaşamın iki kahraman kişisi makyavel ve richlieu'ydü. hükümdar'ı, gerçek bir siyasal dehanın en yüksek ve soylu amaçlı, ulu ve doğru bir kavrayışı olarak niteliyordu. çünkü özel ahlakın kuralları devletin hareketlerini sınırlamaz; devletin kendini korumak ve güçlendirmekten daha ulu bir görevi yoktur.
hegel: siyasal deha, insanın kendisini bir ilke ile özdeşleştirmesinden ibarettir.
insanın mutsuzluğu, olan ile olması gerektiğine inandığı arasındaki farktan ileri gelmektedir. mutsuzluğunun nedeni, olayları "bir düşüncenin yönettiği düzen" olarak değil, birbirleriyle ilişkisiz ayrıntılar olarak görmesidir. ilacı ise uzlaşmadır: olanın ister istemez olduğunu görmesi ve olması gerekenin de mutlaka olacağının bilincine ulaşması.
bir halkın tarihi, kültürünün her alanında kendini gösteren tek bir ulusal düşünüşün ortaya çıkışını kaydeder.
bireyler ve onların bilinçli amaçları, sonuçlar bütünü içinde gerçekten pek az bir paya sahiptirler. birey çoğunlukla, kendisini yaratan kültürün rastlantısal bir değişkeninden başka bir şey değildir ve değişik olduğu ölçüde bireyselliğinin anlamlı olmaktan çok kaprisli olması olasıdır.
beşeri aktörler açısından tarih alay ve trajedinin bir bileşimidir; bütün açısından ise döngüsel ve sarmal bir ilerlemedir.
hegel: buna aklın kurnazlığı denilebilir: tutkuları kendisine hizmet etmek için işe koşuyor; tutku dürtüsü ile varlığını geliştiren şeyler ise cezayı ödüyor ve kayba uğruyor. özel olan, genel olana oranla, çoğunlukla son derece önemsiz bir değerdedir: bireyler feda ve terk edilirler.
**
tarihin kendi sorunlarına kendi çözüm yolları vardır; bunları en bilge insanlar bile ancak küçük bir ölçüde anlayabilirler. büyük insanlar tarihi ne yapar ne de yönetirler; olsa olsa, biraz anlarlar ve kendi azim ve anlayışlarından son derece daha büyük olan güçlerle iş birliği yaparlar.
büyük adamlar, tarihin yüzeyinin altında yatan ve kişisel olmayan toplumsal güçlerin araçlarıdır; olayların doğal mantığı önünde eğilirler. bundan dolayıdır ki bilim ve felsefe de orada sınırlı bir rol oynar.
"minerva'nın baykuşu yalnız koyulaşan karanlıkta uçmaya başlar." stoik bir tanrı gibi tarih, bilge insana yön verir; aptalı ise sürükler.
her eğilim, tam olarak ortaya çıktığında, kendisini yıkan bir karşı eğilim doğurur.
hegel, "gerçek olan ussaldır ve ussal olan gerçektir." derken gerçek olanla yalnızca var olanı her zaman birbirinden ayrı tutmuştur. gerçek olan, tarihteki anlamın sürekli iç cevheridir. bununla karşılaştırıldığında tek tek olaylar önemsiz ya da görüntüdürler.
sonuç olarak diyalektik, asıl olarak seçici bir süreçti. görece rastlantısal ve önemsiz olanı uzun sürede önemli ve etkili olandan ayırma yoluydu. var olan her zaman geçici ve geniş ölçüde rastlantısaldır; tek gerçeği oluşturan derinlerdeki güçlerin yüzeydeki bir görüntüsünden ibarettir.
hegel, "iyi niyetler sahtekarlığı" diye adlandırdığı duygu ve iyi dileği mahkum eden tutumunda olduğu kadar, başka hiçbir yerde ölçüyü kaçırmamıştır. duygu ve iyi niyetlerin her zaman ya zayıf ya da bağnaz ve her iki durumda da değersiz olduğuna inanmıştır. örgütlenmemiş iyi niyetin, etkinliğin haklılığa son ölçü olduğu bir dünyada herhangi bir şey gerçekleştirebileceğine hiç inanmıyordu. başka hiçbir hususta, bu hususta olduğu kadar kökten inançsız olmamıştır. ulusları yapan şey duyu değil, kurumlar ve bir ulusal kültür biçiminde anlatımını bulan, erk sahibi olma hususundaki ulusal istençtir. bireyin yaratıcı güçlerini serbest bırakan ve onu özgür olarak hareket eden bir ahlaki kişi düzeyine yücelten şey, ulusal görevin ahlaki bir dava olarak benimsenmesi ve herkesin bu dava içinde üzerine düşen görevi üstlenmesidir.
leopold von ranke: devletler birbirinin aynı; ama asıl olarak birbirinden bağımsız bireylerdir. insan ruhunun özgün yapıtları olan manevi varlıklar, hatta tanrının düşünceleridir.
öte yandan hegel, devrimi mahkum ediyordu. çünkü ona göre özgürlük ve eşitlik ilkelerini savunduğu sürece devrim, gerçekte eski feodalizm sakatlığını sürdürmüş oluyordu. insanlar arasındaki işlevsel toplumsal yetenek farklarını ortadan kaldırıyor, genel ve soyut bir siyasal eşitlik düzeyine indiriyordu. bu ise insanların devletle ilişkilerini yalnızca bir özel çıkar sorunu durumuna getiriyordu. devrim, hem toplumun hem de devletin kurumlarını, bireysel tutkuları gibi kapris niteliğinden özel gereksinimleri giderecek ve kişisel eğilimleri karşılayacak yararcı araçlar durumuna getirdi. gerçek ahlaki ağırlığa sahip olmak için bu bireysel güdülerin önce sivil toplumun kurumlarında, sonra da daha yüksek bir düzey olan devletin kurumlarında erimesi ve niteliğini değiştirmesi gerekir. bundan dolayı devrimin felsefesi iki bakımdan yanlıştı. yurttaşın kişiliğinin, manevi öneminin gereği olarak sivil toplumun yaşamında yerine getireceği görevi bulunan bir toplumsal varlık olduğunu görmemiştir. ikinci olarak da sivil toplumun kurumlarının, ulusun organları olduğunu, bu organların ulusun manevi önemine yaraşır ağırlığa sahip bir kamu otoritesinde somutlaşması gerektiğini görememiştir. ne toplumun ne de devletin yalnızca bireysel rızaya dayandığı söylenebilir; bunlar, kişisel kendini gerçekleştirmeyi oluşturan bütün bir gereksinimler ve doyumlar yapısının çok derinliklerinde yer alan kurumlardır. bütün insan gereksinimlerinin en üstünü, katılmak ve özel istek ve doyumlardan daha geniş nedenlerin ve amaçların bir organı olmak gereksinimidir. hegel'e göre devrimci felsefenin temel yanlışlığı da, bireyciliğin varsayımlarına dayalı kağıt anayasalar yapmaya ve böyle bir siyasal yöntem kurmaya kalkışmaısydı.
**
hegel: tek başına düşünüldüğünde birey yalnız kaprisli, rousseau'nun dediği gibi dürtülerinden, iştahlarından ve eğilimlerinden daha üstün hiçbir devinim kuralına ve öznel heveslerinden daha üstün hiçbir düşünce ilkesine sahip olmayan, kaba içgüdüsüyle hareket eden bir hayvandır. doğru olarak anlaşılabilmesi için bireyin toplumun bir üyesi olarak düşünülmesi gerekir. ama çağdaş toplumda birey, aynı zamanda devletin de bir üyesi olarak düşünülmelidir. çünkü ulus-devlet, protestan hristiyanlıkla birlikte, çağdaş uygarlığın biricik başarısı olup en yüksek otoriteyi yurttaşları için en yüksek bir özgürlük ölçüsü ve biçimiyle birleştirmeyi öğrenmiştir.
hegel: çağdaş devletin özü, evrenselin, üyelerinin tam özgürlüğü ile ve kişisel gönençle bağlı olması gerekliliğidir.
hem gizemci hem de ussalcı biçimiyle bireycilik, bireyi yalnızca ruh ya da ussal varlık gibi görmekte, onu meydana getiren tarihsel koşulları ya da dinsel, ahlaki ve ussal doğasının kendi kendini sürdürebilmesi için gerekli olan toplumsal ve ekonomik koşulları göz önünde bulundurmamaktadır. hem bireyin hem de toplumun doğasını bozmaktadır. bireyin doğasını bozmaktadır; çünkü bireyin manevi yanı ve ussallığı bir toplumsal yaşamın ürünleridir. bireycilik toplumsal kurumların doğasını bozmaktadır; çünkü onları rastlantısal, kişiliğin ahlaki ve ruhsal gelişmesiyle ilgisi olmayan us-dışı isteklerini karşılamak için uydurulmuş yararcı araçlar saymaktadır. bu, tarihsel bakımdan yanlıştır; çünkü dil, hükümet, hukuk ve din icat edilmemiş, ortaya çıkmışlardır. ahlaki bakımdan da yanlıştır bu; çünkü gelenek, hukuk ve hükümetin eğilimlere getirdiği kısıtlamalar, özgürlük uğruna en aza indirilmesi gereken yükler olarak görülmekte ve ideal olarak insanın dilediğini yapabileceği "doğal durum" altın çağının bütün kısıtlamalardan kurtulmuşluğuna ulaşılması gerektiği savunulmaktadır. ama bu altın çağ tarihsel bakımdan bir düşten başka bir şey olmayıp siyasal ve ahlaki bakımlardan da özgürlük değil, despotizm demek olan anarşiden başka bir şey değildir.
hegel: ingiltere'de en yoksul insanlar bile birtakım haklara sahip olduklarına inanır; bu, başka ülkelerde yoksullara doyum sağlayan durumdan farklı bir durumdur. toplum bir kez kurulunca, yoksulluk derhal bir sınıfın başka bir sınıfa yaptığı haksızlık biçimini alır.
francis herbert bradley: özgürlük, yerini ve o yerin gerektirdiği ödevleri bilmedir.
hiçbir özgürlük ya da mutluluk isteği, istek toplumun iyiliğiyle uyuşmadığı ve toplum istenciyle desteklenmediği takdirde, ahlaki bakımdan savunulamaz. bireyin hakları ve özgürlükleri, toplum içindeki yerinin kendisine yüklediği ödevlere karşılık düşen haklar ve özgürlüklerdir. özel yaşamdaki mutluluk bile, toplumsal statünün gerektirdiği bir soyluluğu ve toplumca değerli olan bir işte payı olma bilincini taşımalıdır.
çağdaş devlette bütün insanlar özgürdür ve devlete hizmet etmekte, ülkü olarak kendi kendini gerçekleştirmenin en üstün biçimini bulabilirler. devlette olumsuz inatçılık özgürlüğünün yerini yurttaşlığın "gerçek özgürlüğü" almıştır.
hegel: bir insan yahudi, katolik, protestan, alman, italyan vs. olduğu için değil, yalnızca insan olduğu için değer taşır.
toplumun ekonomik yaşamına manevi önem kazandıran -bir bakıma ona şan- şeref veren- şey, devletin ve onun kültürel amacının bu ekonomik yaşama bağlı olmasıdır.
hegel'in kuramına göre mülkiyeti yaratan ne devlettir ne de hatta toplumdur; mülkiyet insan kişiliğinin kaçınılmaz bir koşuludur.
hükümeti, seçimle belli olan halk istencine dayandıran jakobenizm, gerçekte ayaktakımı hükümeti anlamını taşır. yurttaşların yalnızca bir bölümü demek olan "halk", "ne istediğini bilmeyen" bir şeydir.
genel olarak hegel'in sivil toplum görüşü sağlam bir ilkeye dayalıydı: birey yalnız yurttaş olarak görüldüğü zaman, devlet her türlü insan topluluğunu kapsamı içine almak eğilimini gösterir. gerçekte ise, bu bütün totaliterlik biçimlerinin gösterdiği gibi özgürlük değil, despotizmdir.
despotizmin özü yasa tanımazlıktır; özgür ve meşruti bir hükümetin özü ise yasasızlığı önlemesi ve güven yaratmasıdır.
hegel: despotizm, yasanın yitip gittiği ve ister bir kralın isterse bir kümenin kişisel istencinin yasa sayıldığı; ya da daha doğrusu yasanın yerini aldığı bir durumu anlatır. kaprise ve bağnaz görüşlere karşı güvence devlette her şeyin saptanmış ve güvenli olmasıdır.
hegel: iyi örgütlenmiş bir krallıkta, nesnel yan yalnız yasaya aittir; kralın rolü yalnızca öznel "buyuruyorum"u yasaya koymaktır.
gerçekten kral, hegel'e göre siyasal yaşamın ve tarihin temelindeki gerçek güçler olan ulusal ruh, ulusal yasa ve ulusal devlet gibi soyutlamaların görünürdeki bir simgesinden başka bir şey değildir.
liberal siyasal düşünce hegel'in toplum felsefesindeki iki temel varsayımı hiçbir zaman kabul etmemiştir. bu varsayımlar şunlardır: toplum, aralarındaki gerginlik ve çelişmeler dolayısıyla toplumsal değişmelere yol açan karşıt güçlerin devinim içindeki bir dengesidir; toplum tarihi de, bu güçlerin kendilerinin içsel ya da hemen yarı-mantıksal bir evrimidir.