zygmunt bauman
sosyoloji, insan dünyası hakkında bir düşünme biçimidir.
sağduyu: hayatımızdaki günlük işlerimizi yürütmek için faydalandığımız zengin ancak dağınık, sistematik olmayan, genelde bağlantıları belirsiz ve söze dökülemeyen bilgi. senin ve benim hayat hakkındaki “ham” bilgimiz.
aslında özgürlük, karar verme ve seçme yetisidir.
ceza, yaptıklarımdan sorumlu olduğumun doğrulanmasıdır.
seçme özgürlüğü kendi başına kişinin seçimlerini hayata geçirme özgürlüğünü garanti etmez, hele niyet edilen sonuçlara erişme özgürlüğünü hiç temin etmez. özgür davranabilmem için, özgür iradeden başka kaynaklara da ihtiyacım vardır.
istediğim gibi davranma özgürlüğümün ne yaptığıma ya da neye sahip olduğuma değil kim olduğuma bağlı olduğunu fark edebilirim. belli bir kulübe ya da belli bir ofiste işe girmem ırkım, cinsiyetim, yaşım, etnik grubum ya da milliyetim gibi niteliklerim yüzünden engellenebilir. bu sıfatların hiçbiri benim irademe ya da eylemime bağlı değildir ve ne kadar özgür olursam olayım bunları değiştirmeye gücüm yetmeyecektir.
benim bugünkü özgürlüğüm dünkü özgürlüğüm tarafından sınırlanmıştır; ben geçmişteki eylemlerim tarafından belirlenmiş, yani şimdiki özgürlüğüm açısından kısıtlanmış olurum.
peşine düşmeye değer amaçlar ile uğruna sıkıntıya girmeye değmeyenler arasındaki ayrım..
amaç ne ise onuz izlerken kullandığım araçlar..
ilgi kurma kıstası, tamamlamaya uğraştığım proje için ilgili ve ilgisiz kişiler ile şeyler arasında ayrım yapma sanatı..
sosyal olarak denetlenen bir terbiye kaçınılmazdır; çünkü insanların doğal eğilimleri bir arada yaşamalarını imkansız kılar; hem de kabul edilemeyecek kadar kaba ve tehlikelidir. düşünürler, cinsellik ve saldırganlık dürtüler özgür bırakılacak olursa hiçbir grubun dayanamayacağına, dürtülerin, sosyal hayatı bütünüyle imkansız kılacak kadar şiddetli çatışmalar doğuracağına işaret ederler.
sigmund freud, benliğin gelişim sürecinin tamamının ve insan gruplarının sosyal örgütlenmesinin, sosyal olarak tehlikeli içgüdülerin, özellikle saldırganlık ve cinsellik içgüdülerinin dışavurumlarını kontrol altına alma ihtiyacı ve bu ihtiyaca yönelik pratik çabalar ışığında yorumlanabileceğini ileri sürmüştür. freud içgüdülerin asla ortadan kaldırılmadıklarını ileri sürer; içgüdüler yok edilemezler ancak bastırılabilir ve bilinçaltına sürülebilirler. onları bu zindanda tutan şey, grup tarafından uygulanan baskıların ve taleplerin içselleştirilmiş bilgisi olan süperegodur.
ego, iki güç -bilinçaltına itilmiş ancak yine de kudretli ve asi duran içgüdüler ile dürtüleri bilinçaltında tutmak ve kapatıldıkları yerden kaçmalarını engellemek için egoyu bastıran süperego- arasında sürekli askıda durur.
kardeşler arasındaki ideal ilişkiler fedakarca yardımlaşmanın, ortak bir dava için güçleri birleştirmenin ve “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” türü dayanışmacı bir davranışın ilkörneğini sunar. zaman zaman belki fark etmişsinizdir, izleyicilerine karşılıklı bağlılık duyguları aşılamayı isteyen insanlar kardeşlik metaforlarını kullanmaya bayılırlar ve dinleyicilerine “kardeşler” ya da “bacılar” diye seslenirler. milli dayanışma duyguları ve milleti için kendini feda etmeye hazır olma, ülkeden “ana vatanımız” ya da “atalarımızın toprağı” diye söz ederek sağlanır.
ön yargı, düşmanlarda olabilecek herhangi bir erdemin, gerçek ya da hayali kusurlarını abartma eğilimi ile katlanarak doğrudan reddi anlamına gelir.
amerikalı antropolog gregory bateson, düşman tutumların adeta düşman davranışı teşvik ederek kendi gerekçesini sağlaması şeklinde ilerleyen etki-tepki zincirine schismogenesis adını takmıştır. bateson asıl olarak iki tür schismogenesisten söz eder. simetrik schismogenesis durumunda, tarafların her biri karşıtında gördüğü güç belirtilerine tepki gösterir. rakip ne zaman kuvvet ve kararlılık gösterse, daha etkili bir kuvvet ve kararlılık yoluna gidilir. simetrik schismogenesis çatışan taraflarda kendini öne çıkarma duygusunu besler ve rasyonal müzakere ve anlaşma ihtimalini gerçekten ortadan kaldırır. tamamlayıcı schismogenesis tamamen zıt varsayımlardan doğar ama aynı kapıya, yani ilişkinin kopmasına çıkar. eylemlerin schismogenesis dizilişi tamamlayıcıdır; çünkü öteki taraf karşı tarafın artan gücünün tezahürleriyle karşılaştığında direnişini zayıflatırken, bir taraf öteki tarafın zayıflık işareti göstermesiyle kararlılığını artırır. bateson’ın belirttiği gibi, etkileşimlerin gösterebileceği üçüncü bir biçim daha vardır: karşılıklılık. karşılıklılık tarafların her birinin öteki tarafın ihtiyacı olan bir şeyi karşıladığı bir ilişkidir.
sosyolojinin kurucularından biri olan max weber çağdaş toplumda örgütlerin her yanda boy vermesini sosyal hayatın sürekli rasyonalleşmesinin bir işareti olarak görüyordu. (adet ya da alışkanlık sonucu düşünmeden yapılmış bir eylem olan geleneksel eylem ve anlık bir duygulanımla başlayan ve sonuçları düşünülmeden yapılan kontrolsüz bir eylem olan duygusal eylemden farklı olarak rasyonal eylem, yaratılacak amacın açıkça dile getirildiği ve faillerin düşünceleriyle çabalarını bu amaca ulaşmak için en etkili ve ekonomik olabilecek araçları seçme işinde yoğunlaştırdığı bir eylemdir. weber’e göre örgüt (weber “büronun yönetimi” anlamına gelen “bürokrasi” terimini kullanır) rasyonal eylemin gereklerine en üst düzeydeki uyarlanmadır. aslında örgüt amaçları rasyonal bir biçimde, yine aynı zamanda en yüksek verim ve en düşük maliyetle gözetmenin en uygun yöntemidir.
örgütün kurallarına boyun eğdirildiği örgüt örneği de vardır; bu, erving goffman’ın verdiği adla, total kurumlar örneğidir. total kurumlar zoraki cemaatlerdir. burada üyelerin hayatlarının bütünü kılı kırk yaran düzenlemelere konu olur; üyelerin ihtiyaçları örgüt tarafından belirlenmekte ve karşılanmaktadır, izin verilen ve verilmeyen eylemleri örgütsel kurallarla belirlenmiştir. yatılı okullar, askeri kışlalar, hapishaneler, akıl hastaneleri, değişen oranlarda total kurumlar modeline uyar. bu kurumların sakinleri gece gündüz gözetim altında tutulurlar (ya da en azından gözetim altında olmadıklarından emin olamayacakları koşullarda tutulurlar), öyle ki kurallardan her türlü sapma anında tespit edilir ve cezalandırılır ya da mümkünse önlenir. total kurumlar üyelerini kendi başlarına bir kişisel ilişkiler ağı geliştirmekten etkin olarak caydırmaları ile cemaat modelinden köklü bir biçimde ayrılır.
olağanüstü zor ve acımasız savaş ve yabancı işgal koşullarında insan davranışı üzerine yapılan araştırmalar göstermektedir ki, armağan vermenin en kahramanca örnekleri -tehlikede olan birinin hayatını kurtarmak için kendi hayatını feda etme- tamamen dürtüleri saf armağana çok yaklaşan insanlar tarafından gösterilmiştir; bu insanlar başka insanların yardımına koşmayı sırf ahlaki görevleri -sanki doğal, aşikar ve ilk akla gelen şeymiş gibi herhangi bir gerekçe aramayan bir görev- olarak görmüşlerdir. bu araştırmaların en dikkat çeken bulgularından biri, yardıma koşanlar arasındaki en fedakarlarının eylemlerini eşsiz bir kahramanlık olduğunu anlamakta güçlük çektikleridir. onlar böyle bir davranışın gerektirdiği cesareti ve kanıtladığı ahlaki erdemi önemsemezler.
amerikalı sosyolog richard sennett, partnerlerin ikisinin de ısrarla mahremiyet hakkı, kendini partnerine tamamen açma, partnerle kişinin içsel dünyası hakkındaki bütün, en özel hakikati paylaşma, bütünüyle içten olma, yani partner için ne kadar altüst edici olursa olsun hiçbir şeyi saklamama hakkı peşinde oldukları bir ilişki için yıkıcı gemeinschaft terimini ortaya atmıştır. sennett’a göre, kişinin partnerinin karşısında ruhunu bütün gerçekliğiyle ortaya sermesi, partnerden zorunlu olarak şevk yaratmayacak şeylere onay vermesi ve yanıt verirken aynı şekilde içten ve dürüst olması isteneceğinden, partnerin omuzlarına katlanılmaz bir ağırlık bindirebilir. sennett, kalıcı bir ilişkinin, özellikle kalıcı bir aşk ilişkisinin karşılıklı mahremiyet talebinin sallantılı zemininde yükselemeyeceğine inanır. partnerlerin birbirlerinden karşılayamayacakları (ya da bedelini düşününce karşılamak istemeyecekleri) taleplerde bulunma ihtimali çok fazladır; bu ilişkiye bir süre biçmeye, bitirmeye ve çekilmeye karar vermek yerine bu yüzden acı çekecek, kıvranacak ve umutsuzluğa düşeceklerdir. partnerlerden biri ya da öteki çekilmeyi benliğinin olumlanması ihtiyacına başka yerlerde tatmin aramayı seçecektir.
işte psikanalitik seansların, psikolojik tedavinin, aile danışmanlığının vb. şaşırtıcı başarısının gizi burada yatıyor. artık, bir kişinin en içten duygularını başka birine anlatması ve sonuçta kişinin o çok özendiği kimliğinin onaylanması anlamına gelen kendini bütünüyle açma hakkı için gerekli şey yalnızca para haline gelmiştir. parasal ödeme analistin ya da terapistin hastaları ya da müşterileri ile ilişkisini kişisel olmayan bir ilişkiye dönüştürür. ve böylelikle kişi sevmeden sevilebilir. kişi, hizmetlerini satın aldığı ve bu yüzden bir iş ilişkisinin parçası olarak ortak yükümlülük altına girdiği insanlar hakkında hiçbir kaygıya kapılmaksızın, kendisiyle ilgilenilmesini ve kaygılarının paylaşılmasını sağlayabilir. hasta, bir sevilme yanılsaması satın alır. (gelgelelim, unutulmamalıdır ki, tek taraflı aşk “doğaya karşı”, yani sosyal olarak kabul edilen aşk modeliyle şiddetli bir uyuşmazlık içinde olduğundan, psikanalitik uygulamanın başında genelde aktarım denen bela vardır: yani, hastanın eğilim olarak analistin “-miş gibi” davranışını bir sevgi ifadesi olarak görme hatasına düşmesi ve anlaşmanın tamamıyla iş benzeri, kişisel olmayan koşullarını aşan bir tutumla karşılık vermesi. aktarım olgusu terapinin bir aşk ikamesi olduğunun en güçlü kanıtı olarak da yorumlanabilir.)
richard sennett’in tartıştığı, aşkın böylesine değerden düşmesinin tezahürlerinden biri erotizmin dışlanması ve yerine cinselliğin geçmesi eğilimidir. erotizm, cinsel arzunun ve son tahlilde bizatihi cinsel ilişkinin, çevresinde kalıcı bir aşk ilişkisinin kurulduğu ve sürdürüldüğü bir eksen olarak konumlanması, daha önce çok yanlı, bütünlüklü sosyal ilişkilere atfedilen bütün özellikleri taşıyan istikrarlı bir sosyal birliktelik biçimi anlamına gelir. cinsellik ise cinsel ilişkinin tek bir işleve, cinsel arzunun tatmini işlevine indirgenmesidir.
düşlerimiz ve özlemlerimiz, aynı anda doyurulmaları neredeyse hiç mümkün olmayan, ne var ki ayrı ayrı peşlerine düşüldüğünde de aynı şekilde tatmini güç olan iki ihtiyaç arasında parçalanmıştır. bunlar aidiyet ve bireysellik ihtiyaçlarıdır. birinci ihtiyaç bizi ötekilerle güçlü ve güvenli bağlar kurmaya sevk eder. ikinci ihtiyaç bizi, içinde baskılardan bağışık ve taleplerden özgür olduğumuz, yapmaya değer gördüğümüz şeyi yaptığımız, “kendimiz olduğumuz” bir duruma, özel hayata yöneltir. iki ihtiyaç da dayatıcı ve güçlüdür; ikisinin de baskısı arttıkça verili ihtiyacın tatmini azalır. öte yandan, biri tatmine ne kadar yaklaşırsa, aynı oranda ötekinin ihmal edilmesinin acısını duyarız. özel hayat olmaksızın cemaatin aidiyetten çok baskıya benzediğini, cemaat olmaksızın da özel hayatın “kendi olmak” yerine yalnızlığa benzediğini fark ederiz.
eğer muhtaç insanlara sunduğum yardım onların ya da tanrının gözüne girmek için yapılan maksatlı bir çabaysa, bu eylem de hissi olmayacaktır; böylesi bir sunum daha çok hesaplanmış bir girişim içinde bir adım, bir amaca, bu örnekte, günahlarımın bağışlanması ve kurtuluşun kazanılmasına yönelik bir araç olacaktır. bir eylem ancak düşünümsüz, kendiliğinden, ön müzakere olmaksızın yapıldığı ve argümanlara ağırlık vermenin ve etkilerini hesaplamanın zamanı gelmeden önce gerçekleştirilen bir eylem olduğu müddetçe hissidir.
a’nın amaçları b’nin kaynakları olduğunda ve bu yüzden b’nin amaçları için bir araç olarak kullanıldığında, a’nın seçim özgürlüğünden çok ciddi tavizler verilmiş olur. a’nın eylemleri artık özerk değildir; güdümlü hale gelmiştir.
karşılıklı ilişkimizde güç, eşit olmayan bir biçimde dağılmıştır; bu, asimetrik bir güç ilişkisidir.
soyguncuyla bir gece karşılaşmasında, genellikle açgözlü biri için üstün değerler olan banknotlar ve kredi kartlarıyla dolu bir cüzdan birdenbire anlamsız hale gelebilir; seçim artık daha az ya da daha çok para arasında değil, hayatla ölüm arasındadır. hapishane ya da çalışma kampındaki kurumsallaşmış baskı koşullarında, yeni değerler -iyi yiyecek, hafif iş, çıkış ya da ziyaretçi kabul izni, tek başına ya da sıkı güvenlik koşullarında bir yerde kapatılmaktan kurtulma ya da yalnızca gardiyanın iyi muamelesi- eski, bir zamanlar göklere çıkarılan değerleri gölgede bırakabilir ve uğursuz ya da gülünecek değerler haline getirebilir. toplama kampları gibi uç örneklerde, kendini koruma ve hayatta kalma değeri tutsakların bütün seçimlerinin önüne geçebilir.
meydan okuyuş ve itirazlar karşısında etkin olarak ve kıskançlıkla savunulmadıkça, rekabet sonucu kazanılan hiçbir şeyin güven içinde olduğu düşünülemez. rekabetçi mücadele asla son bulmaz; sonuçlar asla nihai ve tersinmez değildir.
erkek egemen toplumda, baskı altında olmaları kadınların kendi kabahatidir; kadınların daha az prestijli ve arzulanır işlevlere hapsedilmesi “doğuştan” gelen yetmezlikle -aşırı duygusallık, rekabetçi ruh ve rasyonallik yoksunluğu ya da zeka azlığı ile- açıklanır.
ideal olarak, iş etkinlikleri ahlaki kaygıların yol açtığı güdülerden etkilenmemelidir. iş ve ahlak birlikte yürümez. iş hayatındaki başarı, takınılan tavrın rasyonalliğine bağlıdır ve bu yeri geldiğinde her davranışın özçıkar kaygılarına hiç tereddütsüz teslim edilmesi demektir. rasyonallik yürekten çok kafa tarafından yönlendirilmek demektir. eylem ancak, eldeki görev en verimli ve en az maliyetle yerine getirildiği müddetçe, rasyonaldir.
örgütsel disiplinin ahlaki sakıncaları susturma ya da askıya alma kudreti, belli bir sayıdaki gönüllüye uydurma bir bilimsel araştırmanın deneklerine acı verici elektrik şoku uygulama emrinin verildiği malum stanley milgram deneylerinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. zalimliklerinin yüce bilimsel amacına inanmış (işini yapan kişiler olarak onlar gerçekten kavrayamaz ya da yargıda bulunamaz; ancak hayranlık duyabilirlerdi) ve araştırma projesinden sorumlu bilim insanlarının güya üstün yargılarına güvenen çoğu gönüllü emirleri harfi harfine -kurbanlarının acı çığlıklarına kulaklarını kapatarak- yerine getirmiştir. deneyin küçük ölçekte ve laboratuvar koşullarında ortaya çıkardığı şey, ikinci dünya savaşı ve sonrasındaki soykırım pratiğiyle dehşet verici boyutlarda sergilenmiştir.
karmaşık bir örgütlenmenin memurları, parçası oldukları ortak etkinliğin nihai sonuçlarının ayrımında olsalar bile, o sonuç genelde onları endişelendirmeyecek kadar uzaktadır. uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir. yatay ve dikey işbölümü yüzünden, tek tek her kişinin eylemleri bir kural olarak çok sayıda öteki insanın eylemleriyle dolayımlıdır. ya kişinin yaptığı iş doğrudan sonuç üretmemekte ya da bu öteki insanların yaptığı sayısız öteki işler sayesinde eylemin uzak hedeflerinden korunmaktadır. bu yüzden, sanki yapılanla eylemin nihai hedefinin başına gelenler arasında doğrudan bir nedensel bağlantı yoktur. son noktada, kişinin katkısı önemini kaybeder ve nihai sonuç üzerindeki etkisi de ciddi bir ahlaki sorun olarak görülemeyecek kadar küçük görünür. “ben yanlış bir şey yapmadım, beni kınaman için hiçbir neden yok” normal bir özür tümcesi olacaktır. nihayetinde, kişi plan yapmak, rapor yazmak, belgeleri doldurmak ya da iki kimyasal bileşiği karıştıran makineyi açıp kapamak kadar masum ve zararsız bir şey yapıyor olabilir. insan egzotik bir ülkede kömür olmuş vücutları öyle kolaylıkla kendi eyleminin sonuçları olarak, kendinin sorumlu olduğu şeyler olarak görmeyecektir.
kenardan seyredenlere gelince, onların uymaları ya da en azından sessiz ve hareketsiz kalmaları, ahlaki davranmanın ve kurbanlarla dayanışmaya girmenin bedelleri ağırlaştırılarak sağlanmıştır. ahlaki bakımdan doğru olanı seçmek, çoğu zaman kendi fiziksel varlığını tehlikeye atmaktan başka bir anlama gelmeyen, korkunç bir cezaya davetiye çıkarmak anlamına gelecekti. bir kere oyun yüksek oynanınca, kendini koruma kaygısı, rasyonal gerekçelerle -“kendi hayatımı ve aileminkini tehlikeye atmadan kurbanlara yardım edemezdim; en iyi halde bir tek kişiyi kurtarabilirdim; ama başarısızlık halinde, on kişi ölecekti.”- bastırılmaya yüz tutan ahlaki görevleri ve ahlaki pişmanlıkları silip süpürür. hayatta kalma şanslarına ilişkin nicelik hesabı, eylemin ahlaki niteliğinin önüne geçmiştir.
komünist toplumlarda düşman sınıflara ve onların işbirlikçileri olarak sınıflandırılan kişilere karşı uygulanan kitle terörü, başka türlü insan hakları sicillerinden gurur duyan ülkelerde süren ırksal ve etnik azınlıklar üzerindeki ayrımcılık, açık açık ya da el altından uygulanan apartheid sistemleri ve türkiye’de ermenilerin katlinden, nazi almanyası’nda milyonlarca yahudinin, çingenenin ve slavların yok edilmesine, kürtlerin gaz bombalarıyla boğulmasından kamboçya’daki kitle katliamlarına uzanan sayısız soykırım örneği. ahlaki güdülenimin bastırılmasında mahir olan bürokratik teknolojinin gelişmesinin (modern toplumun bir başarısı olan ahlaki duyarlılığın insan türünün bütün üyelerine yayılması kadar) bütün bunları -teoride değilse bile, pratikte- daha tartışmalı hale getirdiği söylenebilir.
sosyal gerçekliğin yapıları ile kültürel olarak belirlenen davranışın yapılarının denkliğini temin eden düzeneğe kültürel kod denir.
insan kültürü, insan bireylerin eğitimi, kültürel kodun bilgisini vermekten -işaretleri okuma yetisi ve onları seçme ve sergileme becerisi kazandırmaktan- ibarettir.
derinin hangi parçalarının “hassas” kabul edileceği ve korunma ihtiyacında olduğu büyük oranda bir kültür meselesidir; ayakları değil de göğüsleri kapatma ihtiyacı ya da tersi gibi ayakkabı giyme ihtiyacı da kültüreldir.
hemen hepimiz çok sayıda farklı hayat tarzlarının olduğunu biliriz. çevremizde bizden farklı giyinen, konuşan, davranan ve bizimkinden bariz olarak (ya da bize göre bariz olarak) farklı normlara uyan insanları görürüz. ve böylelikle her hayat tarzının son tahlilde bir seçim meselesi olduğunun tamamen ayrımına varırız. insan olmanın birden fazla yolu vardır. pratik olarak her şey bizim yaptığımızdan farklı bir yolla yapılabilir; tek başına hiçbir yol kaçınılmaz değildir. bunların her biri bir kültür, bir eğitim gerektirse bile, eğitimin zorunlu olarak bu yönü değil de şu yönü göstereceği, bu değil de şu seçimin yapılacağı ilk elden kesin değildir. biliyoruz ki, tek bir kültür değil, kültürler vardır. ve eğer kültür, çoğulluğu içinde düşünülebilirse, doğa gibi kabul edilemez. hiçbir kültür doğa gibi koşulsuz itaat bekleyemez.
devlet tarafından bir gizlilik stratejisi uygulanır. devlet kurumları tarafından uyrukları hakkında son derece ayrıntılı bilgi toplanır, işlenir ve saklanırken, devletin kendi eylemleri hakkındaki veriler, ifşası ceza getiren devlet sırrı sınıfına girer. devletin çoğu uyruğu bu gizlere erişemezken, gizlilik perdesini açma hakkı olan az sayıda insan diğerleri üzerinde ayrı bir üstünlük kazanmış olur. devletin gizlilik uygulaması ile birlikte, devletin bilgi toplama özgürlüğü karşılıklı ilişkideki asimetriyi daha da derinleştirir. tarafların birbirini etkileme şansları son derece eşitsizdir.
eğer millet bir seçim olmaktan çok kader olarak, bugün hiçbir insan kuvvetinin değiştiremeyeceği kadar geçmişte sağlam yerleşmiş bir olgu olarak, elini süreni yakan bir gerçeklik olarak benimseniyorsa, böyle bir talep tamamen inandırıcı olur. milliyetçi hareketler tam da bunu başarmaya çabalar. köken miti onların başlıca aracıdır. bu mitin ortaya attığı şey, köken olarak kültürel bir yaratım olsa bile, tarihsel gelişimi sürecinde milletin gerçek anlamda doğal bir olgu, insan denetimini aşan bir şey haline geldiğidir. söylenceye göre, milletin şimdiki üyeleri ortak geçmişleriyle birbirlerine bağlanmıştır. milli ruh onların ortak ve tanımlayıcı niteliğidir. bu onları birleştirir; ve aynı zamanda, her nasılda kolektif olarak miras alınabilen ancak asla özel olarak edinilemeyen milli ruha hak kazanmaksızın ya da katılmaya muktedir olmaksızın cemaatlerine girmeyi arzulayabilecek tüm öteki milletleri ve bireyleri ayrı bir yere koyar.
bu söylencenin desteklediği, milletlerin doğallığı ve millet üyeliğinin yazılmış ve miras alınmış doğası hakkındaki iddia milliyetçiliği bir çelişkiye düşürmekten başka bir işe yaramaz. bir yandan milletin herhangi bir doğal olgu kadar nesnel ve somut bir gerçeklik ve tarihin bir hükmü olduğu söylenir. öte yandan ise bir güvensizlik içindedir: birlik ve bütünlüğü sürekli tehdit altındadır; öteki milletler üyelerini avlama ya da kaçırma gayreti içindedir; bozguncular sinsice saflar arasına sızmaya çalışır. millet kendi varlığını savunmalıdır; doğal olmasına doğaldır ama hala sürekli bir uyanıklık ve çaba olmaksızın varlığını sürdüremez. böylelikle, milliyetçilikler normal olarak milletin korunması ve sürekliliği için güç -baskı uygulama hakkı- talep ederler. devlet gücü bu iş için biçilmiş kaftandır. devlet gücü, baskı araçları üzerinde tekel anlamına gelir; ancak devlet gücü tek tip davranış kuralları dayatmaya ve herkesin uyması gereken yasalar yürürlüğe koymaya muktedirdir. bu yüzden, devletin meşruiyeti için milliyetçiliğe ihtiyaç duyduğu kadar, milliyetçilik başarısı için devlete ihtiyaç duyar. milli devlet bu karşılıklı çekimin ürünüdür.
genel eğitim devlet sınırları içindeki her vatandaşın devlete hakim olan milletin değerlerini öğrenmesine, doğuştan yurtsever olmalarına ve böylece pratikte, teoride iddia edilenin, yani milliyetin doğallığının gerçekleşmesine hizmet eder.
müphemlik, insanlar ve onların çok sayıdaki özelliklerinin iç ve dış, faydalı ve zararlı, ilgili ve ilgisiz ve anlamsız olarak kesin çizgileriyle ayrılabileceği -ya da en azından ayrılması gerektiği- varsayımından çıkar. her dikotomi müphemlik üretir; her düzen arayışında zorunlu olarak boy gösteren dikotomik görüş olmasaydı, müphemlik de olmazdı.
harita üzerinde hayali bir hat çizilir. sonra da buna devlet sınırı adı verilir. silahlı insanlar sınırı aşan yetkisiz hareketleri savuşturmak için sınır boyunca nöbet tutarlar. bu insanlar, herkesin onları yetkili kişiler -hattı kimin geçip kimin geçemeyeceğine karar verme hakkı olan kişiler- olarak tanımalarını sağlayan üniformalar giyerler. onlar, sınırlarını korudukları devletin başkentinde bir yerlerde oturan başka otoritenin temsilcileri, aracılar olarak davranırlar. işte kimin sınırı geçmeye yetkili olduğuna ve kimin durdurulup geri çevrileceğine iradi olarak karar veren bu uzak otoritedir. bu otorite ilk kategoriye giren insanlara pasaport verir ve ötekileri tanımlayan yasaklı insanlar listesi oluşturur. bu otorite tüm otoritelerin yaptığını yapar: özellikleri hiçbir biçimde karşılıklı dışlayıcı olmayan ve birbirlerinden sonsuz biçimlerde farklılaşan (ve birbirlerine benzeyen) büyük sayılarda insanları kesin olarak, birbirini karşılıklı dışlayan iki takıma ayırmaya çalışır. işte iradesini hayata geçirmekle meşgul böyle bir otoritenin ve çok sayıdaki aracının sürekli gözü açıklığı sayesinde belli bir insan topluluğu devlet uyrukları olarak kapasitelerini birleştirerek devletin kararsız kimliğini korurlar. kişi bu topluluğa ya aittir ya da değildir; üçüncü bir ihtimal, ara statü, belirsizlik yoktur.
makine kolu: işçilere verilen bu isim, işverenler için onların birer koldan ibaret olduğu mesajını iletir.
modellerin popülerlikleri zamanla değişir. moda olurlar ve gözden düşerler. üretim ve tüketim çarkını işler tutmak için, satın alma hevesinin sönmesine asla izin verilemez. şayet ürünleri görünürdeki faydalarını sağladıkları müddetçe elde tutacak olsak, piyasa faaliyeti çok geçmeden çöker. moda olgusu bu felaketi önler. şeyler, yararlılıklarını kaybettikleri için değil, moda olmaktan çıktıkları -görünüşlerinden, dünün tüketicileri tarafından seçilmiş ve alınmış mallar olarak kolayca tanınabildiği ve böylelikle mevcudiyetleri sahiplerinin günümüzün gelişmiş ve saygın bir tüketicisi olarak şimdiki statüsüne gölge düşürdüğü- için elden çıkarılırlar ve yerlerine yenileri konur. bu statüyü korumak için, piyasanın sunduğu değişimlerin gerisinde kalınmamalıdır. onları elde etmek kişinin sosyal yetkinliğini yeniden onaylar; ancak başka birçok tüketici de aynısını yaptığında, başlangıçta ayrıcalık anlamına gelen moda parçalar böylelikle bildik ya da kaba hale gelmiş olacağından, yerlerine sabırsızlıkla başka bir şey konacaktır.
modeller aynı zamanda şu ya da bu sosyal çevrede sahip olduğu popülerlik oranına ve o çevrenin kendi müdavimlerine kazandıracağı saygının miktarına göre de değişir. bu yüzden, modeller farklı olarak çekicidir. belli bir modeli seçerek, onun tüm zorunlu teçhizatını satın alarak ve onu canla başla uygulayarak, ben kendimi böyle bir modeli onaylayan ve onu alamet-i farikası, üyeliğinin görünür bir işareti olarak benimseyen grubun üyesi yaparım. kendimi o grubun üyesi yapmam için gruba özgü elbiseleri giymek, gruba özgü tv programlarını ve filmleri izlemek ve tartışmak, odamın duvarlarını gruba özgü süslerle bezemek, akşamlarımı gruba özgü yollarla ve gruba özgü yerlerde geçirmek vb. gibi işaretleri göstermem dışında bir şey yapmam gerekmez; ya da hemen hemen gerekmez. kabileye özgü eşyaları satın alarak ve sergileyerek kabileye katılabilirim.
yeni kabileler giriş çıkışlara muhafız koymakla ilgilenmiyor olsalar bile, bu işi yapan bir başkası var: piyasa. yeni kabileler öz olarak hayat tarzlarıdır ve hayat tarzları, gördüğümüz gibi, neredeyse tamamen tüketim tarzlarından başka bir şey değildir. tüketim imkanı -her tarzın her tüketimi- piyasada, pazarlanan metaların satın alınması eyleminde ortaya çıkar. önce onları satın almaksızın tüketilebilecek çok az şey vardır -ve bedavaya gelen tüketim malları, metalar olarak edinilmemiş bu mallar çoğu durumda kabul edilebilir hayat tarzlarının yapı taşları olarak kabul görmezler. eğer bunlardan bir kısmı özgün bir hayat tarzına katkıda bulunuyorsa, o tarz normal olarak hor görülür, cazibeden ve prestijden yoksundur, ona tepeden bakılır, kimseye ilginç gelmez; hatta onu uygulayan insanları küçük düşürür. (araçlarından yoksun olduklarından seçme özgürlükleri sınırlı, seçici olmayan, tüketimlerini karşılığını ödemedikleri şeylerle sınırlayan, dolayısıyla tüketiciler olarak davranamayan bu insanlar piyasadan dışlanmalıdırlar, dışlanırlar da; bu insanların içinde bulundukları durum yoksulluk olarak tanımlanır. bir tüketiciler toplumunda, yoksulluk tüketici tercihinin sınırlanması ya da yokluğu anlamına gelir.)
yapılan tespitlere göre, üstün ve yüksek tatmin gücüne sahip olarak reklamı yapılan hedeflere erişmekteki başarısızlık, sık sık, o hedeflere yönelen, ancak daha sonra genellikle onlara erişmekle övünen insanlara da sıçrayan, bir hınç, kin duygusuna yol açar.
paranın satın alamayacağı mal yoktur.
doğru olduğu kesinlikle teyit edilemeyen ya da yanlışlığı kanıtlanamayan bir tez bilime ait olamaz.
richard rorty: eğer özgürlüğe özen gösterirsek, hakikat ve iyilik kendi başlarının çaresine bakmayı bilirler.