29.09.2012
uzun lafın kısası
stanley kubrick: insan öyle soylu bir yabanıl filan değildir; söz konusu kendi çıkarları oldu mu akıldışı, kaba, zaaflarla dolu; tarafsız olmayı beceremeyen biridir.
bülent ecevit: laiklik ilkesi, cumhuriyetin aşil topuğudur.
herakleitos: toprağın ölümü suyun doğuşu, suyun ölümü havanın doğuşu, havanın ölümü ateşin doğuşudur.
john milton: cennette köle olmaktansa cehennemde efendi olmak yeğdir.
soljenitsin: gerçekten akıllı kişiler ileriyi görür, kaçamak ve dolambaçlı yollardan gider, her zaman sapasağlam ve özgür yaşarlar.
albert camus: kahramanlık ve azizlik bana göre değil galiba. beni ilgilendiren adam olmak.
mine söğüt: iyi ya da kötü.. olaylar olur. önemli olan ne olduğu; hatta senin başına ne geldiği değildir. önemli olan senin ne yaptığındır.
thomas paine: iyi bir okul müdürü, yüz din adamından daha faydalıdır.
paul lafargue: kapitalist toplumda çalışma, her türlü düşünsel yozlaşmanın, her türlü örgensel bozukluğun nedenidir.
robert m. pirsig: metafizik, size otuz bin sayfalık menü uzatıp yemek vermedikleri bir restorandır.
david foster wallace: ateşli silahlarla intihara teşebbüs eden yetişkinlerin hemen hepsinin kendilerini aynı yerden vurması bir tesadüf değildir: kafalarından. bu insanların çoğu aslında tetiği çekmeden uzun zaman önce ölmüştür.
27.09.2012
aşk
aşk, yalnızlık çığlıklarından doğar.
üç şeyden asla kurtulamayız: gölgemizden, ölüm korkusundan ve aşktan.
aşk hakkında konuştuklarında her erkek inandırıcıdır.
bazı erkekler sevmeye ruhtan değil, bedenden başlarlar.
picasso, wagner.. bunlar hep kendilerinden çok genç kadınları seçtiler. sade'in justine'i on iki, nabokov'un lolita'sı on üç buçuk, shakespeare'in juliet'i ise on dört yaşındaydı.
aşıkken, ölüm karşısında olduğu kadar tek başınadır insan.
aşk yoktur. aşk, içinden yeni nesiller çıkacak bir birleşmeyi sağlamak için cinseliğimizin bize oynadığı bir oyundan başka bir şey değildir.
sevmek bazen de bırakmaktır.
kavurucu bir kavuşma isteği olan aşk, her zaman kısa vadelidir. benliklerden birisi ötekini tamamen ele geçirdiğinde duyduğumuz arzu yatışır, aşk da sona erer. sevgi ise uzun solukludur, işgalci değildir.
aşk sizi değiştirip başkası yapmıyorsa aşk değildir.
aşk, her şeyi alan ya da her şeyi veren bir saltlıktır. acıma, sevecenlik gibi öteki duygular yalnızca dış çemberinde yer alırlar.
aşkın bir yarısı olasılıksa, öteki yarısı da aldanıştır.
insan, aşkı ancak yitirince kavrar; felaket, yaşamda var olan anlamsızlığı belirginleştirdiğinde, acısı utanç verdiğinde.
aşk, yüreğimizin en narin ürperişi..
aşk, bir erkekle bir kadının birlikte oluşturabilecekleri en görkemli şeydir; ulaşabilecekleri en yüce konum, gidebilecekleri en uzak ülkedir.
aşk, ruhumuzun çileli ergenliği imiş.
26.09.2012
sylvie / dizeler
25.09.2012
bu rüzgâr
ziya osman saba
bu rüzgâr her vakit böyle esmeyecek
gökte bulut, suda yelken, dalda çiçek
bir gün, bir gün var ki, günden güne gerçek
çatır çatır servi, çıtır çıtır böcek
- çek ciğerlerine, bir nefes daha çek
bu rüzgâr her vakit böyle esmeyecek
24.09.2012
sanı
23.09.2012
ilhan şevket aykut
farklı ve tuhaf bir hayat hikayesi var ilhan şevket aykut'un: 1907'de bingazi'de doğuyor, hukuk fakültesi'ndeki öğreniminin ardından 2 yıl hakimlik stajı yapıyor, misafir öğrenci olarak üniversitede felsefe derslerini izliyor, aynı yıllarda galatasaray lisesi'nde tarih-coğrafya öğretmeni olarak çalışıyor, atatürk'ün bir istanbul gezisinde galatasaray lisesi'ni ziyareti sırasında memuriyet hayatındaki önemli sorun gelişiyor, önce örtük taciz sürgünleri ardından açık sürgün geliyor, 12 yıl sürdürdüğü memuriyetten istifa ediyor ve ömrü boyunca herhangi bir işte çalışmıyor -aslında hayattan istifa etmiş oluyor-, 85 yaşına gelmeden intihar edeceğini söylüyor, öyle de yapıyor ve 17 mart 1991'de, 85 yaşına girmeden iki kutu kalp hapı içerek intihar ediyor.
böyle özetlenen 84 yılın içinde biriktirilenler, 84 yıla sığdırılanlar var bir de. zaten ilhan şevket'i önemli kılan da, bir bakıma, efsaneleştiren de bunlar. çocukluğundan başlayarak uyumsuz, uzlaşmaz ve tavizsiz. babasına işini kaybetme korkusu yaşatacak kadar pervasız ve genç yaşta ailesinden kopmayı göze alacak kadar cesur. düşmekten, muhtaç yaşamaktan hep ürken ilhan şevket, izlendiği inancıyla yalnızlığa mahkum ediyor kendini: yalnız ve münzevi.
içtihatçı abdullah cevdet'in cenazesinde, onun tanrıtanımazlığını haykırarak, cenaze namazı kıldırmak isteyenlere karşı çıkıyor. atatürk'ün, sınıfında öğrencilerine sorular yöneltip cevaplarını almasının ardından "muallim bey bir soru da siz sorun talebenize" dediğinde söze "tarihte diktatörler" diye başlıyor. memuriyetten istifa ettikten sonra geçinmek için başkaları adına doktora ve doçentlik tezleri hazırlıyor. "mehmet şevket" olan asıl adını, mahkeme kararıyla "ilhan şevket"e çeviriyor. yaşadığı semtlerin ve evlerin adreslerini birkaç kişi dışında herkesten saklıyor. marx, einstein ve freud'a ilgi duyuyor, onlara önem veriyor. aşık olmayı seviyor ama iş evliliğe dayandığında sevgililerini hemen bırakıyor. kendisini açlıkla terbiye ediyor. temiz ve şık giyiniyor, sağlığına özen gösteriyor, ömrü boyunca dişçi yüzü görmemiş olmakla övünüyor. iş tekliflerini, satın alınmış olmak korkusuyla reddediyor. üç bini aşkın kitabının neredeyse tamamını kendisi ciltliyor. tarih bilgisi ile tanıdıklarını şaşırtıyor. bach, mozart ve özelikle beethoven'ı seviyor. abstre, non-figüratif resmi savunuyor; ferruh başağa, nuri iyem, şadi çalık vb. ressamların resimleriyle ciddi olarak ilgileniyor. yahya kemal hariç şair beğenmiyor, yayımlanan şiirleri önemsemiyor. ahmet hamdi tanpınar'a, bir entelektüel olarak değer veriyor. defterler dolusu şiir yazıyor ve yazdıklarını, tıpkı hazırladığı öztürkçe sözlük gibi, imha ediyor. hiçbir şiirini dergilerde yayımlamadığı gibi, şiirlerini kitaplaştırma fikrine de önceleri sıcak bakmıyor; 1952-1962 yıllarında yazdığı şiirlerinden 800'ünü ayırarak kitaplaştırmaya karar veriyor. kitabının hiç şiir kitabı yayımlamamış bir yayınevinden çıkmasını istiyor; dostları bağlantı kuruyor, tam olacakken vazgeçiyor. bütün şiirlerinin -3000-3500 parça- osmanlıca elyazmaları, nasıl gittiği meçhul kalarak fransız ulusal kitaplığı'na geçiyor. rusça, fransızca, ingilizce, italyanca, arapça ve farsça biliyor. intihar zamanını, 600 sayfalık fransızca bir sözlüğün çevirisiyle belirliyor. çevirinin tamamlanıp sözlüğün kapağının kapatılması, ömür kitabının da kapatılması anlamına geliyor. ölüm zamanını kendisi belirlemiş oluyor.
devlet, toplum ve toplumsal örgütlenişe karşı marjinal bir tavır geliştirmiştir ilhan şevket. devlet, kavramsal olarak bazı şiirlerine doğrudan girer. hınç doludur, kızgındır devlet düşüncesine. hınç ve kızgınlık, yaşantısından geldiği kadar önemsediği marksist düşünceden de beslenir. belirtmek gerekir ki, keskin devlet eleştirileri, yüzeysel bir marksist algıyı yansıtır. devlet eleştirisinde bir devletten çok kavram öne çıkarılır. devlet, her şeyi ele geçiren örgütlenme biçiminin meşru halidir. bu yüzden yaşarken özgürlüğe imkan yoktur ve şair, ölümü devletsiz özgürlük olarak yüceltir.
"uyumsuzluk, kabul edildiği andan sonra bir tutkudur, tutkuların en keskinidir. uyumsuz, her şeyden önce bir kopuştur. uyumsuzun bilincine varmış insan, ayrılmamasıya bağlanmıştır ona. umutsuz ve umutsuzluğunun bilincine varmış bir insan, geleceğin değildir artık." der camus. anlaşılabileceği gibi, bir uyumsuzdur ilhan şevket; bunu seçmiş, yaşamış ve ölmüştür.
22.09.2012
dövüş kulübü
insan sevdiklerini öldürür diye bir söz vardır ya, aslında bakın, insanı öldüren de hep sevdiğidir.
o koca ıslak surat kafamın üstüne kapanıyor ve ben içeride kayboluyorum. işte o zaman ben de ağlıyorum. o sarmalayıcı karanlıkta, başka birinin kolları arasına hapsolmuşken, hayatta elde edebileceğiniz her şeyin sonunda çöpe gideceğini anladığınız zaman ağlamak çok kolaydır.
üç haftadır uyumuyorum. üç haftayı uykusuz geçirirseniz, her şey beden dışı bir gezintiye dönüşür. doktorum dedi ki: "uykusuzluk sadece bir semptomdur, daha önemli bir şeyin işaretidir. gerçek sorunu araştır. bedenini dinle."
uykusuzluk böyledir işte. her şey çok uzaklardadır, bir kopyanın kopyasının kopyası gibi. dünyayla arana öyle bir mesafe koyar sokar ki, ne sen bir şeye dokunabilirsin ne de bir şey sana.
işte bu özgürlüktü. bütün umutlarınızı kaybetmek özgürlüktü. ben hiçbir şey söylemeyince, gruptaki insanlar en kötüsünü düşünüyorlardı. daha beter ağlıyorlardı. ben de daha beter ağlıyordum. yukarıdaki yıldızlara bak, hop, gittin bile.
her akşam ölüyor ve her sabah doğuyordum.
bazı insanlar gece insanıdır. bazıları da gündüz insanıdır. ben ancak gündüzleri çalışabiliyordum.
sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.
eğer ne istediğini bilmezsen, bir bakarsın istemediğin bir sürü şeyin olmuş.
hiçbir zaman tamamlanmış olmayayım, ne olur.
hiçbir zaman halimden memnun olmayayım.
hiçbir zaman kusursuz olmayayım.
birkaç yara izim olmadan ölmek istemiyorum. bozulmamış güzel bir bedene sahip olmak hiçbir şey değil artık. 1955'te oto galerisinin vitrininden çıktığı ilk günkü vişne rengiyle ortalıkta dolaşıp duran o arabaları her gördüğümde içim burkuluyor.
belki de kendini geliştirmek aranan cevap değildir.
otuz yaşında bir oğlan çocuğuyum ve bir başka kadının aradığım cevap olduğundan hiç emin değilim.
dövüş bittiğinde hiçbir şey çözülmemişti ama hiçbir şeyin önemi yoktu.
gülmek en iyi ilaçtır.
tyler diyor ki, ben henüz dibe vurmaya yaklaşmamışım bile. ve eğer sonuna kadar düşmezsem, kurtarılmam olanaksızmış. isa çarmıha gerilerek yapmış bunu. sadece para, mülkiyet ve bilgiden vazgeçmen yeterli değil, diyor tyler. bu bir hafta sonu tatili değil. kendini geliştirmeye sırt çevirmeli ve felakete doğru koşmalısın. bu işi böyle yarım yamalak yapamazsın artık.
ancak her şeyini kaybettikten sonra canının istediğini yapmakta özgür olursun.
yeterli miktarda sabunla bütün dünyayı havaya uçurabilirsin.
çünkü bugüne kadar yaşadığın her şey ayrı bir hikayedir. bugünden sonra yaşayacakların ise ayrı bir hikaye.
tarihteki ilk sabun kahramanlardan yapılmıştır.
kovulmak, herhangi birimizin başına gelebilecek en iyi şey olurdu. böylece havanda su dövmekten kurtulur ve hayatlarımızla bir şey yapardık.
dayanışma gruplarını işte bu yüzden seviyordum. insanlar ölmekte olduğunuzu sanırlarsa, bütün dikkatlerini size veriyorlardı.
felaket benim dönüşüm çizgimin doğal bir parçasıdır. trajediye ve yok oluşa doğru bir dönüşüm.
fiziksel güçle ve mülkiyetle olan bağlarımı niçin koparıyorum? çünkü ancak kendimi mahvederek ruhumun gerçek gücünü keşfedebilirim.
sahip oılduklarımı yok eden kurtarıcı, benim ruhumu kurtarma savaşındadır. bütün aidiyetleri yolumdan kaldıran öğretmen beni özgür kılacaktır.
bilmem hangi bağımlılıktan kurtulmaya çalışan bu tipler o kadar hızlı titrerler ki dış çizgileri bulanıklaşır; sırf enerjidirler sanki. sanki nasıl öleceklerini seçmekten başka hiçbir seçim şansları kalmamıştır ve onların istediği bir dövüşte ölmektir.
eğer erkeksen, hıristiyansan ve amerika'da yaşıyorsan, tanrı modeli olarak babanı görürsün. eğer babanı hiç tanımamışsan, baban kaçıp gitmişse ya da eve hiç gelmiyorsa, tanrı hakkında ne düşünürsün?
sonunda, bütün hayatını bir baba ve bir tanrı aramakla geçirirsin.
unutmaman gereken şu ki: tanrı seni sevmiyor olabilir. bu da bir olasılıktır. belki de tanrı bizden nefret ediyordur. hayatta olabilecek en kötü şey değil bu.
kötü şeyler yaparak tanrı'nın ilgisini çekmek, hiç ilgi görmemekten daha iyiydi. belki de tanrı'nın nefreti tanrı'nın kayıtsızlığından daha iyidir.
bir tanrı'nın ortanca çocukalrıyız. tarihte özel bir yeri olmayan, özel bir ilgi görmeyen kimseleriz.
dövüş kulübünde geçirdiğiniz zaman boyunca, banka hesabınız değilsiniz. işiniz değilsiniz. aileniz değilsiniz ve olduğunuzu düşündüğünüz kişi değilsiniz. isminiz değilsiniz. sorunlarınız değilsiniz. yaşınız değilsiniz. umutlarınız değilsiniz.
etrafıma baktığımda, yan camdaki yıldızların üstüme düşen siluetiyle, bugüne kadar yaşamış en güçlü, en akıllı adamları benzin pompalarken ve garsonluk yaparken görüyorum.
silahın yaptığı tek şey, bir patlamayı belli bir doğrultuya yöneltmektir.
bizim kuşağımız büyük bir savaş görmedi, büyük bir buhran yaşamadı; ama bizim de bir savaşımız var. büyük bir ruhani savaş bu. kültüre karşı büyük bir devrim hazırlıyoruz. büyük buhran bizim hayatlarımız. biz ruhani bir buhran geçiriyoruz.
hayatta her şey parayla ilgili değildir.
şunu unutma. ezmeye çalıştığın bu insanlar, senin muhtaç olduğun herkestir. biz senin çamaşırını yıkayan, yemeğini pişiren ve önüne getiren insanlarız. senin yatağını biz yapıyoruz. uykudayken seni biz koruyoruz. ambulansları biz kullanıyoruz. telefonlarını biz bağlıyoruz. bizler ahçıyız, taksi şoförüyüz ve senin hakkında her şeyi biliyoruz. sigorta bildirimlerini, kredi kartı ödemelerini biz takip ediyoruz. hayatının her alanını biz denetliyoruz.
biz tarihin ortanca çocuklarıyız. bizi bir gün milyoner olacağımıza, film yıldızı, rock yıldızı olacağımıza inandıran televizyon programlarıyla büyüdük; ama bunların hiçbiri olmayacağız. ve bu gerçek kafamıza ancak dank ediyor.
tyler durden'ın her şeyine hayranım. cesaretine, zekasına. soğukkanlılığına. tyler komik, çekici, etkileyici ve başına buyruk biri. erkekler ona gıpta ediyor ve ondan dünyayı değiştirmesini bekliyorlar. tyler güçlü ve özgür. oysa ben değilim.
zaman aralığını yeterince uzun tutarsanız, herkesin hayatta kalma şansı sıfıra düşer.
hayatta sevdiğin her şey sana sırt çevirecek ya da ölecek.
hayatta yarattığın her şey bir kenara atılacak.
hayatta seni gururlandırmış ne varsa hepsi çöpe gidecek.
yolunda gittiğini sandığım her şeyin altında, arkasında ve içinde ne zamandır korkunç bir şey büyümekteydi.
her şey parçalanıp dağıldı.
ve hayattaki tek kusursuz an'ınız sonsuza kadar sürmeyecektir.
21.09.2012
safo ile türko
türko, metin ezberi için safo'ların ahırına gitmişti yine. safo yine gelip dikilmişti karşısına.
"yeter çok çalıştın, biraz dinlen."
"ezberleyeceklerim var daha."
"sonra ezberlersin."
safo gidip iyice yaklaştı ona. anasıyla babasının "şey etmeleri"nden söz açtı. bakıştılar, gülüştüler. safo'dan bir öneri:
"biz de onlar gibi yapalım mı?"
"olmaz."
"niye?"
"birden çıkıp gelirler, görürler."
"gelmezler. çünkü sabo (kötürüm kız kardeş) uyuyor. babamla anam da dayımlara gittiler. akşama kadar da gelmiyecekler."
"ya gelirlerse?"
"vallaha gelmezler."
"günah olur."
"olmaz, biz daha çocuğuz."
"çocuklara da günah olurmuş."
"kim diyor?"
"şeriat kitabı. evlenecek yaşa geldiler mi, çocuklara da günah olacağını söylüyor."
"biz o yaşa gelmedik ki!"
"sen o yaşa gelmişsin. geçmişsin bile."
"ben daha 12 yaşındayım."
"şeriatımıza göre, kızlar 9 yaşına geldiler mi, evlenecek çağa gelmiş olurlar."
"yaa?!!"
"vallaha. peygamberimiz aişe 6 yaşındayken evlenmiş. ama aişe anamız 9 yaşına basınca zifaf olmuşlar."
"peygamberimiz kaç yaşındaymış o sıra?"
"52 yaşında."
"bunu da kitap mı yazıyor?"
"evet. hadis kitapları. buhari'de bile var."
"buhari ne demek?"
"büyük hadis kitabı."
"şimdi bir babamla anam gibi yapsak günah olur, öyle mi?"
"evet. sana günah olur."
"sana olmaz mı?"
"benim yaşım küçük. oğlanlar 12 yaşına basmayınca evlenecek yaşa gelmiş olmazlar. ama ben 'faki' olduğum için biraz da bana yazılır günah."
"günah yazılırsa ne olur?"
"cehenneme atarlar."
"kimler atar?"
"zebaniler. azap melekleri."
"pis zebaniler."
"kız öyle söyleme. meleklere öyle söylenmez."
"onlar da yakmasınlar insanları."
"onlara allah emrediyor."
şiir defteri
sen ve ben
bir gün, bir yerde, bir an
çetele tutmadan hesaba kitaba girmeden
20.09.2012
watt
herkese, er ya da geç, yazın uzun sevinçlerini bekleyen sineklere imrenme duygusu gelir.
watt, kuralına sadık kalarak bu saldırıyı bir kazaymışçasına değerlendirdi. bütün bunları, yani akan kanı gerekiyorsa hep cebinde taşıdığı küçük kırmızı bir bezle dikkat çekmeden durdurmayı, yere düşenleri toplamayı, yoluna ya da duruşuna olabildiğince ivedilikle, yalnızca bir tersliğin kurbanıymışçasına devam etmeyi en bilgece davranış olarak görüyordu. ama bunun için ona saygı duymak gereksizdi. çünkü sık sık yinelenmesi nedeniyle bu tutum varlığının ayrılmaz bir parçasına dönüşmüştü. bir örnekle somutlarsak suratına tükürseler, pantolon askısı koptuğunda ya da kıçının dibinde bir bomba patladığında duyacağından fazla öfke birikmezdi içinde.
bir taş mı arzuluyorsunuz, ekmek isteyin. bir ekmek mi arzuluyorsunuz, pasta isteyin.
daha çok uluma diye nitelendirebileceklerimi bir yana bırakırsam bence üç tür gülüşün üzerinde durmaya değer, yani acı, zorlama ve neşesiz olanların üzerinde. bu gülüşleri -nasıl söylesem?- usumuzda art arda oluşan sıyrıklara, çiziklere benzetebiliriz, birinden ötekine geçişi de azdan çoğa, alçaktan yükseğe, dıştan içe, kabadan inceye, özdekten biçime geçişe. bugünkü neşesiz gülüş bir zamanlar acıydı. ya bugünkü acı gülüş bir zamanlar neydi? gözyaşlarıydı bay watt, gözyaşlarıydı. acı gülüş iyi olmayan şeylere güler, ahlaki bir gülüştür. zorlama gülüş doğru olmayan şeylere güler, yargılayıcı bir gülüştür. iyi olmayana! doğru olmayana! neyse! ama neşesiz gülüş şiirsel gülüştür, burnumuzdan çıkarırız bunu. gülüşlerin gülüşüdür, gülüşe gülen gülüştür, en yüce şakaya şaşkınlıkla sunulan saygıdır, kısacası mutsuzluklara gülen gülüştür.
konuşanlar daha çok bir şeyin lehinde konuşmaktansa aleyhinde konuşmayı yeğler, bunun nedeni belki de sesin fikir birliğine varılmışken karşıt düşünceler taşındığı zamanki kadar yükseltilememesidir.
bir erkeğin aynı zamanda hem kadın düşkünü hem de erkeklerle ilişkiye giren biri olması ya da bir kadının aynı zamanda hem erkek düşkünü olması hem de kadınlarla ilişkiye girmesi kesinlikle olanaksız mı, hayır, ilgisi yok. çünkü erkeklerde ve kadınlarda, erkeklerle ilişkiye giren erkeklerde ve kadın düşkünlerinde, erkek düşkünlerinde ve kadınlarla ilişkiye giren kadınlarda, erkek ve kadınlarla ilişkiye giren kadınlarda bu konuda aksi kanıtlanmadıkça her şey olasıdır.
hiçlik. kaynağa. öğretmene. tapınağa. ona sundum bunları. bu boş yüreği. bu boş elleri. bu bilgisiz kafayı. bu sürgün bedeni. onu sevmek için az parçam yozlaştı. onu elde etmek için attım az parçamı. onu öğrenmek için az parçamı unuttum. onu bulmak için yitirdim az parçamı.
çöldeydi, göğün altındaydı, biri watt'ın üzerinde, biri de watt'ın altında olduğu için watt'ın seçebildiği bunlardı. önünde, ardında, çepeçevresinde gök ve çölden başka bir şey olduğunu duyumsamıyordu. hangi yöne dönerse dönsün önünde hep bir birleşme serabına doğru büyüyen uzun ve karanlık süzülüşleriydi birlikte. gök koyu renkliydi, buradan her zamanki ışıklarının yokluğu çıkarsanabilirdi, yoktular. söylemek bile fazla, çöl de koyu renkliydi. doğrusunu söylersek gök ve çöl aynı koyu renkteydi. bu koyu renk öylesine koyuydu ki renk kesinlikle ayrımsanamıyordu. bazen renkten yoksun bir koyuluk, tüm renklerin karışımı bir koyuluk, koyu bir ak gibi gözüküyordu. ama watt koyu ak sözünü sevmiyor ve bu nedenle koyuluğunu yalnızca kısaca koyu renk diye adlandırıyordu, doğrusunu söylemek gerekirse, rengin böylesine bir tanımlamaya karşı çıkarak kadar koyu olması, watt'ın bu konuda haksız olduğunu gösteriyor.
yazdıklarımda simgesel anlamlar arayanların boynu altında kalsın.
19.09.2012
yazmak
yeni yetişen bir ressam ustasına sorar: "resmime ne zaman bitmiş gözüyle bakmalıyım?" ustanın karşılığı şöyledir: "karşısına geçip de şaşkınlıkla: "ben mi yaptım bunu!" dediğin zaman." bir başka deyişle: hiçbir zaman. çünkü bunu diyebilmek, kendi yapıtına başka birinin gözleriyle bakıp yaratılan şeyin üstündeki örtüleri kaldırmak anlamına gelecektir. oysa şurası çok açık ki bizler ortaya konan yapıttan çok, yaratıcı çalışmamızın bilincine varırız.
insan köleler için yazmaz. düzyazı sanatı, düzyazının anlam taşıdığı biricik yönetim biçimi olan demokrasi ile bağdaşır ancak. biri tehlikedeyse, öteki de öyledir. ve o zaman onları kalemle savunmak yetmez. bir gün gelir, kalem durmak zorunda kalır; o zaman yazarın kalemi bırakıp silaha sarılması gerekir. böylece, hangi yoldan gelmiş olursanız olun, savunduğunuz görüşler ne olursa olsun, yazın sizi kavganın ortasına atıverir; yazmak, özgürlük istemenin bir biçimidir; bir kez yazmaya başladınız mı, ister istemez bağlanmışsınızdır.
bilgin mucizeye ne kadar inanıyorsa, kentsoylu şef de insan özgürlüğüne o kadar inanır. ve ahlakı çıkarcı olduğundan, ruhbiliminin temel direği de çıkardır. bundan böyle yazar için bütün sorun yapıtını bir çağrı biçiminde mutlak özgürlüklere yöneltmek değil, onu, kendisi gibi belirlenmiş olan okuyucular için belirleyecek tinsel yasalar ortaya koymak olacaktır.
varoluşçu yazarlar çağımız insanının bırakılmışlığını, yalnızlığını, boğuntusunu, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmekle yetinmezler. bu kişinin kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. insanı ezen teknik düzene, kişiliğini silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar, gerekirse başkaldırırlar. bu yüzden öznelliğe ve bireyliğe büyük önem verirler. öznellikten kalkarak bireyciliğe varırlar. söz gelimi, kierkegaard bireyi ana gerçek sayar, toplumu hor görür. ona göre, bireyin varlığını koruması için toplumdan, kamudan, eşitlikten sıyrılması gerekir. bireycilik ancak yalnızlık, boğuntu, kaygı ve umutsuzluk içinde belirir, korunur ve derinleşir.
18.09.2012
roverandom
christina scull / wayne g. hammond
j.r.r. tolkien, 1925 yazında, karısı edith ve oğulları john (yaklaşık sekiz yaşında), michael (yaklaşık beş yaşında) ve christopher (henüz bir yaşında bile değildi) ile birlikte yorkshire kıyısında, turistler tarafından hâlâ rağbet edilen filey adlı bir kasabaya tatile gitmişlerdi.
bu beklenmedik bir tatildi, tolkien'in o yılın 1 kasım'ında başlayacağı anglo-sakson profesörlüğüne atanışını kutlamak için çıkılmıştı ve yeni göreviyle birlikte leeds üniversitesi'nde iki dönem daha ders vereceği için, bu belki de sahip olunacak tek dinlenme dönemi olarak tasarlanmıştı.
tolkien'ler, üç ya da dört haftalığına filey'de bölgenin posta müdürüne ait olması muhtemel, edward dönemine ait bir sayfiye evini kiralamışlardı. ev, denize ve kumsala yukarıdan bakan yüksek bir kayalığın üzerindeydi. sahip olduğu bu yüksek konumu sayesinde doğu yönündeki manzara kesintisiz bir şekilde önlerinde uzanıyordu ve genç john tolkien, iki ya da üç güzel gece boyunca, dolunay denizden yükseldiğinde ve suyun üzerinde gümüş bir "patika" ışıldadığında çok heyecanlanmıştı.
o günlerde michael tolkien, kurşundan yapılmış, siyah ve beyaz renklerde boyanmış küçük oyuncak köpeğine aşırı derecede tutkundu. onunla yemek yiyor, onunla uyuyor ve gittiği her yere yanında taşıyordu. ellerini yıkarken bile bırakmak istemiyordu. ama filey'deki tatilleri sırasında, bir seferinde, babası ve ağabeyiyle birlikte yürüyüşe çıktı ve denizin üstünde taş kaydırmanın heyecanına kapılarak oyuncağını yere, beyaz çakıllı kumsalın üzerine koydu. zemine olan zıtlığına rağmen küçücük siyah beyaz köpek bu süre içinde neredeyse görünmez bir hale geldi ve kayboldu. babasının ve iki büyük çocuğun, o gün ve ertesi gün boyunca aramalarına rağmen oyuncağı bulunamadığı için michael büyük bir üzüntü içindeydi.
en sevdiği oyuncağının kayboluşu bir çocuk için çok önemli bir andır. tolkien de hiç şüphesiz böyle düşünüyordu ve oyuncağın kayboluşuyla ilgili bir "açıklama" yarattı: bir büyücü tarafından oyuncağa dönüştürülen rover isimli gerçek bir köpek hakkında bir öykü. michael'a çok benzeyen bir oğlan tarafından kumsalda kaybedilen köpek komik bir "kum büyücüsü"yle karşılaşır, ayın üzerinde ve denizin altında maceralar yaşar. işte, roverandom'ın bütün hikâyesi buydu ve sonunda kâğıda aktarılacaktı.
ölü ozanlar derneği
eğer kararlı birer ateist yetiştirmek istiyorsan, onları dindar birileri olacak şekilde yetiştir. her zaman işe yarar.
hepimizin içinde kabul görme ihtiyacı vardır; ama kendinize özgü olan şeylere, sizi farklı kılan özelliklere de inanmalısınız. bu aptalca ya da pek popüler olmayan bir şey olsa da. frost'un dediği gibi: "ormanda yol ikiye ayrılıyordu; ben az geçilen yolu seçtim. farkı da bu yarattı."
doğrular, her zaman insanın ayaklarını açıkta bırakan bir battaniye gibidir.
insan, insan ırkının bir üyesi olduğu için şiir okur ve insan ırkı tutkuyla doludur. tıp, hukuk, bankacılık, bunlar hayatı devam ettirmek için gereklidir. ama şiir, aşk, sevgi, güzellik? bunlar da bizim yaşama nedenlerimiz!
bir kadın bir katedraldir. bulduğunuz her fırsatta ona tapının.
bana aptalca düşünceler yüzünden zarar görmemiş bir kalp göster, ben de sana mutlu bir insan göstereyim!
eğer biri güvenle hayallerinin yönünde ilerlerse, bir gün hiç beklemediği bir başarıyla karşılaşır.
thoreau, "çoğu insan hayatını sessiz bir umutsuzluk içinde sürdürüyor." diyor. neden bunu yapalım? kendinize yeni zeminler aramaktan kaçınmayın.
17.09.2012
insancıklar
1844'te, 24 yaşındaki o yalnızların en yalnızı "ateşli bir tutkuyla, neredeyse gözyaşları içinde", insancıklar'ı, bu usta işi insanlık çalışmasını yazdı. en büyük utancı olan yoksulluk üretti onu, en büyük kudreti, acıya olan sevgisi, sonsuz merhameti de kutsadı. yazılı sayfalara güvensizlikle baktı. orada kadere sorulmuş bir soru olduğunu, bir karar verileceğini seziyordu; güçlükle şair nekrasov'a el yazmalarını kontrol etmesi için götürmeye karar verdi. iki gün hiçbir haber çıkmadı. geceleri tek başına evde oturup düşünüyor, lambanın gazı bitinceye kadar çalışıyordu. birdenbire gecenin dördünde kapının zili hararetle çalındı ve nekrasov şaşkınlıkla kapıyı açan dostoyevski'nin kollarına atıldı, boynuna sarıldı, öptü ve kutladı.
o ve bir arkadaşı birlikte el yazmalarını birbirlerine okumuşlar, bütün gece dinlemişler, sevinçten deliye dönmüşler ve ağlamışlardı. sonunda dayanamamışlardı: gelip ona sarılmak istemişlerdi. bu, dostoyevski'nin hayatının ilk saniyesiydi, gece yarısı çalan bu zil onu şöhrete çağırıyordu.
sabahın ilk ışıklarına kadar ateşli sözlerle mutluluk ve coşkularını paylaşırlar. ardından nekrasov rusya'nın en büyük eleştirmeni belinski'ye koşar. "yeni bir gogol doğdu." diye bağırır daha kapıdayken, el yazmalarını bir bayrak gibi sallayarak. "size kalsa gogol'ler mantar gibi yerden bitecek." diye homurdanır güvensiz eleştirmen, böylesi bir heyecana kızarak.
ama ertesi gün dostoyevski onu görmeye geldiğinde oldukça değişmiştir. "peki, siz burada neyi başardığınızın farkında mısınız?" diye heyecanla bağırır iyice şaşkına dönmüş olan genç adama.
dostoyevski dehşete kapılır, bu yeni ve ani şöhret onda tatlı bir ürperti uyandırır. rüyada gibi iner merdivenleri, sokağın köşesinde sallanarak ayakta durmaya çalışır. kalbini sıkıştıran bütün o karanlık ve tehlikenin güçlü bir şey olduğunu, çocukluğundaki belirsiz "büyüklük" hayallerinin ölümsüzlük olduğunu, bütün dünya için acı çekmek olduğunu ilk kez hisseder; ama buna inanmaya cesaret edemez. coşku ve vicdan azabı, gurur ve tevazu göğsünde belli belirsiz salınıp durmaktadır, hangi sese inanacağını bilemez. sarhoş gibi sokağın karşısına geçer, gözyaşlarına mutluluk ve acı karışır.
16.09.2012
yağmurun yedi yüzü
menekşeler yavaş yavaş ölürler.
bence, yalnızca istanbul'da değil, dünyanın bütün kentlerinde ölüme yağmur yakışır, yağmura da ölüm. insan ölecekse yağmurlu bir günde ölmeli. en azından, yağmurlu bir günde gömülmeli. mezarlıklara, serviliklere, cenaze arabalarına pırıl pırıl yaz günlerinin ışığını hiç yakıştıramam. istanbul'da yağmurun rengi mavidir. ölümün rengi de mavidir. ölümle birlikte yüzlerimize incecik, harikulade bir nakış gibi yerleşen o keder bile yukarıdan aşağıya mağrur bir ağıt gibi dökülen gri-mavi yağmurun altında daha derin, daha anlamlı, daha güzel gelir bana. insan ölecekse yağmurlu bir günde ölmeli. ölüme yağmur yakışır, yağmura da ölüm.
küçük mutluluklar küçük adamlar içindir.
marksist kitaplar bize hayatın temelinin ekonomi olduğunu anlatıyordu. ne kadar gelişkin insanlar olacağımız, neyi sevip neyi sevmeyeceğimiz, yüzümüzü nereye döneceğimiz ve hatta düşlerimiz, her şey, içinde yaşadığımız toplumun ekonomik gelişmişlik düzeyine bağlıydı.
askerlerin apoletlerini karıları taşır, derler.
zamanın mutluluk üzerinde tuhaf bir etkisi var. insan, yaşamının bazı anlarında ne denli mutlu olduğunu, o anın içinde mutlulukla sarılmışken değil de, ancak üzerinden uzunca bir zaman geçtikten sonra geriye dönüp bakınca algılayabiliyor. acı böyle değil oysa, o 'an'da bütün yoğunluğuyla yaşanıyor ve zaman, üzerinden geçip giderken acıyı da seyreltiyor.
ucundan sıkı sıkı tutacak bir inat bulduysan artık afet mafet koymaz adama.
ara ara dibe vurmak iyidir. vazgeçtiğimiz hayaller, yitirdiğimiz düşler ve aklımıza bile gelmeyen en parlak fikirler, hepsi orada, diptedir. batık kentlerin hazineleri gibi. suyun üstünden bakınca bir şey göremezsin ama hızla dibe doğru inerken, yaklaştıkça pırıl pırıl parlar, gökteki yıldızlar gibi göz kırparlar sana.. hiç kimse dibe vurmadan çoktan yitirdiği düşleri su yüzüne çıkaramaz.
şehirlerin yüzü, içinde yaşayan insanların yüzlerine benziyor.
sonrası ayrılık.. yani insanın günündeki gölge, yüreğindeki ayaz, her gece yatağına giren bir eksik cümle, ıssızlık, mahzunluk, sessiz bir kıyamet.. ayrılık, on iki yıl boyunca mahcup bir ev sahibi gibi ağırladığım lale. ayrılık dört duvar..
korku, kendinden başka her şeyi unutturarak kişiyi, yalnızca içinde bulunduğu o an'a hapseden bir duygudur.
kendi kendinle baş başa kaldığın anların yalnızlık diye tanımlanması, o sırada işlerin ne denli yolunda gidip gitmediğiyle ilgilidir.
gökyüzünde upuzun bir mektubun satırlarıyla yüklü, unutulup kalmış bir buluttum. gelseydin, su olup, yağmur olup yeryüzüne akacaktım ben de, toprağa, suya, yağmura karışacaktım; ama bıraktığın yerde unuttun beni, gelmedin.
sinema güzel bir şeydir; belki hayatın değil ama düşlerimizin aynasıdır.
biz o mükemmel devrim düşünün çocuklarıydık. etrafımızda her şeyi her zaman bizden daha iyi bilen ağabeylerimiz, ablalarımız vardı. ama her şey o kadar kısa sürdü ki, bizim büyümeye fırsatımız bile olmadı. güzel bir rüyanın içinden paldır küldür uyandırıldık; sonrasında düşte miyiz, gerçekte mi, yıllarca anlayamadık.
çünkü yitip giden insandır ve şu gökkubbenin altında, geride sadece düşlerimiz kalır.
15.09.2012
czeslaw bojarski
15 kasım 1912'de dünyaya gelen czeslaw bojarski'nin tek hayali büyüyünce mühendis olmaktır. danzig politeknik enstitüsü'nden mezun olur. ama alman tehdidi yüzünden orduya yazılır ve çok geçmeden subay olur. ikinci dünya savaşı'nın başlarında yakalanır. macaristan'daki bir toplama kampından kaçarak fransa'ya sığınır. eline geçen ilk fırsatta da yeniden 1. polonya bölüğü'ne katılır.
savaş sona erince vic-sur-cere'e yerleşir ve bir fransız kadınla evlenir. teknisyen olarak iş bulur. mucitlikte dener şansını. göründüğü kadarıyla çok işe yarayan bir tıkaç, bir de tıraş bıçağı icat eder. ama ne yazık ki bu prototiplerin üretilmesi pahalıya mal olmaktadır ve hiç kimse lisanslarını almaz. bunun üzerine bojarski yeteneklerini bir başa sektörde kullanmaya karar verir.
1950'den itibaren fransa merkez bankası alarma geçer. mavi fon üzerine 1945 cinsi 1000 franklık sahte banknotlar piyasada dolaşmaktadır. tehlike büyüktür; zira sahte paralar neredeyse kusursuz, adeta birer sanat eseridir. komiser bertoux ile amir perrier'in selefleri soruşturmaya başlarlar. sonuç sıfır. bütün ipuçları boşa çıkar. yaratıcı, eserlerini yayma konusunda da uzmandır.
yetkili merciler sinirlenmeye başlar. üstüne üstlük 1958'de yeni bir sahte banknot, nefis 5000 franklar tedavüle çıkar. bunun ardından dört sene sonra yeni bir şaheser, 100 yeni franklık bonaparte'lar gelir.
17 ocak 1964'te polis, czeslaw bojarski'nin paris'in güney banliyösünde, montgeron'da bulunan evinin kapısında biter. biri rus, öbürü polonyalı iki kişi onu ele vermiştir.
evin içi aranır. daha ilk dakikalarda polisler bir sandık bulurlar. sandığın içinde yığınla devlet tahvili uslu uslu durmaktadır. değeri: 72 milyon frank. iyi ama atölye nerededir? bojarski inkar edip durur: "böyle sıradan bir evde, sözünü ettiğiniz o kadar banknotu, hem de öyle kaliteli bir şekilde, bir insanın basabileceğini aklınız alıyor mu? sizin aramanız gereken yer bir fabrika!"
nihayet gizli bir kapı keşfedilir. ardından da bir tesis. iyice köşeye sıkışan bojarski itiraf eder. hiç kimsenin yardımı olmaksızın makineleri nasıl tasarladığını; hiçbir şüphe uyandırmamak için gerekli parçaları tek tek nasıl satın aldığını; hiç kimseye bel bağlamayıp sabırla eski yöntemleri öğrenerek kendi kağıdını nasıl ürettiğini; banknotları bastıktan sonra, 15 yıl boyunca, tek başına, otelde kalmamak için geceleri trenle yolculuk ederek, sahici bir para destesinin içine sadece bir tane sahte para karıştırarak fransa'nın tamamını nasıl dolaştığını; en ince ayrıntısına kadar anlatır.
"bugün burada olmanızın nedeni, beyler, güven duymuş olmam. dostlarıma güvenmiş olmam. yani o avanaklara, o hımbıllara!"
avanak suç ortakları rus ve polonyalı, paraya sıkıştıklarından, sadece sahte para kullanmışlardır; üstelik de paris postanelerinde!
bojarski 20 yıla mahkum olur. 13 yıl sonra iyi halden serbest bırakılır. sonra sırra kadem basar. nerededir, kiminledir, meçhul.
14.09.2012
mandarinler
değişik nedenlerden dolayı insanlığın, duygu ve düşüncelerini anlatmasına olanak bırakmayan sorunlarla karşı karşıya kalacağı bir çağ başlıyor.
her şey kötüye gidiyorken yapılacak tek şey anlamsız oyunlar oynamaktır.
eğri bir yüzeyde dik bir doğru alınamaz! dürüst olmayan bir toplumda, böyle bir yaşam sürdürmek olanaksızdır.
insanın birini sevebilmesi için onu kendi kafasında biraz büyütmesi gerekir.
insanlar kendilerini biraz fazla ciddiye alırlar. aslında ne davranışlarımızın ne de dünyanın öyle pek bir ağırlığı vardır. hafif, dayanıksız bir dünya bu işte!
insanları mutluluktan koparan, çoğu kez bir sürü saçma sapan şeydir.
cenneti düşleyip duran insanlar var ya.. ayakları bir ucundan basmayagörsün, bir anda tüm hevesleri kayboluverir.
biriyle yattığın zaman aradaki mesafe kalkıverir.
bir erkeği yeterince tanımanın en iyi yolu yatakta beraber olmaktır.
insan hiçbir şey yapmadığı sürece, kendini bir şey sanıyor. sonra işin içine girince, salt kendi yazdıklarıyla ilgileniyor. kendini başkalarıyla kıyaslamakla artık vakit kaybetmiyor.
gazetecilerle konuşmaktan sakınmak gerek. onlara göre yaşamın tek anlamı kariyer yağmaktır. çalışma, başarıya giden yolda bir araçtan başka bir şey değildir! başarıysa toz kaldırmak ve yeterince para kazanmak! onlara başka bir düşünce biçimi kabul ettirmek olanaksız.
insan kara cahil olunca, nedense kendini pek yürekli sanır.
insan sardalyelerin fiyatını düşünmeden de deniz kenarında gezinebilir.
insanlar artık dehşet içinde yaşamadıklarından olacak, her şeyi kendilerine yeniden dert edinmeye başladılar.
insan yaşamında önceden çizilmiş yollar yoktur.
zenginlik her zaman ortadadır; gözler önündedir yani.. yoksulluk ise daha özeldir, daha kendine dönüktür.
mutluluk ile mutsuzluk arasında sanıldığından çok daha az fark vardır.
yaşamayı sürdürmek sadece nefes almayı sürdürmek değildir. kimse kayıtsızlıkla yaşamayı beceremez; bazı şeyleri seversin, bazılarından da nefret edersin; öfkelenir ya da hayranlık duyarsın. bu, yaşamın değerlerini kabullendiğinin bir kanıtıdır.
anarşist olmak da bir tür konformizmdir.
aşk gibi duygular aldatıcıdır. dostluk ise yaşam gibi geçicidir. ama nefret, birini yakaladı mı bırakmaz ve ölüm kadar kesindir.
aşka hem karşı koymaya çalışmak hem de onu sürdürmek oldukça tuhaf bir duygudur.
hiçbir risk almayan, hiçbir şey elde edemez.
bazı insanlar vardır, nasıl kitap yazılması gerektiğini anlatır durur; bazıları da yazar! ne garip ki aynı insanlar değildir bunlar.
ünlü birinin gölgesinde yaşamak kadar sakıncalı bir şey yoktur; insan tüm gücünü yitirir.
geçmişimin küllerini gülerek rüzgara savurmaktansa, ölesiye acı çekmek daha iyi.
insan gülüyormuş gibi yapar; ama son kaçınılmazdır; geçmiş asla olduğu gibi korunamaz.
dünyayı aydınlatan salt sevgidir sanır insan. ama sevgiyi besleyen, olanca güzelliğiyle dünyadır aslında.
volange: insanoğlu ilgi gösterilmeye layık değildir.
savaş ölüm gibidir ve ona hazırlıklı olmanın hiçbir anlamı yoktur. ama uçak başaşağı gitmeye başlayınca, dehşete kapılmış bir yolcu olmaktansa, durumu kurtarmaya çalışan bir pilot olmayı yeğlerim.
bazı şeyleri zamanında feda edersek, ileride bize acı vermelerini engellemiş oluruz.
her birimiz yalnızız! kuruyan tenlerin altında donup kalan damarlarıyla, giderek yıpranan ciğerleri, böbrekleri ve çekilen kanıyla; içinde taşıdığı, sinsi sinsi hazırlanarak onu başkalarından ayıran ölümüyle, her insan yalnızdır.