16.09.2012

yağmurun yedi yüzü

süheyla acar

menekşeler yavaş yavaş ölürler.

bence, yalnızca istanbul'da değil, dünyanın bütün kentlerinde ölüme yağmur yakışır, yağmura da ölüm. insan ölecekse yağmurlu bir günde ölmeli. en azından, yağmurlu bir günde gömülmeli. mezarlıklara, serviliklere, cenaze arabalarına pırıl pırıl yaz günlerinin ışığını hiç yakıştıramam. istanbul'da yağmurun rengi mavidir. ölümün rengi de mavidir. ölümle birlikte yüzlerimize incecik, harikulade bir nakış gibi yerleşen o keder bile yukarıdan aşağıya mağrur bir ağıt gibi dökülen gri-mavi yağmurun altında daha derin, daha anlamlı, daha güzel gelir bana. insan ölecekse yağmurlu bir günde ölmeli. ölüme yağmur yakışır, yağmura da ölüm.

küçük mutluluklar küçük adamlar içindir.

marksist kitaplar bize hayatın temelinin ekonomi olduğunu anlatıyordu. ne kadar gelişkin insanlar olacağımız, neyi sevip neyi sevmeyeceğimiz, yüzümüzü nereye döneceğimiz ve hatta düşlerimiz, her şey, içinde yaşadığımız toplumun ekonomik gelişmişlik düzeyine bağlıydı.

askerlerin apoletlerini karıları taşır, derler.

zamanın mutluluk üzerinde tuhaf bir etkisi var. insan, yaşamının bazı anlarında ne denli mutlu olduğunu, o anın içinde mutlulukla sarılmışken değil de, ancak üzerinden uzunca bir zaman geçtikten sonra geriye dönüp bakınca algılayabiliyor. acı böyle değil oysa, o 'an'da bütün yoğunluğuyla yaşanıyor ve zaman, üzerinden geçip giderken acıyı da seyreltiyor.

ucundan sıkı sıkı tutacak bir inat bulduysan artık afet mafet koymaz adama.

ara ara dibe vurmak iyidir. vazgeçtiğimiz hayaller, yitirdiğimiz düşler ve aklımıza bile gelmeyen en parlak fikirler, hepsi orada, diptedir. batık kentlerin hazineleri gibi. suyun üstünden bakınca bir şey göremezsin ama hızla dibe doğru inerken, yaklaştıkça pırıl pırıl parlar, gökteki yıldızlar gibi göz kırparlar sana.. hiç kimse dibe vurmadan çoktan yitirdiği düşleri su yüzüne çıkaramaz. 

şehirlerin yüzü, içinde yaşayan insanların yüzlerine benziyor.

sonrası ayrılık.. yani insanın günündeki gölge, yüreğindeki ayaz, her gece yatağına giren bir eksik cümle, ıssızlık, mahzunluk, sessiz bir kıyamet.. ayrılık, on iki yıl boyunca mahcup bir ev sahibi gibi ağırladığım lale. ayrılık dört duvar.. 

korku, kendinden başka her şeyi unutturarak kişiyi, yalnızca içinde bulunduğu o an'a hapseden bir duygudur.

kendi kendinle baş başa kaldığın anların yalnızlık diye tanımlanması, o sırada işlerin ne denli yolunda gidip gitmediğiyle ilgilidir.

gökyüzünde upuzun bir mektubun satırlarıyla yüklü, unutulup kalmış bir buluttum. gelseydin, su olup, yağmur olup yeryüzüne akacaktım ben de, toprağa, suya, yağmura karışacaktım; ama bıraktığın yerde unuttun beni, gelmedin.

sinema güzel bir şeydir; belki hayatın değil ama düşlerimizin aynasıdır.

biz o mükemmel devrim düşünün çocuklarıydık. etrafımızda her şeyi her zaman bizden daha iyi bilen ağabeylerimiz, ablalarımız vardı. ama her şey o kadar kısa sürdü ki, bizim büyümeye fırsatımız bile olmadı. güzel bir rüyanın içinden paldır küldür uyandırıldık; sonrasında düşte miyiz, gerçekte mi, yıllarca anlayamadık.

çünkü yitip giden insandır ve şu gökkubbenin altında, geride sadece düşlerimiz kalır.