gustavo taretto
21. yüzyılda boş bir "gelen kutusu"ndan daha moral bozucu ne olabilir ki?
martin: internetten tanıştığın biriyle yaptığın buluşmalar mcdonalds menüleri gibi. fotoğrafta daha büyük ve daha lezzetli görünüyorlar. her ne zaman biriyle buluşsam, big mac'te yaşadığım aldatmacanın aynısını yaşıyorum.
buenos aires kontrolsüz ve çarpık bir şekilde büyüyor. terk edilmiş bir ülkenin aşırı kalabalık şehri. bu şehirde binlerce bina gökyüzüne doğru yükseliyor. gelişigüzelce. uzun bir binanın yanında kısa bir bina. orantılının yanında orantısız. fransız tarzının yanında ise tarz yoksunu bir bina. bu çarpıklıklar muhtemelen mükemmel bir şekilde bizi temsil etmekte. estetik ve ahlaki çarpıklıklarımızı.
hiçbir mantığı olmayan bu binalar, kötü planlamanın eseri. tıpkı hayatlarımız gibi: nasıl yaşamak istediğimize dair hiçbir fikrimiz yok. buenos aires, sanki bir mola yeriymiş gibi yaşıyoruz. bir "kiracı kültürü" yaratmışız. binalar daha küçük binalara yer açmak için giderek küçülüyorlar. evler oda sayılarına göre ölçülüyor ve balkonu, oyun odası, hizmetçi odası ve kileri olan 5 odalılarla, "ayakkabı kutusu" olarak bilinen tek odalılar arasında değişiyor. insan eli değen her şey gibi, binalar da bizi birbirimizden ayırıyor. bir ön giriş, bir de arka giriş var. ferah ve basık evler var. seçkin insanlar a ya da bazen de b blokta oturuyorlar. harfler ilerledikçe apartman kötüleşiyor. vaat edilen manzara ve ışık nadiren gerçekle örtüşüyor. nehrine sırtını dönen bir şehirden zaten ne beklenebilir ki? ayrılıkların, boşanmaların, aile içi şiddetin, kablolu kanal sayısındaki patlamanın, iletişim eksikliğinin, umursamazlığın, uyuşukluğun, depresyonun, intiharların, asabiyetin, panik atakların, obezitenin, gerginliğin, güvensizliğin, melankolinin, stres ve hareketsiz yaşam tarzının mimar ve mühendislerin suçu olduğundan adım gibi eminim.
intihar hariç bu hastalıkların hepsi bende var. işte bu benim tek odalı evim. 120 metrekare ve nefes almayan bir akciğer için bir tane küçücük penceresi var. santa fe, 1105 numara. 4. kat. h blok. bilgisayarın başına 10 sene önce oturdum ve başından sanki hiç kalkmadım. gelecekte internet var mı bilmiyorum ama benimkinde var: sayfa tasarımı yapıyorum ve burası benim siber uzayım. işimi iyi mi yapıyorum yoksa erken mi başladım bilmiyorum ama başımı kaşıyacak vaktim olmuyor. psikiyatrımın fobi sayfasını yaparak başlamıştım: fobi onun uzmanlık alanı, ona da haftada 2 kez bu yüzden gidiyorum.
bilgisayar oyunu bağımlılık yapıyor. hap bağımlısı olmak istemeyen uykusuzlar için birebir. psikiyatrım fobimden kurtulma yolunda ilerlediğimi söylüyor. sürekli nükseden, ciddi panik ataklar yüzünden kendimi yıllardır eve kapatmış durumdayım. oyunlarda, uzman seviyesinde 17 şampiyonluk kazandım. 4 defasında yenilgi yüzü görmedim, 9 defa da gol kralı oldum. federer'i wimbledon'da 4 kere yendim. corleone ailesinin "baba"sı oldum. tamamen soyutlanmıştım. korkuyordum. psikiyatrım şehir korkumu yenmem için bir strateji geliştirdi: fotoğraf çekmek. şehri ve insanları yeniden keşfetme yolu. gözle görülmeyen güzellikleri arama sanatı.
gözlem yapmak hem var olmak hem de olmamaktır. ya da farklılaşmaktır.
kendi kendimi oyalıyorum. otobüse ya da taksiye binmiyorum. metroyu daha az kullanıyor, uçağa ise hiç yaklaşmıyorum. sadece yürüyorum ve yaşam çantamı yanımdan ayırmıyorum. içindekiler ise: 10 mega piksel kameralı bir leica dlux 3. rivotril damla, 2.5 mg. amoksisilin 500. ibuprofen. güneş gözlüğü. plastik bir yağmurluk. 21 parçalı isviçre çakısı. el feneri ve bataryası. 3 paket prezervatif. bozukluk halinde 400 peso. içinde 8.000'den fazla şarkı olan 60 gb'lık bir ipod. 3 tane tati filmi. bir defter. son olarak da bir kaza ya da panik atak durumda nasıl hareket edileceğine dair plastik bir kart. çantanın ağırlığı 5.8 kg, yani ağırlığımın %7'si.
mariana: 2 yıldır mimarım ama henüz bir şey inşa etmiş değilim. ne bir bina, ne bir ev, ne de bir banyo. hiçbir şey. sadece içinde yaşanamayan maketler yaptım ve tek sorun boyutları değil. diğer yapılarla da aram iyi olmadı. yaptığım tüm desteklere rağmen, 4 yıllık ilişkim çöküverdi. hayatım bir oyun olsaydı, 5 kare geri gitmek zorunda kalırdım. işte bu yüzden buradayım: 27 kutuya sığan düzensiz hayatımla, 12 metrelik naylonun üzerine oturmuş, hava kabarcıklarını patlatıyorum, böylece kendimi patlatmamış oluyorum. bu benim yeni ama eski ayakkabı kutum, şu saçma 5 basamak da onu "dubleks" yapıyor. ve bu acayip şey; yarı pencere, yarı balkon, tüm yıl boyunca hiç güneş görmüyor. santa fe bulvarı, 1183 numara. 8. kat. g blok. gastritin g'si.
bir gezegenin çok küçük bir parçasıyım, o gezegen bir sistemin parçası, o sistem de bir galaksinin parçası. binlerce galaksi de evrenin bir parçasını oluşturmakta. bu durum bana, sınırsız ve sonsuz bir bütünün parçası olduğumu hatırlatıyor.
kimi aradığımı biliyorken, onu bulamıyorsam, kimi aradığımı bilmeden, onu nasıl bulacağım?
farklı biriyle nasıl bu kadar yakın olunabilir? 4 yıllık ilişkiden çıkardığım aptal sonuç işte bu. 4 yıl, yani 48 ay. 1460 gün. yanlış biriyle birlikte geçen 35.040 saat. bir gece ona baktım ve her şeyi fark ettim: ilk kez, uzaktı, sanki tamamen yabancı biriydi. birden bir yabancıyla yalnız kaldığımı hissedince, tüylerim diken diken olmuştu. ve işte buradayım: onunla birlikte yaşamak için terk ettiğim aynı evdeyim. aynı aynanın önündeyim. tam 4 yıl sonra.
internet beni dünyaya yaklaştırsa da, bir o kadar da hayattan uzaklaştırıyor. internetten bankacılık işlemlerini yapıyorum, dergilerimi okuyorum, müzik indiriyorum, radyo dinliyorum, yemek siparişi veriyorum, film izliyorum, sohbet ediyorum, ders çalışıyorum, oyun oynuyorum, seks yapıyorum, araştırma yapıyorum.
dinlerin tipik özelliğidir; olanaksızı vaat ederler, böylece talep ettikleri fedakarlıklardan pişmanlık duymazsın.
pablo ile olan ilişkim dijital çağ ile uyumluydu. başlarda aldığım fotoğraf makinesi ile 4 yılın tamamını belgeledim. ilk yıl 380 fotoğraf çekmişim. ikinci yılda 176. üçüncü yılda 97. son yılda ise 4. basit, geri dönüşümsüz bir şekilde, 38.9 mb'lık geçmişi çöp tenekesine gönderiyorum. keşke kafam da laptopum gibi çalışsaydı da, her şeyi bir tıkla unutabilseydim.
şu kablolardan ne zaman kurtulacağız? hangi süper zeka nehir manzarasını binalarla, gökyüzünü de kablolarda kapattı acaba? kilometrelerce uzanan bu kablolar bizi birleştirmek için mi, yoksa ayırmak için mi? kimse dışarı çıkmıyor. cep telefonları, bizi hep birbirimize bağlayacağını vaat ederek, dünyayı işgal etmiş durumda. mesaj çekmek ise, en güzel dillerden birinin sözcük dağarcığını ilkel, sınırlı ve kısık kelimelere indirgeyen, 10 tuşlu bir sistem. ileri görüşlü insanlar, geleceğin fiber optik kablolardan oluşacağını söylüyorlar. evlerimizi işyerimizden bir tuşla ısıtabileceğimiz açıklandı. tabii ya! ne de olsa, evde yolumuzu gözleyen hiç kimse olmayacak. sanal ilişkiler çağına hoş geldiniz.