virginia woolf
felaket ve ölüm, her yeri kaplar. insan hayatı mezarda sona erer. kurtçuklar bizi yer.
sağaltıcı önlemler midirler, en incitici anıların, hayatı sonsuzca sakatlayabilecek olayların şiddetlerini törpüleyen ve bunların en çirkin, en alçakça olanlarını bile bir ışıltıyla, akkorlukla yaldızlayan kara bir kanatça silinip süpürüldükleri esrimeler midirler? karmaşası bizi paramparça etmesin diye ara sıra ölümün parmağı hayatın üstüne mi uzanmalıdır? ölümü her gün ufak dozlarda almazsak yaşama gailesinin altından kalkamayacak biçimde mi yaratılmışızdır? hem sonra, en gizli davranışlarımızın içine işleyen ve bizlerin rızamız olmaksızın en değerli varlıklarımızı değiştiren bu garip güçler nelerdir? acısının aşırılığı yüzünden bitip tükenen orlando bir haftalığına ölmüş de sonra yeniden mi dirilmiştir? ve hal böyleyse, ölümün mahiyeti nedir?
peru'nun tüm altınları ustaca yazılmış bir satırı satın alamazlar.
ün, kolları kasan bir örme paltodur, yüreğe gem vuran gümüşten bir gömlektir, bir korkuluğu kaplayan boyalı tenekedir. ün insanı kısıtlar, ona engel olurken tanınmamışlık gibi bir sis gibi sarardı onu, tanınmamışlık karanlık, geniş ve özgürdü; tanınmamışlık zihnin hiçbir engelle karşılaşmadan özgürce yol almasına izin verirdi. tanınmamış insanın üstüne karanlık merhametle dökülür. kimse nereye gidip geldiğini bilmez. gerçeği arayıp gerçeği dile getirebilir; yalnız o özgürdür; yalnız o doğrucudur, yalnız o huzurludur.
harpya: yunan mitolojisinde yer alan, adları "kapıp kaçanlar" anlamına gelen, kadın başlı, geniş kanatlı, sivri pençeli bir çeşit yırtıcı kuş.
ben uyuyan yavru geyiklerin koruyucusuyum; kıymetlimdir kar ve yükselen ay ve gümüşsü deniz. örterim kaftanımla çilli tavuğun yumurtalarını ve istiridyeyi; örterim ayıpları ve yoksulluğu. zayıf, karanlık ve kuşkulu ne varsa üstüne iner duvağım. bunun için konuşma, açık etme! sakın, ah sakın!
ben insanların hicap dedikleriyim. bakireyim ve hep öyle olacağım. bitek tarlalarla ve doğurgan bağlarla işim yok benim. çoğalmak iğrençtir bana ve elmalar tomurcuklanıp sürüler yavrulayınca kaçar, kaçarım. pelerinimi kapatırım üstüme. saçlarım gözlerimi örter. görmem. sakın, ah sakın!
gerçek, iğrenç içinden çıkma sakın. daha derinlere saklan, korkunç gerçek. çünkü sen bilinmemesi ve yapılmaması gereken şeyleri acımasız gün ışığında göğsünü gere gere sergilersin; utanç verici olanı gözler önüne serersin; karanlıkta olanı apaçık edersin. saklan! saklan! saklan!
çingenelerde "güzel"i karşılayan bir sözcük yoktur.
insanoğlunun bağrında hiçbir tutku başkalarını kendi inandıklarına inandırma arzusundan daha güçlü değildir. hiçbir şey kendisinin yüce saydığı bir şeyi başkasının küçümsediğini sezmek kadar insanın mutluluğunu kökünden sarsıp içini öfkeyle dolduramaz.
semti semte kırdıran, mahalleyi mahallenin mahvolmasını istemeye iten hak sevgisi değil, üstün gelme isteğidir. her biri doğrunun galip gelmesinden ve erdemin yüceltilmesinden çok kafasının dinç olmasının ve kendine boyun eğilmesinin arayışı içindedir; ancak bu ahlak dersleri son derece sıkı olup tarihçiyi ilgilendirir ve ona bırakılmalıdır.
hiçbir şey karşı koyup sonra teslim olmaktan, teslim olup sonra karşı koymaktan daha harika olamaz. gerçekten de ruhu başka hiçbir şeyin yapamayacağı kadar coşturuyor. öyle ki, sırf bir denizci tarafından kurtarılmanın zevkini tatmak için kendimi tutup denize atmayacağımdan pek emin değilim.
bir kadının bileklerini gördünüz diye direğin tepesinden düşersiniz. kadınlar sizi övsünler diye kukla gibi süslenir püslenir, sokaklarda geçit yaparsınız; size gülmesin diye kadını eğitimden yoksun bırakırsınız; en çelimsiz eksik etek tazelerin bile esiri olup yine de dünyaları siz yaratmışçasına kasılırsınız.
dünyanın yönetimini ve düzenini başkalarına bırakmak; askeri hırslardan, güç sevdasından ve bütün diğer erkeksi tutkulardan arınmış olmak çok daha iyi; eğer insan böylece insancıl ruhun bildiği en yüce hazların dolu dolu tadına varabilecekse çok daha iyi; bu hazlar ki derin düşünce, yalnızlık ve aşk.
gürültüden sonra sessizliğin daha yoğun olduğu hala bilimsel olarak kanıtlanmamıştır. ancak insana ilanı aşk edildikten sonra yalnızlığın daha bir belli olduğuna pek çok kadın tanıklık edecektir.
önemsiz ayrıntılarmış gibi görünseler de giysilerin bizleri sıcak tutmaktan daha önemli işlevleri vardır. bizim dünyaya bakışımızı ve dünyanın bize bakışını değiştirirler. bizlerin giysileri değil, giysilerin bizleri giydikleri görüşünü destekleyecek pek çok şey var: biz onlara bir kol ya da göğüs biçimi verebiliriz; oysa onlar yüreklerimizi, beyinlerimizi, dillerimizi gönüllerince biçimlendirirler.
çoğu zaman, bir saatlik suskunluk her şeyden daha esriticidir.
yanılsamaların gerçekle çarpıştıklarında paramparça oldukları herkesçe bilindiğinden, yanılsamanın hüküm sürdüğü yerde gerçek mutluluk, gerçek zeka, gerçek derinlik barınamaz.
bir saat önce uğranılan kadar büyük bir düşbozumu insanın kafasını allak bullak eder. her şey eskisinden on kat açık ve çıplak görünür. bu, insan ruhu için çok tehlikeli bir andır. böyle anlarda kadınlar rahibe, erkekler rahip olurlar; böyle anlarda varsıllar bir imzayla varlıklarından olurlar ve mutlular et bıçağıyla boğazlarını keserler.
bir şair okyanusla aslanın bileşimidir. biri sizi boğarken öbürü kemirir. dişlerden kurtarırsak canımızı, dalgalara boyun eğeriz. yanılsamayı yıkan biri hem canavardır hem de taşkın su. dünya için atmosfer neyse, ruh için yanılsamalar odur. o güzelim havayı dürüp kaldırırsanız bitkiler ölür, renkler solar. üzerinde yürüdüğümüz dünya kavrulmuş kor halini alır. bastığımız sönmemiş kireçtir ve alev alev parke taşları ayaklarımızı yakar. gerçektir bizi mahveden. hayat bir düştür. uyanmak bizi öldürür. düşlerimizi çalan hayatımızı da çalmış demektir.
şimdilik tek çıkar yol camdan dışarıyı izlemek. serçeler vardı, sığırcıklar vardı; her biri kendince uğraşlara dalmış birkaç güvercin ve bir iki karga vardı. biri bir solucan bulur, öteki bir salyangoz. biri uçup bir dala konar, bir başkası çimenlerin üstünde hoplayıp zıplar. derken yeşil çuha önlüklü bir uşak avluyu geçer, herhalde kilerde hizmetçi kızlardan biriyle bir dümen peşindedir; ama avluda gözle görülür bir kanıt konmadığı için önümüze, ummaya devam edip burada bırakmalıyız işi. kalınıyla incesiyle bulutlar alttaki çimenlerin rengini bir parça değiştirerek geçerler. güneş saati her zamanki gibi üstü örtülü biçimde zamanı bildirir. insanın zihni bu hayat denen şey konusunda boşu boşuna, yararsızca bir iki soru sormaya başlar. hayat diye bir şarkı tutturur, daha doğrusu ocak üstündeki çaydanlık gibi mırıldanmaya başlar. hayat, hayat, sen nesin? aydınlık mısın, karanlık mısın, uşak yamağının çuha önlüğü müsün; yoksa çimenlerin üstünde sığırcık gölgesi misin?
selam doğal arzu! selam mutluluk! kutlu mutluluk! ve hazzın her türlüsü; biri solsa, öbürü sarhoş etse de çiçekler ve şarap, selam size ve pazarları londra dışına iki buçuk şilinlik biletler, karanlık bir kilisede ölüm üzerine ilahiler okumak ve herhangi bir şey, daktiloların tıpırtısını, mektupların dosyalanışını, imparatorluğu bir arada tutan halkaların ve zincirlerin dökümünü durduracak, allak bullak edecek her ne varsa, selam. tezgahtar kızların dudaklarının üzerindeki çiğ kırmızı yaylar (sanki aşk tanrısı başparmağını kırmızı mürekkebe batırmış da geçerken beceriksizce nişanını bırakmış) size bile selam. selam mutluluk! kıyıdan kıyıya koşan balıkçı kral ve doğal arzunun tüm karşılanışları, ister erkek romancıların söyledikleri şey olsun; ister yakarış; ister yadsıyış; hangi biçimde gelirse gelsin, selam! ve dileriz daha fazla ve bilinmedik biçimlerde gelir. çünkü ırmak yatağında karanlık akar -keşke sözcüklerin anıştırdıkları gibi "düş kurar" olabilseydi- hem de her zamanki nasibimizden daha bulanık ve beter; düş kurmadan ama canlı, kendinden hoşnut, akıcı, her zamanki gibi zeytin yeşili gölgeleriyle kıyıdan kıyıya apansız ok gibi fırlayıp gözden yitiren kuşun kanadının mavisini bastıran ağaçların altından.
her şey dingindi. neredeyse gece yarısıydı. ay kırların üstünde ağır ağır yükseldi. ışığı toprağın üstüne bir hayalet şato dikti. malikane bütün pencereleri gümüşe bulanmış duruyordu. ne duvar vardı ne varlık. her şey hayaldi. her şey dingin.