marcel proust
bir kişiye duyulan ve diğer her şeyi dışlayan aşk, daima başka bir şeye duyulan aşktır.
kalıcılık ve süreklilik hiçbir şeye bağışlanmamıştır, acıya bile.
aşkın etrafına çektiğimiz aşırı dar sınırlar tamamen hayat hakkındaki muazzam cehaletimizden kaynaklanır.
nice üstün nitelikli kadın vardır ki, bir dangalağın kendilerini büyülemesine, en ince sözlerini acımasızca kınamasına izin verirler ve onun en yavan şaklabanlıkları karşısında, sevginin sonsuz hoşgörüsüyle kendilerinden geçerler.
isteklerimiz hep iç içe geçtiğinden, hayat karmaşasında bir mutluluğun, onu gerektiren arzuyla tam olarak çakıştığı pek enderdir.
şan ve şöhreti gözümüzde canlandırırken, peşinde koşarken, az sayıda niteliğini somutlaştırırız; kusurlu zihnimiz, şöhretin bizim için birdenbire -ana hatlarıyla- bürüneceğini umduğumuz bütün şekillerini aynı anda hayal edemez.
gördüğümüz birtakım şeylere ancak biz, kendilerine ait bir varlıkları olduğu inancıyla bir ruh kazandırabiliriz; onlar bu verdiğimiz ruhu korurlar ve içimizde geliştirirler.
dehanın yanında, toplum içindeki konumun, resmi mevkilerin hiç değeri yoktur.
nasıl ki en büyük yürek tecrübesine sahip olan rahipler, kendi işlemedikleri günahları en kolay affedebilen kişilerse, en büyük zeka tecrübesine sahip dahi de, kendi eserlerinin temelini oluşturan fikirlere en zıt düşünceleri en kolay anlayabilen kişidir.
hepimiz, gerçeği dayanılır kılmak için, kimi küçük çılgınlıkları içimizde sürdürmek zorundayızdır.
çok sevdiğimiz bazı rolleri herkesin karşısında o kadar çok oynar, kendi kendimize de o kadar tekrarlarız ki, kanıt olarak, neredeyse tamamen unutulmuş bir gerçekten çok bu hayali rollere daha büyük bir kolaylıkla başvururuz.
gün içinde sahip olduğumuz zamanın miktarı esnektir; bizim hissettiğimiz tutkular bu zamanı genişletir, hissettirdiğimiz tutkular daraltır, alışkanlıksa doldurur.
bir mutluluğu arzu ederiz; ama ona ulaşmanın maddi imkanlarına sahip değilizdir. la bruyere, "büyük bir servet sahibi olmadan sevmek, acıklı bir şeydir." der. yapılacak tek şey, o mutluluğa kavuşma arzusunu azar azar yok etmeye çalışmaktır.
aşkta, savaşın tam tersine, yenildikçe daha ağır, durmadan daha zor şartlar koşarız; her şeye rağmen şart koşabilecek durumdaysak eğer.
kalbimizde bir başkasının hayali sürekli olarak bulunuyorsa, her an parçalanabilecek olan tek şey mutluluğumuz değildir; bu mutluluk yok olup gittikten, biz ıstırap çektikten sonra, ardından, ıstırabımızı dindirmeyi başardığımızda, aynı mutluluk kadar yanıltıcı ve geçici olan şey, sükunettir.
hayattaki en önemsiz ilişkilerde bile, karanlık, yalan, suçlayıcı bir cümlenin kasten, itiraz etsin diye yazıldığını bilen ve böylece olayların hakimiyetini ve inisiyatifini elinde bulundurduğuna -ve bulunduracağına- fazlasıyla sevinen bir muhatap, açıklama istemez. aşkın son derece belagatli, kayıtsızlığın ise meraksız olduğu daha duygusal ilişkilerde, durum haydi haydi böyledir.
hayatımızı bir insana göre kurarız; artık onu hayatımıza kabul edebileceğimiz an geldiğinde, o insan gelmez, sonra bizim için ölür ve biz de sadece onun için hazırlanmış olan şeyin içine hapsolup yaşarız.
alışkanlık, bir yandan zayıflatır, bir yandan sağlamlaştırır; bir yandan parçalanmaya yol açar, bir yandan da sonsuza dek sürdürür.
yaşlı bir kadının eskiden ne kadar güzel olabileceğini anlamak için, her çizgisini sadece görmek değil, tercüme etmek gerekir.
güzellik, meçhule açıldığını görür gibi olduğumuz yolun çirkinlik tarafından tıkanmasıyla daralan bir varsayımlar dizisidir.
kaybetmekten en çok korktuğumuz zenginlikler, kalbimiz tarafından ele geçirilmedikleri için, dışımızda kalmış olanlardır.
ideal peşindekiler, çoğu kez hakikat tarafından ödüllendirilmezler; kimileri yeteneğini kaybeder, kimileri de asırlardır süren hakimiyetlerini; barışseverlik bazen savaşları artırır, hoşgörü de suç oranını.
la bruyere: sevdiğimiz insanın yanında olunca, konuşmak, hiç konuşmamak, hepsi birdir.
erdemlerimiz özgür, değişken, kullanımı daimi şekilde bize ait şeyler değildirler; zihnimizde erdemlerimiz, karşılaştığımızda kendilerini harekete geçirmeyi görev bildiğimiz olaylara öyle sımsıkı bağlanmıştır ki, karşımıza farklı nitelikte bir olay çıktığında gafil avlanır ve bu erdemlerimizi kullanabileceğimizi aklımıza bile getirmeyiz.
racine'in her trajedisinde, monsieur hugo'nun bütün dramlarından daha fazla gerçek vardır.
fotoğraf, gerçeğin bir kopyası olmaktan çıkıp bize artık mevcut olmayan şeyleri gösterdiğinde, yoksun olduğu haysiyeti bir ölçüde kazanmış oluyor.
körü körüne hayran olduğumuz kişilerin öyle şeylerini kaydeder, hayranlıkla aktarırız ki, bunlardan çok daha üstün olan birçok şeyi sırf değerine göre yargıladığımızda, sertçe reddederiz; tıpkı bir yazarın gerçek oldukları gerekçesiyle romanında kullandığı vecizelerin ve kişilerin canlı bir bütünlüğün içinde, aksine durgun, vasat bölümler oluşturması gibi.
insanın gözlem yaptığı zamanki zihinsel seviyesi, yaratırkenki seviyesinden çok daha alçaktadır.
tanımadığımız, bizi alışılmış hayattan, görüştüğümüz kadınların kusurlarını eninde sonunda ortaya koydukları hayattan vazgeçmeye zorlayan varlıkların kaçıcılığı, hayal gücünü hiçbir şeyin durduramadığı bir arayış haline sokar bizi. hazlarımızı hayal gücünden arıtmaksa, onları kendilerine, yani sıfıra indirgemektir.
güzel bir metnin değerinin kesin ölçütü, o metni yazarken alınan zevk değildir; zevk, belki genellikle fazladan eklenen; ama yokluğu metnin değerini düşürmeyen, tamamlayıcı bir durumdur sadece. belki de kimi şaheserler esneyerek yazılmıştır.
nesnelere ad olan isimler, daima bir kavrama cevap verir, bu kavram gerçek izlenimlerimize yabancıdır ve bizi bu kavrama ilişkin olmayan her şeyi onlardan ayıklamaya mecbur eder.
istediğimiz şeyi bize vermeyen insanlar, onun yerine başka şeyler verirler.
zevk de fotoğraf gibidir. sevdiğimiz insanın yanında alınan, negatif bir klişedir sadece; bunu daha sonra, evimize döndüğümüzde, insanlarla görüştüğümüz sürece kapısı kapalı olan içimizdeki karanlık odaya girebildiğimizde banyo ederiz.
insan en çok kaçtığı şeyden asla kurtulamıyor.
düşüncelerin zihnimizde yaşadığı ortak hayat içerisinde, aralarında bizi en mutlu eden bir tanesi var mıdır ki, önce gidip tam bir parazit gibi başka bir komşu düşünceden, yoksun olduğu gücün büyük bölümünü almamış olsun?
insanlar bir yaptıklarını durmadan tekrar ederler.