24.12.2012

sodom ve gomorra

marcel proust

bir şaheseri bozmak, yaratmaktan çok daha zordur.

insanlar, biz kendilerini tanıdıkça, tahrip edici bir karışıma batırılan bir maden gibi, yavaş yavaş, gözümüzün önünde meziyetlerini -bazen de kusurlarını- kaybederler.

insan aradığını, orduda dediğimiz gibi, dengini ancak randevuevlerinde bulabiliyor.

sosyete mensupları kendi soyadlarının sosyal önemi konusunda herkesin kendileri ve kendi muhitlerinin insanlarıyla aynı fikirlere sahip olduğu yanılgısı içinde yaşarlar.

kafamızda ihtimal dahilindeki bütün fikirleri evirip çevirsek de, gerçeğin kendisi asla bunların arasında yer almaz; gerçek en beklemediğimiz anda, dışarıdan gelerek bize o korkunç iğnesini batırır ve hiç iyileşmeyecek bir yara açar.

en somut yorgunluğun bile, özellikle sinirli insanlarda, bir bölümü dikkate bağlıdır ve sadece hafıza tarafından sürdürülür. yorulmaktan korktuğumuz an birdenbire bitkin düşeriz; yorgunluğu atmak için, unutmak yeterlidir.

insan bekleyiş içindeyken, arzuladığı şeyin yokluğundan ötürü o kadar ıstırap çeker ki, bir başka mevcudiyete tahammül edemez.

insan ister zengin olsun, ister sefil bir yoksul; mizaç değişmiyor.

bekleyiş içinde olduğumuz zaman, sesleri toplayan kulaktan, sınıflandırıp çözümleyen zihne ve oradan da, sonuçlarını bildirdiği kalbe yapılan çifte yolculuk o kadar süratlidir ki, süresini fark edemeyiz bile, doğrudan kalbimizle dinliyormuşuz gibi gelir bize.

sözü en çok dinlenen hekim hastalıktır; iyiliğe, bilgiye söz veririz sadece; acıya ise boyun eğeriz.

ölen kişi, çoğu kez başka türden ve daha derin kaynaklı bir cesaretle hayatta olan kişiyi ele geçirir ve onu kendisine benzeyen ardılına, yarıda kesilen hayatının sürdürücüsüne dönüştürür.

hayatta insanlara karşı duygularımız zamanla, bu insanların bu duyguların içinde ne kadar az yer tuttuğunu fark ettikçe, kalıcı olmasını çok istediğimiz yeni aşkın hayatımızla birlikte kısalarak son aşkımız olacağını gördükçe, hüzünlü duygular olurlar.

cennetin, daha doğrusu art arda birçok cennetin hayalini çok kurarız; ama bunların hepsi, daha biz ölmeden önce bile kayıp cennetler, içinde kendimizi kaybolmuş hissedeceğimiz cennetler haline gelirler.

her insanın kusuru, varlığı bilinmedikçe görünmez olan cin gibi kendisine eşlik eder. iyilik, kalleşlik, isim ve sosyete ilişkileri göze görünmezler; onları gizli olarak taşırız.

her konuda aşırılık, kusurdur.

tabiat, dokuduğu halının deseninde uyumu gözetmekle birlikte, nakşettiği figürlerin farklılığı sayesinde bütünün tekdüzeliğini kırar.

cottard patroniçe'ye tatlılıkla şunları söylemişti: "böyle galeyana gelirsek, yarın ateşimiz 39'a çıkar." tıp, tedavi edemeyince, zamirlerin anlamını değiştirmekle meşgul olur.

günümüzde bütün vakitlerini küçük dağları kendilerinin yarattığını düşünmekle geçiren insanların sayısı çok kabarık.

çok sevenin cezası ağır olur.

mesafe denilen şey, uzayın zamana oranından başka bir şey değildir ve zamanla birlikte değişir. bir yere gitmenin zorluğunu bu zorluk azaldığı anda geçerliliğini kaybeden bir miller, kilometreler sistemiyle ifade ederiz. sanat da bundan etkilenerek değişir; çünkü iki ayrı dünyaya aitmiş gibi görünen iki köy, boyutları değişen bir manzarada birbirlerine komşu olurlar.

dedikodu, zihnimizin nesnelerin görüntüsünden ibaret olan yanıltıcı algısıyla oyalanmasına, aldatılmasına mani olur. dış görünüşü idealist bir filozofun sihirli becerisiyle tersyüz edip bize meselenin hiç tahmin edemeyeceğimiz bir yönünü gösteriverir.

bilge kişi, şüpheci olmak zorundadır.

çoğunlukla ıstırabın sonuna kadar gitmeyişimizin nedeni, yaratıcılıktan yoksun oluşumuzdur. en korkunç gerçek bile, ıstırapla birlikte güzel bir keşif hissi de yaşatır bize; çünkü aslında uzun süredir hiç aklımızdan geçirmeden sürekli tekrarladığımız bir şeyi yeni ve açık seçik bir şekle sokar sadece.

hayatımızın birçok anında, kendi içinde bir önem taşımayan bir güç uğruna, bütün geleceğimizi seve seve feda edebiliriz.