1.01.2013

sol ayağım

christy brown

herhangi çeşit bir hikâye yazmak için bilinmesi gereken iki temel kural vardır. ilki anlatacak bir hikâyenin olması ve ikincisi onu öyle yazmalısın ki okuyan kişi okuduğunu yaşıyormuş gibi hissetsin.

etrafımdaki duvarlar hâlâ yüksek sayılırdı; ama ben onları birer birer aşıyordum. evet, onları aşıyordum, onlardan kurtuluyordum, evet. ama bu duvarların arkasında ne vardı? insanlar genelde özgürlükten, fiziksel engellerden kurtulmaktan bahsediyorlardı. yine de bu sadece bir başarı değil, küçücük bir kahraman gibi sakatlığımla savaştıktan sonra mükafatını alıp bana sürekli istediğim yere geleceğimi söyledikleri bir şey olmadığını gördüm.

eğer başarıyla söylemeye çalıştıkları fiziksel bağımsızlıksa bu doğruydu; fakat bütün zihinsel ve duygusal çatışmadan tamamen kurtulmaktan bahsediyorlarsa oldukça yanlış düşünüyorlar demektir. özgürlük ve kurtulma gibi kulağa hoş gelen kelimelerin hepsi anlamsızlaşmış olur. çünkü hâlâ hapishane parmaklıkları ardındaki tutsaklığım sırasında geçmişte hissettiğim acı ve kederin yerini, ihtimali yüksek kurtulma şansıyla zincirlerimi kırmaya çalışırkenki çabalarımın almış olduğunu fark ediyordum. artık zeki insanların uyanış ve aydınlanma dedikleri şeyin altında saklanmaya çalıştıkları acıyı hissediyordum. nisan yağmurları gibi gidip gelen çocuksu bir melankoli değildi bu, belki yine geçici olacaktı ama derin bir etki bırakacak, zihnimde derin bir yara oluşturacak olgun bir acıydı.

kendi ihtiyaçlarımın daha çok farkına vardığımı hissediyordum, bu yeterince acı veriyordu. ihtiyaçlarımı yeterince karşılamanın imkansız olduğunu fark etmemle acım daha büyüyordu. sonunda gerçekten önemli olan hayatımdaki, hatta derinlerimdeki veya duygusal yaşantımdaki fiziksel engellerimin asla normal olmayacağını ve olamayacağını fark ediyor olmak büyük bir acıydı. içimde kapalı kalmaya, dışa vurmak yerine bastırılmış kalmak zorundaydı.

zamanla, kliniğin de yardımıyla, normal bir yaşam sürmek için veya en azından daha bağımsız bir yaşam için kendimin üstesinden gelebilirdim. ama içimde her zaman özlem duyduğum, resmi asla tamamlayamayacak veya bir yapbozun son parçasına ulaşamayacak bir şeylerin derinlerde yattığını biliyordum. bir parçası mutlaka eksik kalacaktı. bunca şeyden sonra benim engelim çaresiz değildi. normal bir insan ifadesinden ve ilişkilerinden noksan olan bir şey vardı. engelimi ne kadar iyi bir şekilde alt etsem de asla normal bir yaşam süren normal bir birey olamayacağım. o eski farklılık her zaman kalacaktır. sevmeyi ve sevilmeyi o kadar istiyordum ki..

çarpık ağızlı ve yamuk elli bir çocuk özellikle bunlara yardımcı olunmadan büyümeye terk edilmişse kolaylıkla ve hızla, hayata ve kendine karşı aynı şekilde bozuk ve çarpık davranışlar sunabilir. normal çocuklarla kıyaslanınca kendi farklılığına dair bir düşünce zihnine yerleşirse, bu onunla birlikte gençliğinde ve daha sonra da yetişkinliğinde büyüyecek, böylece hayata vücudu kadar zarar görmüş bir zihniyetle bakacaktır. hayat, onun için kendi sakatlığının ve kendi duygusal acısının sadece bir yansıması olacaktır.  

klinikte durum daha farklıdır, doğrusunu söylemek gerekirse biz burada kendi kendimizeyiz. aynı engelleri olan ve genelde daha kötüsüne sahip insanlarla çevriliyiz, kendi farklılıklarımızın artık o kadar da farklı olmadığını anlarız. kendimizi diğerleri için yük olarak görürken, yavaş yavaş bizi anlayan, hayatlarını gerçekten bize yardım etmeye ve kendimizi daha çok anlamamıza yardımcı olan insanların olduğunu fark etmeye başlarız ve böylece sonunda sakatlığımızdan çok güzel şeyler ortaya çıkar.

işçi sınıfının öğretisi ve ahlakıyla yoğrulmuş bir ortamda büyüdüm. bütün dünyanın da bildiği gibi, bilgi insan ırkının bu sınıfı tarafından pek kullanılamaz. entelektüellik bu ırkın bir özelliği değildir.