eduardo galeano
orta çağ'da bir çuval karabiber, insan hayatından daha değerliydi. buna karşılık altın ve gümüş, gökyüzünde cennetin, yeryüzünde de kapitalist merkantilizmin kapılarını açmak için rönesans tarafından kullanılan belli başlı anahtarlar olacaktı. ispanyollarla portekizlilerin amerika destanı, hristiyan dininin yayılması ile doğal zenginliklerin zorla ele geçirilip yağmalanmasını iç içe geçmiş tek bir şey haline getirmiştir. avrupa gücü, bütün dünyayı egemenliği altına almak niyetiyle yola çıkmıştı. ormanlar ve türlü tuzaklarla dolu el değmedik toprakların görüntüsü, denizcilerle soylu kumandanların olduğu kadar, ganimet ardında koşan sersefil askerlerin de tutkusunu kamçılamaktaydı. "ölülerin güneşi" olarak simgeledikleri şan ve şeref itkisi de rol oynuyordu bunda. hernan cortes, şan ve şerefe ulaşmanın yolunu şöyle tanımlıyordu: "talih cesurlara güler." bizzat kendisi, meksika seferini hazırlayabilmek için bütün malını mülkünü ipotek ettirmişti. kristof kolomb ve magellan gibi birkaç istisna bir yana, fetih seferleri devlet tarafından değil, ya doğrudan doğruya fetihçiler ya da büyük tacirler ve bankerler tarafından finanse edilmekteydi.
yerlilerin yabancıları uzaklaştırmak için uydurduğu altınla kaplı kral eldorado efsanesi de bu sırada doğup yayıldı. gonzalo pizarro'dan sir walter raleigh'e birçokları, ona ulaşabilmek için ormanları, amazon ve orinoco ırmakları'nı nafile aşacaklardı. "gümüş kaynayan tepe" hayali, 1545'te potosi'nin keşfiyle gerçek olacaktı. fakat daha önceleri bu amaçla çeşitli seferler düzenlenmişti. özellikle parana ırmağı'nın kaynaklarına yönelikti bu seferler. ama bütün bu seferlere katılanlar ya açlık ve hastalıktan ya da yerlilerin oklarına sürdükleri zehirden yarı yolda telef olup gittiler.
evet; meksika ve and yaylalarının derinliklerinde yığılı büyük miktarda altın ve gümüş vardı. 1519'da hernan cortes, aztek hükümdarı montezuma'nın dillere destan hazinesini ortaya çıkardı. 15 yıl sonra da francisco pizarro, inka kralı atahualpa'yı boğdurmadan önce fidye olarak aldığı bir koca oda dolusu altınla iki oda dolusu gümüşü yollayacaktı sevilla'ya. 40 yıl kadar önce de saray, ilk yolculuğunda kristof kolomb'a eşlik eden denizcilerin hizmet tutarlarını antiller'den koparılıp alınmış altınlarla karşılamıştı. işin sonunda karayip adaları, ispanyollara haraç ödemeyi tamamen bıraktı; çünkü ortadan kalktılar. gerçekten de, yerlilerin bir kısmı vücutları yarı bellerine dek çamur içinde, yıkama havuzlarında altınlı kumları çalkalamakla uğraşırken, bir kısmı da ispanya'dan getirilen ağır tarım araçları altında tarlalarda iki büklüm, yorgunluktan ölene dek çalışacaklardı. daha da anlamlısı, dominik'teki birçok yerli, beyaz efendilerinin kendilerine dayattığı yazgıyı sezip önce davranarak hem çocuklarını öldürüyor hem de yığınlar halinde intihar ediyorlardı. resmi tarihçi fernandez de oviedo, antillilerin bu korkunç kıyımını şöyle anlatıyor: "çoğu, neredeyse sırf eğlence olsun diye, artık çalışmamak için zehirlediler kendi kendilerini; çoğu kendi elleriyle kendilerini astı."
1494'te imzalanan tordesillas antlaşması, portekizlilere papa tarafından çizilmiş olan ayrım çizgisinin ötesinde kalan amerikan topraklarını işgal hakkını tanıyordu. nitekim 1530'da martim alfonso de sousa bu antlaşmaya dayanarak brezilya'daki fransızları sürüp çıkardıktan sonra ilk portekiz yerleşim merkezlerini kuracaktı. gene aynı dönemde ispanyollar da, korkunç ormanları ve muazzam zorlu çölleri aşarak, keşif ve fetihlerini elle tutulur şekilde ilerletmiş bulunuyorlardı. 1513'te büyük okyanus'un ışıltılı suları vasco nunez de balboa'nın gözlerinin önünde serili duruyordu. 1522 sonbaharında, tarihte ilk kez iki okyanusu birbirine bağlamış ve yeryüzünün yuvarlaklığını tam bir tur yaparak ispatlamış olan magellan seferinden arta kalan 18 kişi ispanya'ya dönmekteydi. 3 yıl önce hernan cortes'in 10 gemisi küba'dan ayrılmış ve meksika'ya doğru yelken açmıştı. 1523'te pedro de alvarado orta amerika'yı fethe girişiyordu. 1533'te francisco pizarro, ezici bir zaferden sonra cuzco'ya girmekte ve böylece inka imparatorluğu'nun kalbini ele geçirmekteydi. 1540'ta pedro de valdivia, atacama çölü'nü aşarak bugünkü şili'nin başkenti santiago'yu kuruyordu. daha kuzeyde ise chaco'ya dalmıştı fatihler ve peru'dan dünyanın en büyük ırmağının denize döküldüğü yere kadar uzanan bütün yeni dünya topraklarını egemenlikleri altına almış bulunuyorlardı.
astronomundan yamyamına, mühendisinden taş devrini yaşayan vahşisine kadar her türden insan vardı karşılaştıkları yerliler arasında. buna karşılık yerli uygarlıkların hiçbiri demiri ya da sabanı, camı ya da barutu bulabilmiş değildi; tekerlek de kullanmıyorlardı. denizin öte yanından gelip bu topraklara çullanan uygarlıksa, yaratıcı rönesans patlamasını yaşamaktaydı: bir keşiften çok bir icada benziyordu amerika; tıpkı barut, baskı makinesi, kağıt ve pusula gibi, yeni çağ'ın çalkantılı doğuşuna katkıda bulunacak olan yeni bir icat. iki dünya arasındaki gelişim eşitsizliği, yerli uygarlıkların görece kolaylıkla boyun eğişini açıklamaya yeterlidir. hernan cortes, veracruz'a ayak bastığı vakit yanında sadece 100 denizci ve 508 asker bulunmaktaydı; emrinde de 16 at, 32 kundaklı yay, 10 tunç top ve çok sınırlı sayıda arkebüz, alaybozan ve tabanca vardı savaşta kullanmak üzere. bu kadarı yetti de arttı bile. oysa aztek uygarlığı'nın başkenti tenochtitlan, o çağda, madrid'den 5 kat daha büyük ve ispanya'nın en önemli kenti olan sevilla'dan 2 kat daha kalabalıktı. öte yanda francisco pizarro, 180 asker ve 37 atla girmişti cajamarca'ya.
yerlilerin başlangıçta bozguna uğramasında rol oynayan belli başlı etkenlerden biri de şaşkınlık olmuştur. imparator montezuma'nın sarayına ulaşan ilk haber şuydu: "denizin üzerinde ağır ağır ilerleyen kocaman bir tepe var." çok geçmeden başka birtakım bilgiler gelmeye başladı. bir yazar şöyle anlatıyor durumu: "topun nasıl patladığını, nasıl gürüldediğini, gümbürtüsünün nasıl yankılanarak insanı sağır edip bayılttığını kendisine söylediklerinde dehşete kapıldı imparator. hele bu gümbürtüyle birlikte topun ağzından kocaman bir yuvarlak taşın fırlayıp da ortalığa ateş saçtığını işitince, gözleri yuvalarından dışarı uğradı. 'yabancılar' onları damların hizasında taşıyan geyiklere binmiş geliyordu. vücutları baştan ayağa sarılıydı: sadece yüzleri görülmekte. ve kireç gibi bembeyaz yüzleri. saçları sapsarı. sadece içlerinden bazıları siyah saçlı. ve hemen hepsi uzun sakallı." montezuma, daha bir süre önce tam 8 kahinin döneceğini haber vermiş olduğu tanrı quetzalcoatl'ın yeryüzüne indiğini sanmıştı. avcıları bir kuş getirmişti imparatora. kuşun başında ayna biçiminde bir taç vardı; bu aynada da, içinde batan güneşin ışıldadığı gökyüzü yansıyordu. gene bu aynada, savaşçı birliklerin meksika üzerine yürüdüğünü görmüştü imparator. tanrı quetzalcoatl, doğudan gelmiş ve gene doğudan gitmişti. beyaz tenli ve sakallıydı. inkaların erdişi tanrısı viracocha da beyaz tenli ve sakallıydı. ve doğu, aynı zamanda, mayaların kahraman atalarının da beşiğiydi.
halklarıyla hesaplaşmaya gelen intikama susamış tanrıların sırtında parlak zırhlar vardı ve bu zırhlar, onlara atılan okları da, taşları da etkisiz kılıyordu. silahları öldürücü ışınlar saçıyor ve havayı ciğerleri boğucu bir dumanla karartıyordu. bununla da bitmiyordu iş: fetihçiler, büyük bir incelik ve isabetle, ihanet ve entrika tekniklerini de kullanmaktaydılar. nitekim montezuma'ya karşı tlaxcalalılarla bu sayede ittifak kurdular ve gene bu sayede, inka imparatorluğu'nun iki düşman kardeş olan huscar'la atahualpa arasında bölünmüşlüğünden haince yararlandılar. türlü cinayetlerle yerli yöneticileri devirdikten sonra da rahipler, yüksek görevliler, kumandanlar gibi egemen ara kastlardan kendilerine suç ortakları buldular. ayrıca başka birtakım silahları da seferber ettiler. daha doğrusu başka birtakım etkenler, istilacıların zaferinde nesnel açıdan belirleyici bir rol oynadı. bunların en başında da atlarla virüsler geliyordu.
tıpkı develer gibi, atlar da amerika kökenliydi; ama soyları tükenmişti amerika'da. avrupa'ya araplar tarafından getirilen bu hayvanlar, askeri ve ekonomik alanlarda büyük hizmet görmüşlerdi. amerika'da ise şaşkına dönen yerlilerin istilacılara büyüsel erkler atfetmelerine yol açtılar. nitekim ilk ispanyol askerlerinin tüy ve çıngıraklarla donanmış atlar üzerinde ortalığı toza dumana katarak büyük bir hız ve korkunç bir gürültüyle ilerlediğini gören atahualpa sırtüstü yere devrilecekti dehşetten. mayaların torunlarını yöneten tecum, mızrağıyla pedro de alvarado'nun kendisine değil de atına saldırdığı vakit, hayvanın, karşısındaki adamın vücudunun bir parçası olduğu inancındaydı. işte bu yüzdendir ki, saldırı sonucu attan düşen alvarado, hemen doğrulup tecum'u öldürmekte güçlük çekmedi. savaş koşumlarıyla donanmış birkaç at, yerlileri çil yavrusu gibi dağıtmakta, dehşet ve ölüm saçmaktaydı. sömürgeleştirme sürecinin ilk evrelerinde, papazlar ve misyonerler, atları kutsal kökenli hayvanlar olarak tanıttılar yerlilere. ispanya'nın koruyucusu aziz yakup'un, beyaz bir tay üzerinde ve tanrı'nın sürekli yardımıyla, gerek mağribilere, gerekse yahudilere karşı bir dizi parlak zafer kazandığını söylüyorlardı.
ama avrupalıların, atlardan da etkili bir müttefikleri vardı: bakterilerle virüsler. gerçekten de fatihler, tevrat'taki afetleri andıran bir korkunçluk içinde, çiçek ve tetanoz, çeşitli ciğer ve bağırsak hastalıklarıyla zührevi hastalıklar, trahom, tifüs, cüzzam, sarıhumma ve ağzı kokutan diş çürüğünü getirdiler beraberlerinde. ilkin çiçek hastalığı ortaya çıktı: bu, insanı ateşten kavuran ve etleri yarıp dağıtan bilinmedik ve iğrenç salgın, doğaüstü bir ceza değil de neydi? bir yerli tanık şöyle anlatıyor: "gidip tlaxcala'ya yerleştiler. hastalık o zaman yayıldı. şiddetli öksürük ve alev alev yanan çıbanlar." bir başka görgü tanığı da ekliyor: "birçoğu bu yapışkan, bulaşıcı ve geçmek nedir bilmeyen kabarcık hastalığından ölüp gitti." sinekler gibi ölüyordu yerliler: organizmalarının bu yeni hastalıklara karşı hiçbir direnme gücü yoktu. ölümden kurtulanlarsa sakat kalıyor ve hiçbir işe yaramıyorlardı. brezilyalı antropolog darcy ribeiro, amerika, avustralya ve okyanusya'daki yerli halkın yarıdan fazlasının, beyazlarla daha ilk temas sonucu bulaşıcı hastalıklara yakalanıp öldüğünü ileri sürüyor.