iain banks
küçük esmaralda'yı öldürdüm; çünkü kendime ve dünyaya borçluydum bunu. iki erkek çocuğu öldürmekle kadınları istatistiki açıdan kayırmıştım. inançlarım doğrultusunda hareket ettiğimi kanıtlamak istiyorsam, diye düşündüm kendi kendime, az da olsa dengeyi sağlamak zorundayım. kuzenim en kolay ve en rahat ulaşabileceğim hedefti.
yine, ona karşı hiçbir garezim yoktu. çocuklar gerçekten insan sayılmazlar; çünkü küçük kadınlar ve erkekler olmaktan ziyade zamanla bunlardan biri haline gelecek apayrı bir türdürler. özellikle de toplumun ve ailelerinin sinsi ve şeytani etkisi altına henüz girmiş olan küçük çocuklar cinsiyetsizce açık ve bu yüzden de çok sevilesi yaratıklardır. esmaralda'yı severdim (adının onca tumturaklı olmasına rağmen hem de) ve kalmaya geldiğimde onunla durmadan oyun oynardım. harmsworth ve morag stove'un, yani babamın ilk evliliği vasıtasıyla üvey dayım ve yengemin kızlarıydı; üç yaşından beş yaşına kadar eric'e onlar bakmışlardı. bazen yazı geçirmek için belfast'tan kalkıp giderlerdi; babam harmsworth'le iyi anlaşırdı, ben de esmaralda'ya baktığımdan burada güzel ve rahat bir tatil geçirirlerdi. küçük paul'ü hayatının baharında haklamamın üzerinden topu topu bir yıl geçmiş olduğu için bayan stove o yaz kızını bana emanet etmekten pek hoşnut değildi; ama 9 yaşında, gayet mutlu ve uyumlu, sorumluluklarımın bilincinde ve düzgün konuşan bir çocuktum ve lafı geçtiğinde kardeşimin başına gelen felaketten son derece üzgünmüş gibi görünüyordum. sanırım vicdanımın kesinlikle rahat oluşu büyükleri benim tamamıyla suçsuz olduğuma inandırmıştı. hatta yanlış sebeplerden kendimi suçlu hissediyormuşum gibi davranarak ikili blöf yapıyordum; büyükler de paul'ü zamanında uyaramadığım için kendimi suçlamamam gerektiğini söylüyorlardı. zekama diyecek yoktu.
esmaralda'yla ailesi tatile gelmeden çok önce onu öldürmeye karar vermiştim bile. eric bir okul gezisine gitmişti, yani esmaralda ve ben yalnız olacaktık. paul'ün ölümünden bu kadar kısa bir süre sonra bu çok riskli olacaktı; ama dengeyi sağlamak için bir şeyler yapmam lazımdı. bunu çok derinlerde, iliklerimde hissediyordum; ama mecburdum. kaşıntı gibi bir şeydi, karşı koymam mümkün değildi, porteneil'de kaldırımda yürürken ayaklarımdan birinin kaldırıma sürtmesi gibi bir şeydi. kendimi iyi hissedebilmek için diğer ayağımı da aynı güçle kaldırıma sürtmem gerekir. kollarımdan biri duvara ya da elektrik direğine değse yine öyle hissederim; hemen ötekini de değdirmem gerekir ya da en azından elimle dokunmam. işte bu tür şeyler yaparak dengeyi korumaya çalışırım; ama nedendir bilmem. sadece yapılması gereken bir şeydi; aynı şekilde bir kadını haklamam gerekiyordu, öteki kefeye de ağırlık koymalıydım.
o yıl uçurtma yapmakla bozmuştum. 1973 yılıydı sanırım. uçurtma yapmak için envai çeşit malzeme kullanıyordum: kamıştan, tahtadan, madeni askılar, alüminyum çadır direkleri, kağıt ve naylon kap kağıtları, çöp torbaları, çarşaflar, ip, naylon sicim, kayış parçaları, kopçalar, halat parçaları, elastik bantlar, teller, raptiyeler, vidalar, çiviler ve model yatlardan ve türlü oyuncaklardan araklanmış çeşitli parçalar. iki kollu ve kilitli bir vinç yapmıştım, makarasına yarım kilometrelik ip sarılabiliyordu; uçurtmalar için çeşit çeşit kuyruklar yapmıştım, düzinelerce büyüklü küçüklü uçurtma, birkaç tane de akrobat. onları barakaya koymuştum, koleksiyon fazlaca büyüyünce bisikletleri dışarı, saçağın altına çıkarmam gerekti.
o yaz küçük esmaralda'yı habire uçurtma uçurmaya götürüyordum. onun eline tek ipli basit bir uçurtma tutuşturup ben akrobatımla oynamaya girişiyordum. benimkini onun uçurtmasının etrafında döndürüyor ya da kendim bir kum tepesine çıkıp kumlara doğru dalış yaptırıyordum, uçurtmayı önceden yapmış olduğum yüksek kum kulelerinin üzerine indiriyor, sonra birden ipini çekip yıkılan kum kulesinin havaya saçılan kumlarını izliyordum. ama bu denemeler uzun sürmüştü, bir iki kere de yere çakılmıştı; hatta bir keresinde bir barajı yıkmayı bile başarmıştım. uçurtmayı dalışa geçirirken öyle bir açı veriyordum ki her seferinde baraj duvarının üzerine bir köşesiyle çarpıyordu, böylece ağır ağır duvarın üzerinde bir çentik oluşturdu ve su kumun üzerinden akmaya başladı, sonra da kısa zamanda barajı aşıp aşağıdaki kum-evli köyü yerle bir etti.
sonra günün birinde kum tepesinin üzerinde durmuş, uçurtmayı çeken rüzgara karşı direniyordum, ipi sıkı sıkıya kavrıyor, çekiyor, tartıyor, ayarlamalar yapıyor ve sarıyordum ki o sardığım ip birdenbire esmaralda'nın boynuna dolanmış gibi hissettim, fikir ortaya çıkmıştı işte. uçurtmaları kullan.
sanki aklımda uçurtmayı yönlendiren sürekli çekimden başka hiçbir şey yokmuşçasına sükunetle bu fikri düşündüm ve oldukça mantıklı buldum. düşündükçe fikir kendiliğinden şekil aldı, adeta tomurcuklar verip kuzenimin sonunu belirleyecek noktaya kadar tırmandı. hatırlıyorum da bir sırıtma yayıldı yüzüme o zaman ve akrobatı hızla otların ve suyun üzerine doğru indirmeye başladım, kumun ve dalgaların üzerine, rüzgara karşı şöyle bir çektim ipini ki elindeki gökyüzüne bağlı ipi durmadan çekiştirip durarak kum tepesinin üzerinde oturan kıza çarpmadan önce iyice hız kazansın. dönüp güldü, sonra bir kahkaha attı, gözleri yaz güneşinde şaşı olmuştu. ben de kahkaha attım, hem yukarılardaki hem de beynimin derinliklerindeki o şeyleri eşit ölçüde kontrolüm altında tutuyordum.
kocaman bir uçurtma yaptım.
o kadar büyüktü ki barakaya bile sığmadı. bir kısmını uzun zaman önce tavanarasında bir kısmını da kasaba çöplüğünde bulduğum alüminyum çadır direklerinden yaptım onu. ilk başta siyah naylon torbalarla kapladım, sonra değiştirip yine tavanarasından bulduğum çadır bezini kullandım.
kalın, portakal rengi bir misina kullandım uçurtma ipi olarak, onu da bir pantolon askısıyla iyice sağlamladığım vinç makarasına sardım. uçurtmanın kuyruğu bükülmüş dergi sayfalarından oluşuyordu; silah ve mühimmat dergisi, o zamanlar düzenli olarak alırdım. kırmızı boyayla tentenin üzerine bir köpek kafası resmetmiştim, o zamanlar köpek burcundan olmadığımı bilmiyordum daha. babam yıllar önce o sırada gökyüzünde sirius olduğu için köpek burcundan olduğumu söylemişti. her neyse, sadece bir simgeydi işte.
bir sabah erkenden, güneş bile doğmadan, herkes uykudayken dışarı çıktım. barakaya gidip uçurtmayı aldım, kum tepelerinin üzerinden bir süre yürüyüp onu kurdum, yere bir çadır çivisi çaktım, misinayı ona bağladım, sonra ipini kısa tutarak uçurtmayı bir süre uçurdum. hafif bir rüzgar olduğu halde beni epeyce zorlayıp terletmişti, ellerim de giydiğim iş eldivenlerine rağmen yanmaya başlamıştı. uçurtmanın bu işi halledeceğine karar vererek aşağı çektim.
ikindi vakti biraz daha hızlanmış olan rüzgar adadan kuzey denizi'ne doğru esmekteyken esmaralda'yla ben her zamanki gibi dışarı çıktık ve uçurtmayı almak için barakaya uğradık. onu taşımama yardım etti; misinayı ve vinci küçük düz göğsüne bastırmış, aletin kilidini şıklatıyordu, sonunda evden epeyce uzakta bir yere vardık. norveç ya da danimarka'ya yüzünü dönmüş yüksek bir kum tepesiydi, otlar kaşlara dökülmüş saçlar gibi kuzeyi işaret ediyordu.
ben duruma uygun gayet ciddi bir tavırla ağır ağır uçurtmayı bir araya getirirken esmaralda çiçek topluyordu. yanlış hatırlamıyorsam, kendilerini göstersinler, koparılıp demet yapılmaya razı olsunlar diye çiçekleri kandırmak için onlarla konuşuyordu. o yürürken, çömelir, emekler ve konuşurken rüzgar sarı saçlarını uçuruyor, ben de uçurtmayı kuruyordum.
sonunda uçurtma bitmiş, bütün parçaları birbirine takılmış bir halde çökmüş bir çadır gibi otların üzerine serilmişti, yeşil üstüne yeşil. rüzgar içine doluyor, onu kımıldatıyordu; dalgalanırken çıkardığı sesler ona canlıymış gibi bir hava veriyordu, köpeğin suratı asıktı. portakal rengi misinayı alıp gerekli düğümleri attım.
esmaralda'yı çağırdım. elinde bir tomar küçük çiçek vardı, adlarını unuttuğu ya da hiç öğrenmemiş olduğu için yeni isimler uydurarak hepsini bana tek tek tanıtırken sabırla bekledim. bana verdiği papatyayı nezaketle alıp ceketimin sol cebinin iliğine taktım. ona yeni uçurtmayı bitirdiğimi, onu rüzgarda denemek için bana yardımcı olabileceğini söyledim; ama tabi kontrol bende olacaktı. çiçekleri de elinden bırakmak istemiyordu, ben de bunun mümkün olduğunu söyledim.
esmaralda uçurtmanın büyüklüğünü ve üzerindeki vahşi köpek resmini görünce küçük çığlıklar atmaya başladı. uçurtma, rüzgarın kırıştırdığı otların üzerinde sabırsız bir mantabalığı gibi yatıyordu kanatlarını ağır ağır kımıldatarak. ana kontrol iplerini esmaralda'ya verip onları nasıl ve nereden tutacağını gösterdim. bileklerine geçirmesi için birkaç ilmek attığımı söyledim ona, böylece ipi elinden kaçırmayacaktı. ellerini düğümlenmiş misinanın arasına soktu, bir eliyle sımsıkı ipi, ötekiyle ise rengarenk çiçekleri ve diğer ipi tutuyordu. ben kendi payıma düşen ipleri toparlayıp uçurtmanın öte tarafına geçtim. esmaralda yerinde zıplıyor, bana uçurtmayı bir an önce uçurtmamı söylüyordu. etrafa son kez baktıktan sonra içine rüzgar dolsun diye uçurtmanın başını hafifçe kaldırdım. hemen kuzenimin arkasına koştum, bu sırada uçurtmayla arasında gevşek duran ip de gerilmişti.
uçurtma vahşi bir şey gibi, kuyruğunu yırtılan mukavvaya benzer bir sesle sallayarak göğe yükseldi. silkinip havada bir çatırtı çıkardı. kuyruğunu kesip attı ve içi boş kemiklerini esnetti. esmaralda'nın arkasına geçip küçük çilli bileklerinin hemen altından ipi tuttum, uçurtmanın asılmasını bekliyordum. ipler gerildi ve uçurtma asıldı. dengemi kaybetmemek için topuklarımı toprağa gömmem gerekti. esmaralda'ya çarptım, bağırdı. ilk vahşi savrulmada misinanın gerilmesiyle ipleri bırakmıştı, ben üzerimizdeki göklerin gücünü denetim altına almaya çabalarken o da durmuş bana ve gökyüzüne bakıyordu. çiçekleri hala bırakmamıştı, iplere attığım ilmekler kollarını bir kukla gibi indirip kaldırıyordu. vinç göğsüme dayalıydı, ellerimle arasında gevşek bir bölüm vardı. esmaralda son kez kıkırdayarak bana baktı, ben de güldüm. sonra ipleri bıraktım.
vinç ensesine çarpınca bir çığlık attı. sonra ipin çekmesi ve ilmeklerin bileklerini iyice kavramasıyla ayakları yerden kesildi. sırtüstü yuvarlandım, hem bir gören varsa manzaranın daha inandırıcı olmadı için hem de vinci bıraktığımda dengemi kaybettiğimden. esmaralda'nın sonsuza kadar bir daha ayak basmayacağı toprağa yuvarlandım. uçurtma dalgalanıyor, savruluyordu, kızı vinçle birlikte yerden kaldırıp havaya çekti. sırtüstü yattığım yerden bir an olanları izledim, sonra kalktım ve sırf onu yakalayamayacağımı bildiğimden olabildiğince hızlı peşinden koştum. bütün gücüyle haykırıyor, bacaklarını sallıyordu; ama bileklerine dolanmış acımasız misina ilmekleri onu bırakmıyordu, uçurtma rüzgarın dişleri arasındaydı, zaten onu yakalamayı gerçekten istemiş olsam bile çoktan yetişemeyeceğim kadar uzaklaşmıştı.
koştum koştum, kendimi bir kum tepesinin üzerinden atıp denize doğru yuvarlandım, uçurtmanın çektiği, çırpınan küçük gövde gitgide daha uzaklara sürükleniyordu. rüzgarın sürüklediği çığlıklarını hayal meyal duyabiliyordum. kumların, kayaların üzerinden denize açıldı, ben tepinen ayaklarının altında sallanan vinci seyrederek soluk soluğa altında koşuyordum. elbisesini rüzgar şişiriyordu.
o habire yükselirken ben de koşmayı sürdürüyordum, rüzgar ve uçurtma beni çoktan geride bırakmıştı. denizin kenarındaki su birikintilerinin içinden geçtim, sonra dizlerime kadar denize girdim. tam o sırada, ilk başta tek bir şey gibi görünen; ama sonra dağılan bir şey düştü ondan aşağı. ilk başta korkudan altına işediğini düşündüm, sonra tuhaf bir yağmur gibi gökyüzünden yuvarlanıp biraz ötemde suya çarpan çiçekleri gördüm. sığ sularda onlara ulaşana kadar kulaç atıp bulabildiklerimi topladım, başımı hasadımdan kaldırdığımda esmaralda ve uçurtma kuzey denizi'ne yönelmişlerdi. rüzgar dinmezse şu kahrolası denizi aşıp karaya ayak basabileceği geçti aklımdan; ama öyle bile olsa elimden geleni yaptığımdan şerefimi kurtarmış sayılırdım.
iyice küçülene kadar seyrettim onu, sonra dönüp karaya çıktım.
dört yıl içinde benim hemen yanıbaşımda meydana gelen üç ölümün şüphe uyandıracağını bildiğimden tepkimi dikkatle planlamıştım bile. hemen eve koşmak yerine kum tepelerine dönüp elimde çiçeklerle oturdum. kendi kendime şarkılar söyledim, hikayeler anlattım, acıktım, biraz kumlarda yuvarlandım, biraz kumu gözlerime sürdüm ve kendimi küçük bir çocuğun asla içinde bulunamayacağı korkunç bir ruh haline sokmaya çalıştım. akşamüzeri genç bir orman işçisi beni bulduğunda hala orada oturmuş denize bakıyordum.
babam ve akrabalarımız bizi merak edip bulamayınca polise haber vermişler. diggs de bir arama ekibi kurmuştu, adam da onlardan biriydi. adam kum tepelerinin üzerinde ıslık çalarak ve otların arasını bir sopayla karıştırarak dolanıyordu.
onu görmezlikten geldim. denize bakarak titremeyi ve çiçekleri elimde sımsıkı tutmayı sürdürdüm. babam ve diggs, adam kum tepelerini arayan insanlarla haber gönderdikten çok sonra geldiler; ama o ikisine de hiç aldırmadım. bir süre sonra etrafımda düzinelerce insan birikmişti, bana bakıyor, sorular soruyor, saatlerine göz atıp etrafı kolaçan ediyorlardı. yeniden yan yana sıralanıp esmaralda'yı aramaya koyuldular, bu arada ben eve taşındım. bana çorba içirmeye çalıştılar; açlıktan ölüyordum; ama hiç aldırmadım, bana sordukları sorulara donuk bir bakış ve sessizlikle karşılık veriyordum. dayım ve yengem yüzleri kıpkırmızı, gözleri ıslak beni sarsıyorlardı; ama hiç aldırmıyordum. sonunda babam beni yukarı odama çıkarıp üzerimdekileri çıkardı ve yatağa yatırdı.
bütün gece beni hiç yalnız bırakmadılar, yanımda babam, diggs ya da her kim varsa, bir süre sessizce yatıp uyuma taklidi yaparak sonra da bütün gücümle bağırıp kendimi yataktan atarak ve yerde tepinerek, hem onu hem kendimi uyutmadım. her seferinde tekrar uyumuş gibi yapıyor, sonra yine çıldırıyordum. birisi benimle konuşmaya kalksa titreyerek yatakta yatıyor, sağır ve dilsiz onlara bakıyordum.
şafak vakti arama ekibi esmaraldasız dönene kadar uyanık durdum, sonra kendimi bıraktım.
kendimi toparlamam bir hafta sürdü, hayatımın en güzel haftalarından biriydi. eric okul gezisinden geri döndü, ben de o döndükten kısa bir süre sonra konuşmaya başladım; ilk başta saçma sapan şeyler, sonra olup bitenlerle ilgili kopuk kopuk ipuçları, bunları hep çığlıklar ve donma takip ediyordu.
hafta ortasında diggs'in babamın beni kendinden başka kimsenin muayene etmesine izin vermemekte gösterdiği ısrarı kırmasıyla dr. maclennan'ın beni görmesine izin verildi. yine de babam şüpheyle odada kaldı, muayenenin belli sınırları aşmamasına özen gösteriyordu; doktorun bütün vücudumu kontrol etmesine izin vermemesi hoşuma gitmişti, ben de biraz daha açıldım.
hafta sonunda hala ara sıra sahte bir kabus görüyor, ikide bir sessizleşip titremeye başlıyordum; ama az da olsa yemek yemeye ve birçok soruya memnuniyetle cevap vermeye başlamıştım. esmaralda ve başına gelenler hakkında konuşmak hala küçük nöbetlere, çığlıklara ve kısa süreli kapanmalara neden oluyordu; ama babamın ve diggs'in sabırlı, uzun sorgulaması sonunda düşünmelerini istediğim şekilde anlattım olayı: büyük bir uçurtma, esmaralda iplere dolanıyor, umutsuzca koşuyorum; sonrası boşluk.
lanetlenmiş olduğumdan korktuğumu, yakınımdakilere ölüm ve felaket getirdiğimi, aynı zamanda insanların esmaralda'yı benim öldürdüğümü düşüneceklerini sandığımdan hapse atılmaktan korktuğumu anlattım onlara. ağlayarak babama hatta diggs'e bile sarıldım, üniformasının sert, mavi kuşamının kokusu doldu burnuma, adeta içten içe eriyip bana inandığını hissettim. ondan barakaya gidip oradaki bütün uçurtmalarımı yakmasını rica ettim, o da şimdi uçurtma yangını oyuğu adını taşıyan bir oyukta onları yaktı. uçurtmalara üzülmüştüm ve rolümün gerçekçiliği uğruna artık bir daha elime hiç uçurtma almamam gerektiğinin farkındaydım; ama değmişti. esmaralda hiç ortaya çıkmadı; diggs'in balıkçılar ve petrol platformlarından aldığı bilgiler onu en son benim gördüğümü gösteriyordu.
böylece hem sayıyı dengelemiş hem de güç olmasına rağmen muhteşem bir rol kesme haftası yaşamıştım. beni eve getirdiklerinde hala elimde tuttuğum çiçekler parmaklarımın arasından zorla çıkarılıp bir torba içinde buzdolabının üzerine konmuştu. onları iki hafta sonra orada bulduğumda kurumuş ve unutulmuşlardı. bir gece onları tavanarasındaki tapınağa çıkardım ve küçük bir cam şişeye atılmış selobant parçalarına benzeyen küçük, kahverengi, kurumuş bitkileri bugüne kadar sakladım. bazen kuzenimin sonunun nerede geldiğini merak ediyorum; denizin dibinde belki ya da kayalık ve ıssız bir kumsalda ya da yüksek bir dağın tepesinde martılara ve kartallara yem..
onun havada, dev uçurtma tarafından sürüklenirken öldüğünü düşünmek daha çok hoşuma giderdi, gitgide yükselerek dünyanın çevresinde dönerken açlıktan ve oksijensizlikten ölüyordu ve iyice hafifleyip gezegenin jetrüzgarlarında dolaşan incecik bir iskelete dönüşüyordu; bir tür uçan hollandalı. ama gerçeğin böyle romantik bir görüntüyle alakası olduğunu sanmıyorum.