alain: umut etmek mutluluktur.
çehov: namuslu, dürüst insanların ne kadar az olduğunu anlamak için herhangi bir iş yapmaya kalkışmak yeter.
montesquieu: azgelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadır.
fernando pessoa: en yücelerimizin tek üstünlüğü, her şeyin boş ve kaypak olduğunu daha iyi biliyor olmalarıdır.
henry miller: insanların günah ve suç dedikleri şeylerin hiçbir son anlamı yoktur.
johannes mario simmel: öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanların davranışlarında insanlıktan eser yok.
la rochefoucauld: öyle kusurlar vardır ki, iyi kullanıldılar mı erdemden de fazla parlar.
michel tournier: insanlar böyledir işte: sevdiklerine ve gurur duyduklarına nefret ettiklerinden ya da hor gördüklerinden daha çok acı çektirmenin bir yolunu bulurlar.
paul auster: kapitalist dünya insanların değil, nesnelerin dünyasıdır.
sandor marai: insanlar hiçbir şeye, menfaat gütmeyen bir arkadaşlığa duydukları kadar büyük bir özlem duymazlar.
thomas bernhard: yaşam, insanın kim olursa olsun ve ne yaparsa yapsın yitirdiği bir davadır.
sevan nişanyan: terk edip gitmenin özgürlüğüyle sarhoş olan birini kavgada yenemezsin. seni sıfırlar geçer. sırf zevki için kavgayı tırmandırır, tahmin bile edemeyeceğin seviyelere taşır. kırılırsın.
29.06.2013
28.06.2013
kader
seneca
insanların yaşamlarını
rastgele yönetiyor kader
dağıtıyor armağanlarını eliyle, körlemesine
hep kötüleri gözetiyor
masumları ise eziyor, rezil bir istekle
kraliyet sarayını ele geçirmiş sahtekarlık, hüküm sürüyor
aşağılık halk ülkesini baltacılara teslim etmiş, keyif çatıyor
onlara hizmet ediyor, bir yandan da nefret ediyor
hırçındır erdem
olmadık armağanlar kazanır hep dürüstlükten
masumların başına musallat olur amansız yoksulluk
ırz düşmanı iktidara oturur, rezilce hüküm sürer
ah, değersiz utanç, ah sahte onur
ne felaketler pahasına döner şu kaderin tekeri
27.06.2013
bir diktatörün gözyaşları
zülfü livaneli
bir orta çağ zindanına benzeyen ve kararmış taşlarıyla, uzaktan görünen ege denizi'ne hiç yakışmayan bir kale. demir parmaklıklı hücrede yatan yaşlı adam ege'yi göremiyor. sadece dalga seslerini dinliyor ve yıllardır yattığı bu hücrede her gün yakınıyor:
"tanrım beni niçin türk olarak yaratmadın?"
bu kale yunanistan'da. hücrede kaderine lanet okuyan yaşlı adam ise papadopulos: 1967'deki ihtilal lideri, yunan cuntasının başı.
ihtiyar ve yorgun kafasını, 17 senedir yattığı hücrenin taş duvarlarına vurarak parçalamak istiyor. çünkü içinde isyan duyguları kabarmakta:
"zeus'un bütün yıldırımları yunanistan'ın, ellada'nın üstüne yağsın. neden türk olarak yaratmadın beni?
17 senedir sürdürdüğü hücre hapsinin yavaş yavaş çürüttüğü bu ihtiyar asker, ege denizi'ni göremiyor ama aynı denizi bir başka ihtilal liderinin keyifle seyretmekte olduğunu biliyor. hem de "cafe turkiko"sunu höpürdeterek. ve dahi yazlık hasır şapkası ve bastonuyla çıktığı yürüyüşlerde yolu kesilip akın akın gelen halk yığınları tarafından eli öpülerek.
papadopulos'un yaşlı yüreği bu adaletsizliğe dayanamayıp çatlayıverecek bugünlerde. yalnız o mu? general galtieri de arjantin'de kıskançlıktan aklını oynatacaktı. diğerleri de. portekiz'de salazar'ın ruhu cehennem ateşleri içinde kıvranmakta. münkir, nekir topuzunu indirdikçe "yani benim bütün suçum türk olmamak mı?" diye inlemekte ki, neredeyse zebaniler bile rikkate gelip kanlı yaş dökecekler. ya yerin dibine batırılan franco? bu ispanyol generalin günahı neydi? ne istediler adamcağızın anısından? hele mussolini'ye ne demeli? ne vardı adamcağızı bacağından asacak? alt tarafı o da herkes gibi birazcık diktatörlük yapmış, biraz "vatan kurtarıcılık" oynamıştı. bunda bu kadar kızacak ne vardı canım!
anlı şanlı komutanlar pek de haksız değiller yakınmalarında. bütün bu diktatörler, ihtilal liderleri türk olsalardı, başlarına bunların hiçbiri gelmeyecekti. bir sahil kasabasında yaptırdıkları güzel köşklerinde asude bir hayat süreceklerdi. o kasabanın halkı ve yerli turistler, bu ihtilal liderinin elini öpmek için karakola başvuracak ve oradan aldıkları izinle cumartesi günleri, evinin önünde kuyruk oluşturacaklardı. okul çağındaki çocuklarını, "büyük adam"ı görmesi için kuyrukta bekleten ana babalar, sıra gelip de salya sümük diktatörün ellerine saldırırken, kendilerine bu mutluluğu bağışlayan yüce tanrı'ya ve yüce lidere minnet duyacaklardı.
eğer bu zavallı diktatörler türk olsalardı, bulvarlara, caddelere adları verilecek ve yunanistan, ispanya, italya, arjantin, almanya, portekiz gibi kendi ülkelerinin özgür ve demokrat basını onlardan saygıyla söz edecek, demeçlerini yayınlayacak, bağlılık bildirecekti. ömür boyu giydikleri üniformalardan kurtulmuş olarak, erkek moda dergilerinde gördükleri birçok kılığı uygulayarak otel, tesis açma törenlerine katılacak ve sevgili yurttaşlarının candan alkışlarıyla mest olacaklardı.
zavallı diktatörcükler!
ihtilal yapmanın meşru ve saygıdeğer olduğu bir ülkeyi seçemediler. şimdi zindanda çile doldurarak, hakaret görerek, heykelleri yıkılarak, mezarlarına tükürülerek acı çeksinler bakalım.
ihtilal dediğin türkiye'de yapılır. başka yerde yaparsan hesabını sorarlar adamdan. at, avrat, silah ve ihtilal tarihten önce de var olan necip türk milletinin yüksek karakterini simgeleyen temel taşlarıdır. bunlarsız olmaz.
peki uygar dünyanın, ihtilalcileri hapseden ülkelerle, onların elini öpen ülkeler arasında gördüğü fark mı? o da ayrı konu. bu işin sonunda, ya ihtilalciler kaybedip halk kazanıyor ya da tam tersi oluyor.
bir orta çağ zindanına benzeyen ve kararmış taşlarıyla, uzaktan görünen ege denizi'ne hiç yakışmayan bir kale. demir parmaklıklı hücrede yatan yaşlı adam ege'yi göremiyor. sadece dalga seslerini dinliyor ve yıllardır yattığı bu hücrede her gün yakınıyor:
"tanrım beni niçin türk olarak yaratmadın?"
bu kale yunanistan'da. hücrede kaderine lanet okuyan yaşlı adam ise papadopulos: 1967'deki ihtilal lideri, yunan cuntasının başı.
ihtiyar ve yorgun kafasını, 17 senedir yattığı hücrenin taş duvarlarına vurarak parçalamak istiyor. çünkü içinde isyan duyguları kabarmakta:
"zeus'un bütün yıldırımları yunanistan'ın, ellada'nın üstüne yağsın. neden türk olarak yaratmadın beni?
17 senedir sürdürdüğü hücre hapsinin yavaş yavaş çürüttüğü bu ihtiyar asker, ege denizi'ni göremiyor ama aynı denizi bir başka ihtilal liderinin keyifle seyretmekte olduğunu biliyor. hem de "cafe turkiko"sunu höpürdeterek. ve dahi yazlık hasır şapkası ve bastonuyla çıktığı yürüyüşlerde yolu kesilip akın akın gelen halk yığınları tarafından eli öpülerek.
papadopulos'un yaşlı yüreği bu adaletsizliğe dayanamayıp çatlayıverecek bugünlerde. yalnız o mu? general galtieri de arjantin'de kıskançlıktan aklını oynatacaktı. diğerleri de. portekiz'de salazar'ın ruhu cehennem ateşleri içinde kıvranmakta. münkir, nekir topuzunu indirdikçe "yani benim bütün suçum türk olmamak mı?" diye inlemekte ki, neredeyse zebaniler bile rikkate gelip kanlı yaş dökecekler. ya yerin dibine batırılan franco? bu ispanyol generalin günahı neydi? ne istediler adamcağızın anısından? hele mussolini'ye ne demeli? ne vardı adamcağızı bacağından asacak? alt tarafı o da herkes gibi birazcık diktatörlük yapmış, biraz "vatan kurtarıcılık" oynamıştı. bunda bu kadar kızacak ne vardı canım!
anlı şanlı komutanlar pek de haksız değiller yakınmalarında. bütün bu diktatörler, ihtilal liderleri türk olsalardı, başlarına bunların hiçbiri gelmeyecekti. bir sahil kasabasında yaptırdıkları güzel köşklerinde asude bir hayat süreceklerdi. o kasabanın halkı ve yerli turistler, bu ihtilal liderinin elini öpmek için karakola başvuracak ve oradan aldıkları izinle cumartesi günleri, evinin önünde kuyruk oluşturacaklardı. okul çağındaki çocuklarını, "büyük adam"ı görmesi için kuyrukta bekleten ana babalar, sıra gelip de salya sümük diktatörün ellerine saldırırken, kendilerine bu mutluluğu bağışlayan yüce tanrı'ya ve yüce lidere minnet duyacaklardı.
eğer bu zavallı diktatörler türk olsalardı, bulvarlara, caddelere adları verilecek ve yunanistan, ispanya, italya, arjantin, almanya, portekiz gibi kendi ülkelerinin özgür ve demokrat basını onlardan saygıyla söz edecek, demeçlerini yayınlayacak, bağlılık bildirecekti. ömür boyu giydikleri üniformalardan kurtulmuş olarak, erkek moda dergilerinde gördükleri birçok kılığı uygulayarak otel, tesis açma törenlerine katılacak ve sevgili yurttaşlarının candan alkışlarıyla mest olacaklardı.
zavallı diktatörcükler!
ihtilal yapmanın meşru ve saygıdeğer olduğu bir ülkeyi seçemediler. şimdi zindanda çile doldurarak, hakaret görerek, heykelleri yıkılarak, mezarlarına tükürülerek acı çeksinler bakalım.
ihtilal dediğin türkiye'de yapılır. başka yerde yaparsan hesabını sorarlar adamdan. at, avrat, silah ve ihtilal tarihten önce de var olan necip türk milletinin yüksek karakterini simgeleyen temel taşlarıdır. bunlarsız olmaz.
peki uygar dünyanın, ihtilalcileri hapseden ülkelerle, onların elini öpen ülkeler arasında gördüğü fark mı? o da ayrı konu. bu işin sonunda, ya ihtilalciler kaybedip halk kazanıyor ya da tam tersi oluyor.
melekler zamanı
iris murdoch
gerçek her zaman bir yerde can acıtır; onu bu denli az tanımamız bu yüzdendir.
dünya baştan sona bir göçmenler kampıdır.
dünyada insanları en mutlu ve özgür kılan şey, başka insanların içeride kapalı olduklarını, acı çektiklerini görmektir.
din denen şeyi içimizden iyice temizleyip atana kadar, şu içinde yaşadığımız "tanrıların alacakaranlığı" gibisinden hava, bir dolu insanın delirmesine yol açacaktır.
değerler görecelidir, mutlak değer diye bir şey yoktur.
ahlaklı insanlar geridir. uyanıp kendi kendilerini anlayamamışlardır.
tanrısız din aslında, kör inan çağının kapanmış olduğunun, yarı bilinçli olarak kavranmasından başka bir şey değildir.
bizim yaşamamız gereken şey inançlarımızın yıkılması değil, arınmasıdır. insan ruhunun birtakım derin gereksinmeleri vardır. maneviyat yeterli gelmez. tanrı'ya yalnızca ahlak düzeninin güvencesi gözüyle bakmak aydınlanma çağının yanılgısıydı. bizim tanrı'ya olan gereksinmemiz maneviyatı aşan bir şeydir.
başkalarının bahtsızlığı insana moral verir.
gerçek her zaman bir yerde can acıtır; onu bu denli az tanımamız bu yüzdendir.
dünya baştan sona bir göçmenler kampıdır.
dünyada insanları en mutlu ve özgür kılan şey, başka insanların içeride kapalı olduklarını, acı çektiklerini görmektir.
din denen şeyi içimizden iyice temizleyip atana kadar, şu içinde yaşadığımız "tanrıların alacakaranlığı" gibisinden hava, bir dolu insanın delirmesine yol açacaktır.
değerler görecelidir, mutlak değer diye bir şey yoktur.
ahlaklı insanlar geridir. uyanıp kendi kendilerini anlayamamışlardır.
tanrısız din aslında, kör inan çağının kapanmış olduğunun, yarı bilinçli olarak kavranmasından başka bir şey değildir.
bizim yaşamamız gereken şey inançlarımızın yıkılması değil, arınmasıdır. insan ruhunun birtakım derin gereksinmeleri vardır. maneviyat yeterli gelmez. tanrı'ya yalnızca ahlak düzeninin güvencesi gözüyle bakmak aydınlanma çağının yanılgısıydı. bizim tanrı'ya olan gereksinmemiz maneviyatı aşan bir şeydir.
başkalarının bahtsızlığı insana moral verir.
26.06.2013
murphy
samuel beckett
kim bu murphy, anladığım kadarıyla onun için aksatıyorsun işlerini, diye haykırdı. nedir? nerelidir? ailesi kimdir? ne yapar? parası var mı? geleceği var mı? geçmişi nasıl? yani neyin nesidir? nesi vardır?
murphy her şeyin bir başka şeyi çağrıştırmasını gerekli gören tanrı'nın sevgili kullarından biriydi.
tutkuların önünde saygıyla eğilirim.
var olmayan bir şeyi arzulayabilirsin ama sevemezsin.
boşluğa konuşamam, en olumlu niteliklerimden biri suskunluktur.
en gözden ırak yerlere ulaşmakla bütünlüğe erişilir.
işler düzelecek beklentisi ortadan kalkınca kötüye gider korkusu da siliniyor. her şey neyse öyle kalıyor.
kaosu berbat eden, yetersiz bir gülmece anlayışından daha kötü ne olabilirdi? başlangıçta cinas vardı. gerisi sonra geldi.
pazardaki insanların arasına karıştığında, "eğer bunlar yaşamlarını kazanırken böyleyseler, ya kaybederken nasıldırlar?" diyordu kendine.
beden kokusu ve gevezelik bir araya geldi mi, derman yoktur.
murphy acıma duygusunu yalnızca kendine saklardı.
dış gerçekliklerden tamamen koptuğu bu dünyaya öylesine bir sevgiyle bağlıydı, bu dünyanın güzellikleri usunda öylesine bir ayrıntızenginliğiyle canlanıyordu ki gerçekten de uzun yaşamayı arzuluyordu. böylece orada uzanıp, cennete ulaşan uzun yokuşu tırmanmadan önce düş kurmaya, gün ışığının zodyakları boyunca ilerleyişini seyretmeye fazlasıyla vakti olacaktı.
böylece murphy her gün, öğle yemeğinde bir fincan çay parası ödeyip, üçkağıtçılığı sayesinde 1.83 çay içerek kar hanesine ilaveler yapıyordu.
akıl onu kaybetmekten korkanlara kene gibi yapışırdı. ya kaybetmeyi umut edenlere?
murphy söylene söylene kuzeye yöneldi, yemeğini yemeye hazırlandı. bisküvileri özenle paketten çıkardı, yüzleri çimene dönük biçimde yere koydu. yediği sıraya göre bir düzen verdi onlara. her zamanki gibi, bir baharatlı, bir galeta, bir sindirici, bir pötibör, bir de isimsiz duruyordu önünde. ilkini hep sona bırakırdı; çünkü en çok bunu severdi. isimsizi önce yerdi; çünkü en az damak tadı veren buydu. geri kalan üçünü yeme sırası önemli değildi, her gün değişirdi. murphy diz üstü çökmüş, beş bisküvi arasında yaptığı yeğleme nedeniyle, değişik biçimlerde yeme olasılıklarının altı ile sınırlanmış olduğunu düşünüyordu. ama karışım düşüncesinin özünü zedelemekti bu, heykelin üzerindeki kırmızı permanganattı. isimsiz olana karşı duyduğu tiksintiyi yense bile bisküvilerin yenebileceği yirmi dört olasılık vardı yalnızca. ama son bir gayretle, baharatlı için uyanan iştahını dizginleyebilse, karışım hedefine ulaşabilecek, yüz yirmi farklı yeme olasılığı önünde ışıl ışıl parlayacaktı.
bir kadını, cinsel isteklerinin ağır bastığı bir konuda etkilemeye çalışmak bir köpekten daha iyi koku almaya çabalamak kadar abesti.
her şeyin tasarı aşamasında olduğu şu sırada ona başvurmak, adamın kendi çıkarlarına ters, delice şeyler yapmasına neden olabilir. insana özgü bir budalalıktır bu.
genç kız ışığı söndürdü, pencereyi açtı ve dışarı sarktı. ay'ın dünyaya bir türlü göstermediği yüzü müydü, sırtı mıydı yoksa? hangisi daha kötüydü, bir türlü sevdiği kişiye kavuşamamak mı, yoksa neredeyse nefret edilen insanlarla sürekli bir arada bulunmak mı? karışık konulardı bunlar.
genç kadına acı çektirmekten zevk duyacak kadar seviyordu onu.
hastalar hastabakıcıları sık sık, doktorları da nadir gördükleri için ilkini işkenceciler, ikincileri de kurtarıcı olarak değerlendirir.
doktor onayından geçmiş olgular dışında hiçbir şey kesin olamazdı magdelen ruh sağaltım merkezi'nde. bu konuda basit bir örnek vermek gerekirse, bir hasta aniden, kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde ölürse, doktora haber vermeli ve ölüm olayını kafasından silmeliydi. hiçbir hasta doktor gelene kadar ölemezdi.
koğuşlarda geçen her saat, hastalara duyduğu saygıyı ve sağlıklı bir aklın göstergesini dış gerçeklikle kurulan ilişkiye bağlayan sahte bilimsel yaklaşıma duyduğu tiksintiyi artırıyordu zorunlu olarak. her geçen saat artırıyordu.
dış gerçekliğin doğası anlaşılmaz kalıyordu. bilimin erkekleri, kadınları ve çocukları verilen önünde boyunlarını bükmek zorunda kalıyordu ister istemez. dış gerçekliğin ya da kısacası gerçekliğin tanımı, tanımlayanın duyarlığına göre değişiyordu. ama hepsi, bu gerçeklikle temasa geçmenin, temas ne kadar üstünkörü olursa olsun, ender görülen bir ayrıcalık olduğunda birleşir durumdaydı.
bu anlayışın ışığında hastalar gerçeklikten, ortalama birinin gerçekliğinden, ağır vakalarda gözlemlendiği gibi bütünüyle olmasa da en azından bazı temel noktalarda "kopmuş" olarak tanımlanıyorlardı. tedavinin işlevi hastayı kendi küçük, özel çöplüğünden çıkarıp muhteşem dünyanın merak, sevgi, nefret, tutku, sevinme, ağlama gibi farklı unsurlarıyla, paha biçilmez ayrıcalığına yeniden kavuşacağı ve kendisinden hiç de farklı olmayan ötekilerle akılcı ve dengeli biçimde avunacağı duruma getirmek ve aradaki uçurumu kapamaktı.
ama bütün bunlar, psikiyatrların sürgün diye tanımladığı bedensel ve ussal deneyimi barınak; iyiliksever bir dizgeden kovulmuş olarak değerlendiren, hastaları da müthiş bir fiyaskodan kaçmış kişiler olarak gören murphy'yi çileden çıkarıyordu. eğer aklı günlük olayları yorulmak bilmeyen bir araç gibi alt alta yazıp toplayan şaşmaz bir yazar kasa olsa, o zaman kuşkusuz aklın yitimine üzüntü duyabilirdi. ama böyle olmadığına göre, aklı diye adlandırdığı şey bir araçtan çok, içinden kendinin soyutlanmış olduğu günlük olayların bir izdüşümü biçiminde ortaya çıktığına göre aklın yok oluşunu, zincirlerinden kurtulmayla özdeşleştirip alkışlamasından daha doğal ne olabilirdi?
hastaların huysuzluklarını kendi iç dünyalarına sığınışlarındaki bir eksikliğe değil, iyileştiricilerin çevrede oluşturdukları kuşatmaya bağlamak gerekiyordu. melankoliğin melankolisi, hipomanyağın öfke nöbetleri, paranoyağın umutsuzluğu kuşkusuz ölü gömücünün saygıdeğer maskesi kadar bağımsızlıktan uzaktı. kendi hallerine bırakılsalar türkiye'deki tanrı kadar mutlu olacaklardı.
kendisini nefessiz bırakma yoluyla intihar girişimi özellikle ölüm mahkumları arasında çok denenmiştir. nafiledir. fizyolojik bir olanaksızlıktır bu. insan bayılır, sonra istemese de nefes almaya başlar.
en iyi dostları hep nesneler olmuştu onun.
cooper iki efendiye de hizmet etmenin ünlü güçlüğünü duyumsamıyordu. ne birine bağlanıyor, ne de ötekini küçümsüyordu. daha kişilikli biri yan tutar, daha kişiliksiz biriyse iki tarafı da dolandırırdı.
geliştirdiği bulanık bir kurama göre, vücudun uç noktaları birleşmiş olduğundan dirimsel gücü içinde koruyordu.
saltık bir sessizlikten daha güzel bir şey düşünemiyorum.
- gizleyecek de, yitirecek de hiçbir şeyim yok.
- ama kazanacak çok şeyiniz var.
- yitirecek hiçbir şeyim olmadığına göre, kazanacak da hiçbir şeyim yok.
önceleri onu kaybettiğimi düşünüyordum; çünkü onu olduğu gibi benimsemeyi beceremiyordum. şimdi övünç duyamam bununla. onun bir parçasıydım kayıp saydığı. ne yapsam vazgeçemezdi benden. benimle tanışmadan önceki benliğine kavuşmak için terk etti beni. daha kötü ya da iyi olması için yaptığının bir önemi yoktu. son sürgünüydüm ben.
bu duruma gelmeyi arzulayanlar için de, bu duruma düşmekten korkanlar için de sorun aynıydı; asla hastaların dünyasına giremiyorlardı.
aşkını bileyecek bir nefret yoktu içinde, kendisinin olmayan bir dünyanın tekmesi yoktu, kendisinin olabilecek bir dünyanın yanılsamalı okşaması yoktu. sanki bu küçük dünyanın insanları kapılarını kapamışlardı yüzüne. yandaki kadınlar koğuşundan gelen uyku ve uyanıklığın muazzam uğultusu dışında hiçbir ses gelmiyordu. aşağı kattaki erkekler koğuşu için de geçerliydi aynı şey. bir bülbülün ötüşü usunu gecelere doğru dinamitleyerek sevindirecekti onu. ama bülbül mevsimi geçmişti.
kibarlık ve dürüstlük birlikte var olurlar. biri yoksa, öteki de yok demektir. sonuçta karşılaşılan yalnızca sessizliktir, kötü gizlenen ve kötü ifade edilen şey arasındaki, beceriksizce söylenen yalan ile zorunlu yalan arasındaki şu kırılgan ayrım.
bedenim, usum ve ruhumun düzenlenmesi konusunda: üçünün de yakılıp kağıt bir torbaya konulmasını, dublin'de abbey sokağı'ndaki abbey tiyatrosu'na götürülmesini, orada vakit geçirmeden en mutlu saatlerin geçtiği kenefe, özellikle de orkestra koltuklarına inerken sağda bulunana indirilmesini, olasıysa oynanan bir oyun sırasında kubura atılarak üstüne bir güzel sifon çekilmesini, bütün bu işlemlerin törensiz, hüzünlü gösterilere girişmeden gerçekleştirilmesini diliyorum.
birkaç saat sonra cooper kül paketini daha önce kaybetmemek için koymuş olduğu cebinden çıkardı ve büyük bir öfkeyle kendisine hakaret eden bir adama fırlattı. paket duvardan döşemeye düşerken patladı, seçimlerini meşin topa yapmış olan beyefendilerin bile beğenisini kazanarak, burada bir anda sayısız dribling, pas, çalım, şut, yumruklama, kafa vuruşlarının hedefi oldu. öyle ki kapanış saati geldiğinde murphy'nin bedeni, usu ve tini salonun döşemesine dağılmıştı. ertesi gün tan yeryüzünü boz bir renge boyamadan talaş, bira, izmarit, cam kırıkları, kibrit, tükürük ve kusmuklarla birlikte süpürüldü.
böylece bütün karmaşa, her şey tek bir olasılığa, tek bir sona doğru ağır aksak ilerlemeyi sürdürüyordu.
kim bu murphy, anladığım kadarıyla onun için aksatıyorsun işlerini, diye haykırdı. nedir? nerelidir? ailesi kimdir? ne yapar? parası var mı? geleceği var mı? geçmişi nasıl? yani neyin nesidir? nesi vardır?
murphy her şeyin bir başka şeyi çağrıştırmasını gerekli gören tanrı'nın sevgili kullarından biriydi.
tutkuların önünde saygıyla eğilirim.
var olmayan bir şeyi arzulayabilirsin ama sevemezsin.
boşluğa konuşamam, en olumlu niteliklerimden biri suskunluktur.
en gözden ırak yerlere ulaşmakla bütünlüğe erişilir.
işler düzelecek beklentisi ortadan kalkınca kötüye gider korkusu da siliniyor. her şey neyse öyle kalıyor.
kaosu berbat eden, yetersiz bir gülmece anlayışından daha kötü ne olabilirdi? başlangıçta cinas vardı. gerisi sonra geldi.
pazardaki insanların arasına karıştığında, "eğer bunlar yaşamlarını kazanırken böyleyseler, ya kaybederken nasıldırlar?" diyordu kendine.
beden kokusu ve gevezelik bir araya geldi mi, derman yoktur.
murphy acıma duygusunu yalnızca kendine saklardı.
dış gerçekliklerden tamamen koptuğu bu dünyaya öylesine bir sevgiyle bağlıydı, bu dünyanın güzellikleri usunda öylesine bir ayrıntızenginliğiyle canlanıyordu ki gerçekten de uzun yaşamayı arzuluyordu. böylece orada uzanıp, cennete ulaşan uzun yokuşu tırmanmadan önce düş kurmaya, gün ışığının zodyakları boyunca ilerleyişini seyretmeye fazlasıyla vakti olacaktı.
böylece murphy her gün, öğle yemeğinde bir fincan çay parası ödeyip, üçkağıtçılığı sayesinde 1.83 çay içerek kar hanesine ilaveler yapıyordu.
akıl onu kaybetmekten korkanlara kene gibi yapışırdı. ya kaybetmeyi umut edenlere?
murphy söylene söylene kuzeye yöneldi, yemeğini yemeye hazırlandı. bisküvileri özenle paketten çıkardı, yüzleri çimene dönük biçimde yere koydu. yediği sıraya göre bir düzen verdi onlara. her zamanki gibi, bir baharatlı, bir galeta, bir sindirici, bir pötibör, bir de isimsiz duruyordu önünde. ilkini hep sona bırakırdı; çünkü en çok bunu severdi. isimsizi önce yerdi; çünkü en az damak tadı veren buydu. geri kalan üçünü yeme sırası önemli değildi, her gün değişirdi. murphy diz üstü çökmüş, beş bisküvi arasında yaptığı yeğleme nedeniyle, değişik biçimlerde yeme olasılıklarının altı ile sınırlanmış olduğunu düşünüyordu. ama karışım düşüncesinin özünü zedelemekti bu, heykelin üzerindeki kırmızı permanganattı. isimsiz olana karşı duyduğu tiksintiyi yense bile bisküvilerin yenebileceği yirmi dört olasılık vardı yalnızca. ama son bir gayretle, baharatlı için uyanan iştahını dizginleyebilse, karışım hedefine ulaşabilecek, yüz yirmi farklı yeme olasılığı önünde ışıl ışıl parlayacaktı.
bir kadını, cinsel isteklerinin ağır bastığı bir konuda etkilemeye çalışmak bir köpekten daha iyi koku almaya çabalamak kadar abesti.
her şeyin tasarı aşamasında olduğu şu sırada ona başvurmak, adamın kendi çıkarlarına ters, delice şeyler yapmasına neden olabilir. insana özgü bir budalalıktır bu.
genç kız ışığı söndürdü, pencereyi açtı ve dışarı sarktı. ay'ın dünyaya bir türlü göstermediği yüzü müydü, sırtı mıydı yoksa? hangisi daha kötüydü, bir türlü sevdiği kişiye kavuşamamak mı, yoksa neredeyse nefret edilen insanlarla sürekli bir arada bulunmak mı? karışık konulardı bunlar.
genç kadına acı çektirmekten zevk duyacak kadar seviyordu onu.
hastalar hastabakıcıları sık sık, doktorları da nadir gördükleri için ilkini işkenceciler, ikincileri de kurtarıcı olarak değerlendirir.
doktor onayından geçmiş olgular dışında hiçbir şey kesin olamazdı magdelen ruh sağaltım merkezi'nde. bu konuda basit bir örnek vermek gerekirse, bir hasta aniden, kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde ölürse, doktora haber vermeli ve ölüm olayını kafasından silmeliydi. hiçbir hasta doktor gelene kadar ölemezdi.
koğuşlarda geçen her saat, hastalara duyduğu saygıyı ve sağlıklı bir aklın göstergesini dış gerçeklikle kurulan ilişkiye bağlayan sahte bilimsel yaklaşıma duyduğu tiksintiyi artırıyordu zorunlu olarak. her geçen saat artırıyordu.
dış gerçekliğin doğası anlaşılmaz kalıyordu. bilimin erkekleri, kadınları ve çocukları verilen önünde boyunlarını bükmek zorunda kalıyordu ister istemez. dış gerçekliğin ya da kısacası gerçekliğin tanımı, tanımlayanın duyarlığına göre değişiyordu. ama hepsi, bu gerçeklikle temasa geçmenin, temas ne kadar üstünkörü olursa olsun, ender görülen bir ayrıcalık olduğunda birleşir durumdaydı.
bu anlayışın ışığında hastalar gerçeklikten, ortalama birinin gerçekliğinden, ağır vakalarda gözlemlendiği gibi bütünüyle olmasa da en azından bazı temel noktalarda "kopmuş" olarak tanımlanıyorlardı. tedavinin işlevi hastayı kendi küçük, özel çöplüğünden çıkarıp muhteşem dünyanın merak, sevgi, nefret, tutku, sevinme, ağlama gibi farklı unsurlarıyla, paha biçilmez ayrıcalığına yeniden kavuşacağı ve kendisinden hiç de farklı olmayan ötekilerle akılcı ve dengeli biçimde avunacağı duruma getirmek ve aradaki uçurumu kapamaktı.
ama bütün bunlar, psikiyatrların sürgün diye tanımladığı bedensel ve ussal deneyimi barınak; iyiliksever bir dizgeden kovulmuş olarak değerlendiren, hastaları da müthiş bir fiyaskodan kaçmış kişiler olarak gören murphy'yi çileden çıkarıyordu. eğer aklı günlük olayları yorulmak bilmeyen bir araç gibi alt alta yazıp toplayan şaşmaz bir yazar kasa olsa, o zaman kuşkusuz aklın yitimine üzüntü duyabilirdi. ama böyle olmadığına göre, aklı diye adlandırdığı şey bir araçtan çok, içinden kendinin soyutlanmış olduğu günlük olayların bir izdüşümü biçiminde ortaya çıktığına göre aklın yok oluşunu, zincirlerinden kurtulmayla özdeşleştirip alkışlamasından daha doğal ne olabilirdi?
hastaların huysuzluklarını kendi iç dünyalarına sığınışlarındaki bir eksikliğe değil, iyileştiricilerin çevrede oluşturdukları kuşatmaya bağlamak gerekiyordu. melankoliğin melankolisi, hipomanyağın öfke nöbetleri, paranoyağın umutsuzluğu kuşkusuz ölü gömücünün saygıdeğer maskesi kadar bağımsızlıktan uzaktı. kendi hallerine bırakılsalar türkiye'deki tanrı kadar mutlu olacaklardı.
kendisini nefessiz bırakma yoluyla intihar girişimi özellikle ölüm mahkumları arasında çok denenmiştir. nafiledir. fizyolojik bir olanaksızlıktır bu. insan bayılır, sonra istemese de nefes almaya başlar.
en iyi dostları hep nesneler olmuştu onun.
cooper iki efendiye de hizmet etmenin ünlü güçlüğünü duyumsamıyordu. ne birine bağlanıyor, ne de ötekini küçümsüyordu. daha kişilikli biri yan tutar, daha kişiliksiz biriyse iki tarafı da dolandırırdı.
geliştirdiği bulanık bir kurama göre, vücudun uç noktaları birleşmiş olduğundan dirimsel gücü içinde koruyordu.
saltık bir sessizlikten daha güzel bir şey düşünemiyorum.
- gizleyecek de, yitirecek de hiçbir şeyim yok.
- ama kazanacak çok şeyiniz var.
- yitirecek hiçbir şeyim olmadığına göre, kazanacak da hiçbir şeyim yok.
önceleri onu kaybettiğimi düşünüyordum; çünkü onu olduğu gibi benimsemeyi beceremiyordum. şimdi övünç duyamam bununla. onun bir parçasıydım kayıp saydığı. ne yapsam vazgeçemezdi benden. benimle tanışmadan önceki benliğine kavuşmak için terk etti beni. daha kötü ya da iyi olması için yaptığının bir önemi yoktu. son sürgünüydüm ben.
bu duruma gelmeyi arzulayanlar için de, bu duruma düşmekten korkanlar için de sorun aynıydı; asla hastaların dünyasına giremiyorlardı.
aşkını bileyecek bir nefret yoktu içinde, kendisinin olmayan bir dünyanın tekmesi yoktu, kendisinin olabilecek bir dünyanın yanılsamalı okşaması yoktu. sanki bu küçük dünyanın insanları kapılarını kapamışlardı yüzüne. yandaki kadınlar koğuşundan gelen uyku ve uyanıklığın muazzam uğultusu dışında hiçbir ses gelmiyordu. aşağı kattaki erkekler koğuşu için de geçerliydi aynı şey. bir bülbülün ötüşü usunu gecelere doğru dinamitleyerek sevindirecekti onu. ama bülbül mevsimi geçmişti.
kibarlık ve dürüstlük birlikte var olurlar. biri yoksa, öteki de yok demektir. sonuçta karşılaşılan yalnızca sessizliktir, kötü gizlenen ve kötü ifade edilen şey arasındaki, beceriksizce söylenen yalan ile zorunlu yalan arasındaki şu kırılgan ayrım.
bedenim, usum ve ruhumun düzenlenmesi konusunda: üçünün de yakılıp kağıt bir torbaya konulmasını, dublin'de abbey sokağı'ndaki abbey tiyatrosu'na götürülmesini, orada vakit geçirmeden en mutlu saatlerin geçtiği kenefe, özellikle de orkestra koltuklarına inerken sağda bulunana indirilmesini, olasıysa oynanan bir oyun sırasında kubura atılarak üstüne bir güzel sifon çekilmesini, bütün bu işlemlerin törensiz, hüzünlü gösterilere girişmeden gerçekleştirilmesini diliyorum.
birkaç saat sonra cooper kül paketini daha önce kaybetmemek için koymuş olduğu cebinden çıkardı ve büyük bir öfkeyle kendisine hakaret eden bir adama fırlattı. paket duvardan döşemeye düşerken patladı, seçimlerini meşin topa yapmış olan beyefendilerin bile beğenisini kazanarak, burada bir anda sayısız dribling, pas, çalım, şut, yumruklama, kafa vuruşlarının hedefi oldu. öyle ki kapanış saati geldiğinde murphy'nin bedeni, usu ve tini salonun döşemesine dağılmıştı. ertesi gün tan yeryüzünü boz bir renge boyamadan talaş, bira, izmarit, cam kırıkları, kibrit, tükürük ve kusmuklarla birlikte süpürüldü.
böylece bütün karmaşa, her şey tek bir olasılığa, tek bir sona doğru ağır aksak ilerlemeyi sürdürüyordu.
25.06.2013
kriton
platon
neden çoğunluğun görüşüne bu kadar önem verelim?
insan bir defa gözden düşmeyegörsün, çoğunluk ona öyle böyle değil, en büyük kötülükleri yapmaktan çekinmez.
keşke kriton çoğunluğun elinden en büyük kötülükleri etmek gelseydi; o zaman en büyük iyilikleri de edebilirdi: ne iyi olurdu! oysa ikisi de elinde değil; çünkü onun demesiyle bir insan ne akıllı olur ne de budala, çoğunluk rastgele davranır. çoğunluğun değil, o bir tek kişinin yergilerinden çekinmek, övgülerini ise sevinçle karşılamak gerekir.
mahkeme kararlarının güçsüz kaldığı, olur olmaz kişiler tarafından etkisiz bırakılıp bozulduğu bir devlet yine de varlığını sürdürebilir, ayakta kalabilir mi? kim yasalarını beğenmediği bir devlete bağlanabilir?
i.ö. v. yüzyıl atina'sı içinde bulunduğu siyasal koşullarda henüz sokrates'in ortaya koyduğu gerçeklere tahammül edecek olgunlukta değildi. atina'nın kendine göre gerçekleri vardı. bunlar da birtakım kurumlarca saptanmıştı. din, yasalar, ahlak kuramları, toplumsal ilişkiler belli birtakım değer ölçüleri içinde sürüp gidiyordu.
bu değer ölçülerinin değişmesi her toplumda olduğu gibi atina'da da tepkiyle karşılandı. sokrates'in inançları o güne kadar toplumu yaşatmış olan değerlerin doğruluğuna inanan, buna hizmet eden, başka bir gerçek aramak gereğini duymayan atinalıyı şaşırtıyordu.
"atinalılar her yıl baharda apollon onuruna kutlanan bayramlara gemiyle bir theoria, yani bir elçi heyeti gönderirlerdi; geminin gidiş ve geliş süresi içinde ölüm cezalarının infazı bir yasa tarafından yasaklanmıştı. sokrates geminin limandan ayrılmasından bir gün sonra mahkum olmuştu ve gemi limana biraz gecikmeyle döndüğü için sokrates'in hapishanede bulunma süresi otuz günü bulmuştu."
neden çoğunluğun görüşüne bu kadar önem verelim?
insan bir defa gözden düşmeyegörsün, çoğunluk ona öyle böyle değil, en büyük kötülükleri yapmaktan çekinmez.
keşke kriton çoğunluğun elinden en büyük kötülükleri etmek gelseydi; o zaman en büyük iyilikleri de edebilirdi: ne iyi olurdu! oysa ikisi de elinde değil; çünkü onun demesiyle bir insan ne akıllı olur ne de budala, çoğunluk rastgele davranır. çoğunluğun değil, o bir tek kişinin yergilerinden çekinmek, övgülerini ise sevinçle karşılamak gerekir.
mahkeme kararlarının güçsüz kaldığı, olur olmaz kişiler tarafından etkisiz bırakılıp bozulduğu bir devlet yine de varlığını sürdürebilir, ayakta kalabilir mi? kim yasalarını beğenmediği bir devlete bağlanabilir?
i.ö. v. yüzyıl atina'sı içinde bulunduğu siyasal koşullarda henüz sokrates'in ortaya koyduğu gerçeklere tahammül edecek olgunlukta değildi. atina'nın kendine göre gerçekleri vardı. bunlar da birtakım kurumlarca saptanmıştı. din, yasalar, ahlak kuramları, toplumsal ilişkiler belli birtakım değer ölçüleri içinde sürüp gidiyordu.
bu değer ölçülerinin değişmesi her toplumda olduğu gibi atina'da da tepkiyle karşılandı. sokrates'in inançları o güne kadar toplumu yaşatmış olan değerlerin doğruluğuna inanan, buna hizmet eden, başka bir gerçek aramak gereğini duymayan atinalıyı şaşırtıyordu.
"atinalılar her yıl baharda apollon onuruna kutlanan bayramlara gemiyle bir theoria, yani bir elçi heyeti gönderirlerdi; geminin gidiş ve geliş süresi içinde ölüm cezalarının infazı bir yasa tarafından yasaklanmıştı. sokrates geminin limandan ayrılmasından bir gün sonra mahkum olmuştu ve gemi limana biraz gecikmeyle döndüğü için sokrates'in hapishanede bulunma süresi otuz günü bulmuştu."
solo
rana dasgupta
bazı insanlar mükemmeliyetçidir. bu bir tutkudur onlarda. bir şeyi beş kez, on kez denerler, fark etmez. sonunda öyle yüksek bir standarda ulaşırlar ki, artık kimse onlarla baş edemez.
hayat boyunca tutkularımızı koruyup sürdürmekte zorlanıyoruz, sonra da feda ettiklerimizin yasını tutuyoruz.
hayat sadece bir nicelikten ibarettir; bir toprak yığınının ya da bir kova suyun başarısızlığından ne kadar söz edilebilirse, insan hayatının başarısızlığından da ancak o kadar söz edilebilir.
albert einstein: yaşayan her şeyle kendimi öyle güçlü bir dayanışma içinde hissediyorum ki, bir kişinin nerede başlayıp nerede son bulduğu hiç önemli değil benim için.
uluslar çelik kazanlara benzer, içine düştüğümüzde yumuşak bedenlerimizi deli gibi çalkalar dururlar.
albert einstein: hissedilen ama ifade edilemeyen bir gerçekliği bulmak için karanlıkta kaygılı arayış yılları, tutkuyla arzulayış, güvenle kuşku arasında gidiş gelişler ve en nihayetinde ışığa kavuşma; bunun kıymetini ancak böyle bir tecrübeyi tatmış olanlar takdir edebilir.
derinliklerin sessizliği kadar sükunet verici başka bir şey düşünülemez.
öldüğüm zaman beni toprağa gömecekler. orada gönül gözüyle gördüğü her şeyi titrek ışıklarla yeryüzüne ileten sayısız hayalciyle birlikte yatacağım; tatlı hayallerimin çocukları başıboş dolaşacak özgürce.
kendimizi kandırmayalım, iğrenç bir dünyada yaşıyoruz, her şey yalan.
bazı insanlar mükemmeliyetçidir. bu bir tutkudur onlarda. bir şeyi beş kez, on kez denerler, fark etmez. sonunda öyle yüksek bir standarda ulaşırlar ki, artık kimse onlarla baş edemez.
hayat boyunca tutkularımızı koruyup sürdürmekte zorlanıyoruz, sonra da feda ettiklerimizin yasını tutuyoruz.
hayat sadece bir nicelikten ibarettir; bir toprak yığınının ya da bir kova suyun başarısızlığından ne kadar söz edilebilirse, insan hayatının başarısızlığından da ancak o kadar söz edilebilir.
albert einstein: yaşayan her şeyle kendimi öyle güçlü bir dayanışma içinde hissediyorum ki, bir kişinin nerede başlayıp nerede son bulduğu hiç önemli değil benim için.
uluslar çelik kazanlara benzer, içine düştüğümüzde yumuşak bedenlerimizi deli gibi çalkalar dururlar.
albert einstein: hissedilen ama ifade edilemeyen bir gerçekliği bulmak için karanlıkta kaygılı arayış yılları, tutkuyla arzulayış, güvenle kuşku arasında gidiş gelişler ve en nihayetinde ışığa kavuşma; bunun kıymetini ancak böyle bir tecrübeyi tatmış olanlar takdir edebilir.
derinliklerin sessizliği kadar sükunet verici başka bir şey düşünülemez.
öldüğüm zaman beni toprağa gömecekler. orada gönül gözüyle gördüğü her şeyi titrek ışıklarla yeryüzüne ileten sayısız hayalciyle birlikte yatacağım; tatlı hayallerimin çocukları başıboş dolaşacak özgürce.
kendimizi kandırmayalım, iğrenç bir dünyada yaşıyoruz, her şey yalan.
24.06.2013
mucizeler dükkanı
jorge amado
on yıllık bitmez tükenmez konferanslar, bir günlük savaştan daha değerlidir ve daha ucuza mal olur.
tutukevleri ve polisler bütün düzenlerde aynıdır ve hiç ayrımsız, hepsi aynı derecede rezildir. üniformalar sadece müzelik bir nesne oldukları zaman dünya gerçekten uygarlaşmış olacaktır.
dünyayı yaratan bile bütün insanları bir anda öldüremez. o bile ancak teker teker öldürebilir ve ne kadar öldürürse, o kadar da doğum olur, insanlar çoğalırlar. doğacaklar, çoğalacaklar ve birbirlerine karışacaklar, bunu engelleyecek orospu çocuğu, anasından doğmamıştır.
bir filozof için hayat kadınının evinden daha iyi yaşanacak yer var mı?
her güzelin bir zamanı vardır. o güzelliğin daima sürmesi isteniyorsa, gerektiği zamanda bitirilmesi gerekir. güneşi, müziğini ve kanını yanımda götürüyorum, benim olduğum her yerde ve her zaman sen de olacaksın. teşekkür ederim oju.
insanın işinin olmaması kadar yorucu bir olay yokmuş.
bazı acılar için kendini öldürmekten ya da sone yazmaktan başka yol yoktur. bu, klasik yöntemdir.
her sorunun bir doğru, bir alay da yanlış yanıtı vardı.
edebiyatta, sanatta, bilimde başarı ve zafer sağlamak için yetenekle bilginin yetmediği çok iyi bilinir. genç bir adamın saygınlık kazanma uğruna savaşı zor, yolu sarptır.
yıldızlara ulaşmak için yapılan yarışların ve kent gerillalarının bu endüstriyel ve elektronik çağda, insan inandırıcı ve etik kurallara aldırmayan biri olmazsa, başını öne eğip saldırmazsa ve yırtık olmazsa, hiçbir yere varamaz. kesinlikle hiçbir yere varamaz ve bunun bir çözümü de yoktur.
hastaneye düşmüş bir yoksul, kısa sürede bir cesede dönüşür.
on yıllık bitmez tükenmez konferanslar, bir günlük savaştan daha değerlidir ve daha ucuza mal olur.
tutukevleri ve polisler bütün düzenlerde aynıdır ve hiç ayrımsız, hepsi aynı derecede rezildir. üniformalar sadece müzelik bir nesne oldukları zaman dünya gerçekten uygarlaşmış olacaktır.
dünyayı yaratan bile bütün insanları bir anda öldüremez. o bile ancak teker teker öldürebilir ve ne kadar öldürürse, o kadar da doğum olur, insanlar çoğalırlar. doğacaklar, çoğalacaklar ve birbirlerine karışacaklar, bunu engelleyecek orospu çocuğu, anasından doğmamıştır.
bir filozof için hayat kadınının evinden daha iyi yaşanacak yer var mı?
her güzelin bir zamanı vardır. o güzelliğin daima sürmesi isteniyorsa, gerektiği zamanda bitirilmesi gerekir. güneşi, müziğini ve kanını yanımda götürüyorum, benim olduğum her yerde ve her zaman sen de olacaksın. teşekkür ederim oju.
insanın işinin olmaması kadar yorucu bir olay yokmuş.
bazı acılar için kendini öldürmekten ya da sone yazmaktan başka yol yoktur. bu, klasik yöntemdir.
her sorunun bir doğru, bir alay da yanlış yanıtı vardı.
edebiyatta, sanatta, bilimde başarı ve zafer sağlamak için yetenekle bilginin yetmediği çok iyi bilinir. genç bir adamın saygınlık kazanma uğruna savaşı zor, yolu sarptır.
yıldızlara ulaşmak için yapılan yarışların ve kent gerillalarının bu endüstriyel ve elektronik çağda, insan inandırıcı ve etik kurallara aldırmayan biri olmazsa, başını öne eğip saldırmazsa ve yırtık olmazsa, hiçbir yere varamaz. kesinlikle hiçbir yere varamaz ve bunun bir çözümü de yoktur.
hastaneye düşmüş bir yoksul, kısa sürede bir cesede dönüşür.
23.06.2013
logoterapi
viktor emil frankl
her çağın kendine ait ortak nevrozu vardır ve her çağ, bununla başa çıkmak için kendi psikoterapisine ihtiyaç duyar. günümüzün kitle nevrozu olan varoluşsal boşluk, özel ve kişisel bir nihilizm şekli olarak tanımlanabilir.
"logos", "anlam" anlamına gelen yunanca bir sözcüktür. logoterapi, insan varoluşunun anlamı kadar insanın böyle bir anlama yönelik arayışı üzerinde de odaklaşmaktadır. logoterapiye göre, kişinin kendi yaşamında bir anlam bulma arayışı, insandaki temel güdülendirici güçtür.
insanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok, uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir. ihtiyaç duyduğu şey, her ne pahasına olursa olsun, gerilimi boşaltmak değil, onun tarafından yerine getirilmeyi bekleyen potansiyel bir anlamın çağrısıdır.
psikanaliz sırasında hastanın divana uzanıp bazen söylenmesi hiç hoş olmayan şeyleri anlatması gerekir. logoterapide ise hasta dik oturabilir; ama bazen duyulması hiç hoş olmayan şeyleri duyması gerekir.
logoterapi daha çok gelecek üzerinde, yani hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerinde odaklaşır. gerçekten de logoterapi anlam merkezli bir psikoterapidir. aynı zamanda logoterapi, nevrozların gelişmesinde böylesine büyük bir rol oynayan bütün kısır döngülü oluşumları ve geri denetim mekanizmalarını odaktan çıkarır. böylece nevrotik bireyin tipik benmerkezciliği, sürekli olarak beslenmek ve pekiştirilmek yerine, parçalanma sürecine girer.
logoterapide hasta, yaşamının anlamıyla karşı karşıya getirilir ve gerçekte bu anlama yönlendirilir. ve hastanın bu anlamın farkına varmasını sağlamak, nevrozunu yenebilme yetisine oldukça katkıda bulunabilmektedir.
logoterapiye göre yaşamın anlamını üç farklı yoldan keşfedebiliriz:
1. bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak
2. bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek
3. kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek
bunlardan ilki yani başarı yolu oldukça açıktır. yaşamda anlam bulmanın ikinci yolu, bir şey -iyilik, doğruluk, güzellik- yaşamak, doğayı ve kültürü yaşamak, son ve bir o kadar önemlisi de olanca eşsizliğiyle bir insanı yaşamaktır. yani onu sevmektir.
bir başka insanı kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. hiçbir kimse sevmediği sürece bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz.
yaşamda bir anlam bulmanın üçüncü yolu, acı çekmektir. artık bir durumu değiştiremeyecek bir noktaya geldiğimiz zaman kendimizi değiştirme yoluna gideriz. acı, bir özverinin anlamı gibi, bir anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkar.
logoterapinin temel ilkelerinden birisi, insanın temel uğraşının haz almak ya da acıdan kaçınmak değil, yaşamında bir anlam bulmak olmasıdır. insanın, elbette acısının bir anlamı olması koşuluyla, acı çekmeye hazır olmasının nedeni budur.
bütün bu acıların, çevremizdeki bunca ölümün bir anlamı var mı? çünkü eğer yoksa hayatta kalmanın kesinlikle hiçbir anlamı yok. çünkü anlamı böyle bir rastlantıya bağlı olan bir yaşam, nihai anlamda yaşanmaya değmez.
süper anlam kavramının ötesine geçen bir psikiyatrist, er ya da geç, altı yaşındaki kızımın beni şu soruyla utandırması gibi, hastaları tarafından utandırılacaktır: "neden 'iyi' tanrıdan söz ediyoruz?" kızımın bu sorusu üzerine, "birkaç hafta önce kızamığa yakalanmıştın ve iyi tanrı seni iyileştirdi." ne var ki küçük kız yanıtı yeterli bulmamıştı, hemen yapıştırdı: "peki, ama lütfen baba, unutma: her şeyden önce bana kızamığı gönderen o."
insan, tamamen koşullandırılmış ve belirlenmiş değildir; daha çok, ister koşullara boyun eğsin, ister karşı gelsin, kendini belirlemektedir. başka bir deyişle, insan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır. insan var olmakla yetinmez, bunun yerine her zaman için varoluşunun ne olacağına, bir sonraki anda kendisinin ne olacağına karar verir.
bir insanı, ona en küçük bir özgürlük kırıntısı bırakmayacak şekilde koşullandıracak hiçbir şey yoktur. bu nedenle, ne kadar sınırlı olursa olsun, nevrotik, hatta psikotik olaylarda bile insana bir parça özgürlük kalır. gerçekten de, hastanın en derinlerdeki çekirdeğine psikoz bile dokunamaz.
insan, bir şeyler arasında değildir; şeyler birbirini belirler ama insan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır. mevcut yetilerinin ve çevrenin sınırları dahilinde, neyse, onu kendinden yaratmıştır. örneğin toplama kamplarında, bu yaşayan laboratuvarda ve bu sınav alanında yoldaşlarımızdan bazıları domuz gibi davranırken, bazılarının da aziz gibi davrandıklarına tanık olduk. insanı içinde her iki potansiyel de vardır; hangisinin gerçekleşeceği koşullara değil, kararlara bağlıdır.
insan, auschwitz'in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla ya da shema yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlık da insandır.
her çağın kendine ait ortak nevrozu vardır ve her çağ, bununla başa çıkmak için kendi psikoterapisine ihtiyaç duyar. günümüzün kitle nevrozu olan varoluşsal boşluk, özel ve kişisel bir nihilizm şekli olarak tanımlanabilir.
"logos", "anlam" anlamına gelen yunanca bir sözcüktür. logoterapi, insan varoluşunun anlamı kadar insanın böyle bir anlama yönelik arayışı üzerinde de odaklaşmaktadır. logoterapiye göre, kişinin kendi yaşamında bir anlam bulma arayışı, insandaki temel güdülendirici güçtür.
insanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok, uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir. ihtiyaç duyduğu şey, her ne pahasına olursa olsun, gerilimi boşaltmak değil, onun tarafından yerine getirilmeyi bekleyen potansiyel bir anlamın çağrısıdır.
psikanaliz sırasında hastanın divana uzanıp bazen söylenmesi hiç hoş olmayan şeyleri anlatması gerekir. logoterapide ise hasta dik oturabilir; ama bazen duyulması hiç hoş olmayan şeyleri duyması gerekir.
logoterapi daha çok gelecek üzerinde, yani hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerinde odaklaşır. gerçekten de logoterapi anlam merkezli bir psikoterapidir. aynı zamanda logoterapi, nevrozların gelişmesinde böylesine büyük bir rol oynayan bütün kısır döngülü oluşumları ve geri denetim mekanizmalarını odaktan çıkarır. böylece nevrotik bireyin tipik benmerkezciliği, sürekli olarak beslenmek ve pekiştirilmek yerine, parçalanma sürecine girer.
logoterapide hasta, yaşamının anlamıyla karşı karşıya getirilir ve gerçekte bu anlama yönlendirilir. ve hastanın bu anlamın farkına varmasını sağlamak, nevrozunu yenebilme yetisine oldukça katkıda bulunabilmektedir.
logoterapiye göre yaşamın anlamını üç farklı yoldan keşfedebiliriz:
1. bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak
2. bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek
3. kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek
bunlardan ilki yani başarı yolu oldukça açıktır. yaşamda anlam bulmanın ikinci yolu, bir şey -iyilik, doğruluk, güzellik- yaşamak, doğayı ve kültürü yaşamak, son ve bir o kadar önemlisi de olanca eşsizliğiyle bir insanı yaşamaktır. yani onu sevmektir.
bir başka insanı kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. hiçbir kimse sevmediği sürece bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz.
yaşamda bir anlam bulmanın üçüncü yolu, acı çekmektir. artık bir durumu değiştiremeyecek bir noktaya geldiğimiz zaman kendimizi değiştirme yoluna gideriz. acı, bir özverinin anlamı gibi, bir anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkar.
logoterapinin temel ilkelerinden birisi, insanın temel uğraşının haz almak ya da acıdan kaçınmak değil, yaşamında bir anlam bulmak olmasıdır. insanın, elbette acısının bir anlamı olması koşuluyla, acı çekmeye hazır olmasının nedeni budur.
bütün bu acıların, çevremizdeki bunca ölümün bir anlamı var mı? çünkü eğer yoksa hayatta kalmanın kesinlikle hiçbir anlamı yok. çünkü anlamı böyle bir rastlantıya bağlı olan bir yaşam, nihai anlamda yaşanmaya değmez.
süper anlam kavramının ötesine geçen bir psikiyatrist, er ya da geç, altı yaşındaki kızımın beni şu soruyla utandırması gibi, hastaları tarafından utandırılacaktır: "neden 'iyi' tanrıdan söz ediyoruz?" kızımın bu sorusu üzerine, "birkaç hafta önce kızamığa yakalanmıştın ve iyi tanrı seni iyileştirdi." ne var ki küçük kız yanıtı yeterli bulmamıştı, hemen yapıştırdı: "peki, ama lütfen baba, unutma: her şeyden önce bana kızamığı gönderen o."
insan, tamamen koşullandırılmış ve belirlenmiş değildir; daha çok, ister koşullara boyun eğsin, ister karşı gelsin, kendini belirlemektedir. başka bir deyişle, insan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır. insan var olmakla yetinmez, bunun yerine her zaman için varoluşunun ne olacağına, bir sonraki anda kendisinin ne olacağına karar verir.
bir insanı, ona en küçük bir özgürlük kırıntısı bırakmayacak şekilde koşullandıracak hiçbir şey yoktur. bu nedenle, ne kadar sınırlı olursa olsun, nevrotik, hatta psikotik olaylarda bile insana bir parça özgürlük kalır. gerçekten de, hastanın en derinlerdeki çekirdeğine psikoz bile dokunamaz.
insan, bir şeyler arasında değildir; şeyler birbirini belirler ama insan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır. mevcut yetilerinin ve çevrenin sınırları dahilinde, neyse, onu kendinden yaratmıştır. örneğin toplama kamplarında, bu yaşayan laboratuvarda ve bu sınav alanında yoldaşlarımızdan bazıları domuz gibi davranırken, bazılarının da aziz gibi davrandıklarına tanık olduk. insanı içinde her iki potansiyel de vardır; hangisinin gerçekleşeceği koşullara değil, kararlara bağlıdır.
insan, auschwitz'in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla ya da shema yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlık da insandır.
22.06.2013
tüm insanlar ölümlüdür
simone de beauvoir
zaman zaman kalplerde bir ateş yanar; yaşamak dedikleri budur.
hükümdarların en iyisinin vicdanında yüzlerce ölü vardır.
insanlar birleşmeli; doğanın düşmanlığına karşı, sefalete, adaletsizliğe, savaşlara karşı mücadele etmeli; gereksiz tartışmalarla güçlerini heba etmemelidirler.
özgür olmak isteyen, güneşe doğru yürür.
bu yaşam bir hiçtir. hiç olan bir dünyaya egemen olmayı istemek nasıl bir deliliktir?
kuzular kurtların bekçiliğine emanet edildiğinde onları kurtarmanın hiç yolu kalmaz.
hiçbir şey telafi edilemez değildir.
ne akıl ne de ön yargılar bir işe yarar. hiçbir şey insana yaramaz; çünkü kendisiyle yapacak bir işi yoktur.
ölümlü iki insan birbirini sevdiğinde aşklarıyla birbirlerinin bedenini ve ruhunu şekillendirirler.
bir isyan basit bir ayaklanma olsa bile gereksiz değildir. bu isyanların her birinde halk kendi gücünün biraz daha bilincine varır, halkı yöneticilerden ayıran uçurum biraz daha derinleşir.
tek bir iyilik vardır, o da insanın kendi vicdanına göre hareket etmesidir.
insanlar asla mutlu olamayacaklar. akılcı oldukları gün mutlu olacaklar. bunu olmayı bile arzulamıyorlar. zamanın onları öldürmesini beklerken vakit öldürmekle yetiniyorlar.
yapılan her şey sonunda bozguna döner. insan doğduğu andan itibaren ölmeye başlar.
bu ölü yıldız asla sönmeyecek. yaşamımın bu yalnızlık ve sonsuzluk tadı asla silinmeyecek.
zaman zaman kalplerde bir ateş yanar; yaşamak dedikleri budur.
hükümdarların en iyisinin vicdanında yüzlerce ölü vardır.
insanlar birleşmeli; doğanın düşmanlığına karşı, sefalete, adaletsizliğe, savaşlara karşı mücadele etmeli; gereksiz tartışmalarla güçlerini heba etmemelidirler.
özgür olmak isteyen, güneşe doğru yürür.
bu yaşam bir hiçtir. hiç olan bir dünyaya egemen olmayı istemek nasıl bir deliliktir?
kuzular kurtların bekçiliğine emanet edildiğinde onları kurtarmanın hiç yolu kalmaz.
hiçbir şey telafi edilemez değildir.
ne akıl ne de ön yargılar bir işe yarar. hiçbir şey insana yaramaz; çünkü kendisiyle yapacak bir işi yoktur.
ölümlü iki insan birbirini sevdiğinde aşklarıyla birbirlerinin bedenini ve ruhunu şekillendirirler.
bir isyan basit bir ayaklanma olsa bile gereksiz değildir. bu isyanların her birinde halk kendi gücünün biraz daha bilincine varır, halkı yöneticilerden ayıran uçurum biraz daha derinleşir.
tek bir iyilik vardır, o da insanın kendi vicdanına göre hareket etmesidir.
insanlar asla mutlu olamayacaklar. akılcı oldukları gün mutlu olacaklar. bunu olmayı bile arzulamıyorlar. zamanın onları öldürmesini beklerken vakit öldürmekle yetiniyorlar.
yapılan her şey sonunda bozguna döner. insan doğduğu andan itibaren ölmeye başlar.
bu ölü yıldız asla sönmeyecek. yaşamımın bu yalnızlık ve sonsuzluk tadı asla silinmeyecek.
21.06.2013
canistan
yusuf atılgan
hava kararmadan akşam yemeğini yediler. yemek boyunca, sonra da idare lambasının ışığında konuşurlarken selim yüreği çarparak bakıyordu kadına. esma'da da bir çekingenlik, bir tedirginlik vardı; oğlanın tutumundaki değişmeyi anlamıştı sanki. bir ara elini selim'in alnına koyup:
- gözün aydın, ateşin geçmiş, dedi.
selim kadının bileğini tutup elini öptü. esma ürpererek elini çekti; ama selim bırakmadı; kadını yatağa, yanına çekti, sarıldı, yüzünü, omuzlarını öpmeye başladı.
- yapma, bırak. günaha giriyoruz.
"abacım, dayanamıyom gari, n'olursun kaçma, hiç bi kadınla olmadım daha önce, sen öğret bana."
- olur mu hiç, günah!
"olmazsa kov beni, yarın sabah çekip giderim." dedi selim bir çeşit kurnazlıkla.
- nikahsız çok günah.
"nikahı şehre inince kıydırırız."
nasırlı elleriyle kadının kalçalarını, belini, memelerini okşayıp sıkıyordu. esma'nın kasılmış bedeni gevşiyordu. selim kadının uzun donunu bir türlü sıyıramıyordu. esma "az dur" deyip uçkurunu çözdü; donunu çıkardı. selim de çıkarmıştı donunu. kadın yolunu gösterip erkeği içine aldı; selim yüklenince "ah, yavaş yavaş" dedi. az sonra selim boşaldı; ama yeniyetme diriliği inmemişti. esma da ona sarılmış "bırakma sakın" dedi. sık sık "oh, oh!" diye inleyerek katılıyordu sevişmeye. oğlanın ikinci boşalışından sonra ayrıldılar. kadın yatağın kıyısındaki donunu alıp silinirken selim öpüp okşuyordu onu.
"oh, canım abacım benim." dedi.
- abacım deme bana gari, karın oldum senin. ister esma, ister karım, ister hanımım dersin.
"canım, güzel hanımım."
hava kararmadan akşam yemeğini yediler. yemek boyunca, sonra da idare lambasının ışığında konuşurlarken selim yüreği çarparak bakıyordu kadına. esma'da da bir çekingenlik, bir tedirginlik vardı; oğlanın tutumundaki değişmeyi anlamıştı sanki. bir ara elini selim'in alnına koyup:
- gözün aydın, ateşin geçmiş, dedi.
selim kadının bileğini tutup elini öptü. esma ürpererek elini çekti; ama selim bırakmadı; kadını yatağa, yanına çekti, sarıldı, yüzünü, omuzlarını öpmeye başladı.
- yapma, bırak. günaha giriyoruz.
"abacım, dayanamıyom gari, n'olursun kaçma, hiç bi kadınla olmadım daha önce, sen öğret bana."
- olur mu hiç, günah!
"olmazsa kov beni, yarın sabah çekip giderim." dedi selim bir çeşit kurnazlıkla.
- nikahsız çok günah.
"nikahı şehre inince kıydırırız."
nasırlı elleriyle kadının kalçalarını, belini, memelerini okşayıp sıkıyordu. esma'nın kasılmış bedeni gevşiyordu. selim kadının uzun donunu bir türlü sıyıramıyordu. esma "az dur" deyip uçkurunu çözdü; donunu çıkardı. selim de çıkarmıştı donunu. kadın yolunu gösterip erkeği içine aldı; selim yüklenince "ah, yavaş yavaş" dedi. az sonra selim boşaldı; ama yeniyetme diriliği inmemişti. esma da ona sarılmış "bırakma sakın" dedi. sık sık "oh, oh!" diye inleyerek katılıyordu sevişmeye. oğlanın ikinci boşalışından sonra ayrıldılar. kadın yatağın kıyısındaki donunu alıp silinirken selim öpüp okşuyordu onu.
"oh, canım abacım benim." dedi.
- abacım deme bana gari, karın oldum senin. ister esma, ister karım, ister hanımım dersin.
"canım, güzel hanımım."
20.06.2013
ölümsüz
vassilis vassilikos
sağcılar, bağları saran pas hastalığı gibidir.
bu dünyada yalnız cebi para dolu kişi saygı görür. yolsuzlar, sümüklü böcek gibi ezilmeye mahkumdurlar. kabak hep yoksulların başında patlar. güçlüler her zaman güçlüdür. büyük balık hep küçük balığı yutar.
ölüler konuşmaz. sırtlarında ölümün güzelliği, hiçbir ilkbahar ve tomurcuklarının bize açıklayamayacağı sırları birlikte götürürler. soğuyan kemiklerin çevresinde oluşan tuz gibi, yapılamayan açıklamalar, boğulup giden savunmalar, muhtıralar, yetki itirazları, yargılama yöntemleri, olayların yorumuyla kabardıkça kabaran toprak.
ölüler, tarihin nasıl oluştuğunu bilmezler. tarihi kanlarıyla sular, ölümlerinden sonra olup bitenleri öğrenemezler. yaptıkları özveriyi bilmezler, bu bilmezlik onları daha da güzelleştirir.
kimsenin yararlanmadığı kaynak bir türlü kurumaz.
gezip dolaşacağı uçsuz bucaksız yerler, uzanacağı bir kumsal, okşayacağı bir kadın bulunmayan kişi korkar; cılız, başı ağaç yapraklarına, yıldızlarda biten bademlere değmeyen, yumurta ve tavuk kadar gezegenimizle yakın ilişki kurmuş bir yasaya, yer çekimi yasasına alışmış kişi korkar. oysa, başka yasalarla yönetilen öbür gezegenlerde yaşamayı da öğrenmek zorundadır.
insanoğlunun ay'ı ve deniz diplerini fethetmeye hazırlandığı bir çağda, siyasal amaçlarla cinayetlerin işlenmesi akıl alacak şey değildir.
ölüm, tamamlanmayan her şeydir.
düşünce paslanmadıkça aşk hep aşk kalacaktır. aşkın değişkenleri gövdeleridir. neyse ki gövdeler de değişebilir; ama aşk her yüzün, her çift saydam gözün ardında hep aynıdır. özlem; bizi aşan, çevremizdeki duvarları, engelleri istemeyen, öteleri arzulayan bir şeyin özlemidir bu. sesime karışan senin sesin, çift ses, hiçbir ses, çağların ötesinden gelen bir uyumla güneş kadar değişmez; bir şeyi tekrarlayan, gerçekte sen ve ben olmasak da yine biziz aşk.
olayların ağına takılınca, tarafsız bir gözle neyin yapılması, neyin yapılmaması gerektiğini kestirmek güçtür.
aşk çok tatlı; ama benim için sende yaşamak daha da tatlı. kendini bıraktığın, boyun damarlarının titrediği sıra. kendini bende yitirdiğin, yitip gitmene engel olduğum an. sen, pasif ve coşkun deniz, duruma göre ölümsüz ya da geçici ırmak, kıpkırmızı pençeleriyle kekliklerin ötüştüğü sel yatağı, sen ve ben, barış.
eninde sonunda herkes yalnız değil mi? yanılıyor, tersine inanıyoruz ama hepimiz ayrı ayrı acı çekiyoruz.
sağcılar, bağları saran pas hastalığı gibidir.
bu dünyada yalnız cebi para dolu kişi saygı görür. yolsuzlar, sümüklü böcek gibi ezilmeye mahkumdurlar. kabak hep yoksulların başında patlar. güçlüler her zaman güçlüdür. büyük balık hep küçük balığı yutar.
ölüler konuşmaz. sırtlarında ölümün güzelliği, hiçbir ilkbahar ve tomurcuklarının bize açıklayamayacağı sırları birlikte götürürler. soğuyan kemiklerin çevresinde oluşan tuz gibi, yapılamayan açıklamalar, boğulup giden savunmalar, muhtıralar, yetki itirazları, yargılama yöntemleri, olayların yorumuyla kabardıkça kabaran toprak.
ölüler, tarihin nasıl oluştuğunu bilmezler. tarihi kanlarıyla sular, ölümlerinden sonra olup bitenleri öğrenemezler. yaptıkları özveriyi bilmezler, bu bilmezlik onları daha da güzelleştirir.
kimsenin yararlanmadığı kaynak bir türlü kurumaz.
gezip dolaşacağı uçsuz bucaksız yerler, uzanacağı bir kumsal, okşayacağı bir kadın bulunmayan kişi korkar; cılız, başı ağaç yapraklarına, yıldızlarda biten bademlere değmeyen, yumurta ve tavuk kadar gezegenimizle yakın ilişki kurmuş bir yasaya, yer çekimi yasasına alışmış kişi korkar. oysa, başka yasalarla yönetilen öbür gezegenlerde yaşamayı da öğrenmek zorundadır.
insanoğlunun ay'ı ve deniz diplerini fethetmeye hazırlandığı bir çağda, siyasal amaçlarla cinayetlerin işlenmesi akıl alacak şey değildir.
ölüm, tamamlanmayan her şeydir.
düşünce paslanmadıkça aşk hep aşk kalacaktır. aşkın değişkenleri gövdeleridir. neyse ki gövdeler de değişebilir; ama aşk her yüzün, her çift saydam gözün ardında hep aynıdır. özlem; bizi aşan, çevremizdeki duvarları, engelleri istemeyen, öteleri arzulayan bir şeyin özlemidir bu. sesime karışan senin sesin, çift ses, hiçbir ses, çağların ötesinden gelen bir uyumla güneş kadar değişmez; bir şeyi tekrarlayan, gerçekte sen ve ben olmasak da yine biziz aşk.
olayların ağına takılınca, tarafsız bir gözle neyin yapılması, neyin yapılmaması gerektiğini kestirmek güçtür.
aşk çok tatlı; ama benim için sende yaşamak daha da tatlı. kendini bıraktığın, boyun damarlarının titrediği sıra. kendini bende yitirdiğin, yitip gitmene engel olduğum an. sen, pasif ve coşkun deniz, duruma göre ölümsüz ya da geçici ırmak, kıpkırmızı pençeleriyle kekliklerin ötüştüğü sel yatağı, sen ve ben, barış.
eninde sonunda herkes yalnız değil mi? yanılıyor, tersine inanıyoruz ama hepimiz ayrı ayrı acı çekiyoruz.
kitaplar kitabı
arif damar
ama, okyanusun
gel de cemreler düşsün havalarıma
toprağıma suyuma
haziranda kiraz dalı
çocuklar uzansın diye
yere doğru
eğilir
akıl ersin ermesin sevdama
senden yanayım dedi yeşeren dal senden yana
sevmedim hiç
geçtiğim bir sokaktan geri dönmeyi
başka evler göreyim başka bir kireç
başka güneşler birikinti sularda
başka balkonların başka kadınları
başka baca başka duman başka kiremit
başka çöp tenekeleri
bir şair kendinden başka
nereye gidebilir ki
kimileri
"ben hemen çıkarım" derdi
"hemen salarlar beni
ben bir şey yapmadım ki"
bak sen kerataya
bir şey yapmamış
asıl onu yatırmalı üç beş yıl
aklı başına gelsin
hiç olmazsa bir şey yapar dışarı çıkınca
ille görmek için mi beklenir güzel günler
beklemek de güzel
19.06.2013
aylak insan
george sand
aylak insan, kıra, sağlık kazanmak ve hava almak üzere gelir. sonra kölelerinin emeğiyle elde edilen kazancı harcamak üzere büyük kentlere döner. ırgatlara gelince; bunlar, pek yorgun, pek mutsuz ve gelecekten pek kaygılı oldukları için, kırların güzelliğinden, kır yaşamının zevklerinden yararlanamazlar. onlar, altın renkli tarlalara, güzel çayırlara, gururlu hayvanlara, gereksinmelerine yetişmeyecek denli küçük bir kısmı kendilerinin olan para torbaları gözüyle bakarlar. böyle olduğu halde, aylağı hoşnut etmek ve onun toprağında sıkıntılı, sürünürcesine bir yaşam sürme karşılığını vermek için, bu ilençli torbaları her yıl doldurmak gerekir.
oysa, doğa sonsuza dek gençtir, güzeldir ve eliaçıktır. özgürce gelişmelerine olanak tanınan bütün yaratıklar ve bitkiler, üzerine şiirini ve büyüsünü saçar. mutluluğun gizi ondadır ve bu gizi ondan kimse çalamamıştır. en mutlu insan, işini bilen, elleriyle çalışan, gönencini ve özgürlüğünü, bilinçli zekasını kullanmakta bulan, duyguyla ve mantıkla yaşamak ve kendi yapıtını anlamak, tanrının yapıtını sevmek olanağını bulan insan olabilir.
aylak insan, kıra, sağlık kazanmak ve hava almak üzere gelir. sonra kölelerinin emeğiyle elde edilen kazancı harcamak üzere büyük kentlere döner. ırgatlara gelince; bunlar, pek yorgun, pek mutsuz ve gelecekten pek kaygılı oldukları için, kırların güzelliğinden, kır yaşamının zevklerinden yararlanamazlar. onlar, altın renkli tarlalara, güzel çayırlara, gururlu hayvanlara, gereksinmelerine yetişmeyecek denli küçük bir kısmı kendilerinin olan para torbaları gözüyle bakarlar. böyle olduğu halde, aylağı hoşnut etmek ve onun toprağında sıkıntılı, sürünürcesine bir yaşam sürme karşılığını vermek için, bu ilençli torbaları her yıl doldurmak gerekir.
oysa, doğa sonsuza dek gençtir, güzeldir ve eliaçıktır. özgürce gelişmelerine olanak tanınan bütün yaratıklar ve bitkiler, üzerine şiirini ve büyüsünü saçar. mutluluğun gizi ondadır ve bu gizi ondan kimse çalamamıştır. en mutlu insan, işini bilen, elleriyle çalışan, gönencini ve özgürlüğünü, bilinçli zekasını kullanmakta bulan, duyguyla ve mantıkla yaşamak ve kendi yapıtını anlamak, tanrının yapıtını sevmek olanağını bulan insan olabilir.
18.06.2013
aslan asker şvayk
insanları boğazlamanın ilk hazırlıkları, her zaman, ya tanrı adına ya da insanoğlunun kendi kafasında yarattığı yüce bir varlık adına yapılmıştır.
büyük dönemler, büyük insanlar yaratır.
hayatta düzenbazlar da olmalı. bu dünyada herkes dürüst davransaydı çok geçmeden millet birbirinin gırtlağına sarılırdı.
siyaset palavradan başka bir şey değildir.
şu deliler akıl hastanesine kapatıldıkları için neden o kadar öfkelenirler, akıl sır erdiremem. çok canın çekerse, çırılçıplak soyunup yerlerde sürünebilir, çakallar gibi uluyabilir, iyice tepen atarsa önüne geleni ısırabilirsin. bütün bunları sokağın ortasında yapmaya kalksan, millet hayretten donakalır, küçük dilini yutar; oysa böyle şeyler orada son derece doğal karşılanır. dilersen tanrı baba olursun, dilersen meryem ana, papa, ingiltere kralı, imparator hazretleri ya da aziz venseslas. sosyalistlerin bile düşleyemeyecekleri bir özgürlük vardır orada.
askerden yırtmanın en iyi yolu, deli numarası yapmaktır.
şu ölümlü dünyada her şeyin bir sonu vardır.
tuhaftır ama, kısa ve şişman insanlar genellikle iyimser olurlar; uzun boylu ve zayıf insanlar ise tam aksine kuşkucudurlar.
yumruk yemek çok faydalıdır. mideye iyi gelir, hazmı kolaylaştırır.
hayat bir dönme dolaptır.
umut, hayat kavgasında insana güç verir. insan umudunu asla kaybetmemeli.
bu intikam işleri bir tuhaftır; göt altına giden, masumlar olur hep.
insanoğlu en korkunç yıkımların bile üstesinden gelebilir; yeter ki doğruluk ve erdem yüreğinden eksik olmasın.
17.06.2013
spartacus
kimse gerçekten özgür olamaz.
her erkek, her kadın özgürlüğün tadıyla doğup yaşamalı ve özgür ölmelidir.
sevdiğinin elleri değse dünya bile yönünü değiştirirdi.
erkeklerinki titrediğinde kaderi kadınların elleri şekillendirir.
özgür insanlar kendi şanslarını yaratır.
kafesteki bir aslanın canını almanın onurlu bir tarafı yoktur.
iffetin tek hediyesi onu kaybetmektir.
kader sık sık insanı kalbinden uzağa götürür.
tüm yaralar iyileşir. en derinleri bile.
muharebeler kaybedilse de savaşlar tek bir zaferle sonlanır.
hiçbir çocuk babasının suçları yüzünden günahsız kalamaz.
para kazanmak için para harcamak gerekir.
bize verilen yükler bazen bizi hüzünlendirebilir; ama onları taşımak bizim yegane görevimizdir.
onurlu seçimlerin neticesi büyük olur.
kadınlar bir jesti, sırf sonunun ne olacağını görmek için geri çevirirler.
her erkek, her kadın özgürlüğün tadıyla doğup yaşamalı ve özgür ölmelidir.
sevdiğinin elleri değse dünya bile yönünü değiştirirdi.
erkeklerinki titrediğinde kaderi kadınların elleri şekillendirir.
özgür insanlar kendi şanslarını yaratır.
kafesteki bir aslanın canını almanın onurlu bir tarafı yoktur.
iffetin tek hediyesi onu kaybetmektir.
kader sık sık insanı kalbinden uzağa götürür.
tüm yaralar iyileşir. en derinleri bile.
muharebeler kaybedilse de savaşlar tek bir zaferle sonlanır.
hiçbir çocuk babasının suçları yüzünden günahsız kalamaz.
para kazanmak için para harcamak gerekir.
bize verilen yükler bazen bizi hüzünlendirebilir; ama onları taşımak bizim yegane görevimizdir.
onurlu seçimlerin neticesi büyük olur.
kadınlar bir jesti, sırf sonunun ne olacağını görmek için geri çevirirler.
16.06.2013
aforizmalar
franz kafka
yaşamının daha başlangıcında iki ödev: giderek çevreni daraltmak ve kendini bu çevre dışında bir yerde gizleyip gizlemediğini sürekli denetlemek.
belirli bir noktadan sonra artık geriye dönüş yoktur. işte varılması gereken yer o noktadır.
bilginin ilk işareti ölmek arzusudur. bu yaşam dayanılmaz görünür, bir başkası ise erişilmez.
bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamaktır mutluluk.
ona sığınmazsa, insan yaşamdan nasıl zevk alabilir?
hayvan, hışımla çekip alır kırbacı efendisinin elinden ve kendi kendisinin efendisi olmak için kendi kendisini kırbaçlar; bilmez ki bu, efendisinin kırbacına atılmış yeni düğümün yol açtığı bir hayalden başka bir şey değildir.
iyi, bir bakıma rahatsızlık vericidir.
kötüye taksitle ödeme yapılamaz; oysa hep böyle yapılmaya çalışılır.
av köpekleri henüz avluda oynuyor; ama avları, daha şimdiden ormanda ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar, ellerinden kurtulamayacaklar.
bu dünya için kendini paralaman gülünç.
"sein" sözcüğü almancada iki anlama gelir: "var olmak" ve "onun olmak."
dünyayla arandaki savaşımda, dünyadan yana ol.
onlara kral ya da kralın habercileri olma seçeneği verilmişti. çocukların yaptığı gibi hepsi haberci olmak istedi. bu yüzden çok sayıda haberci var, dünyayı dolaşıp duruyorlar, yeryüzünde kral kalmadığından, anlamsız hale gelen haberleri birbirlerine ulaştırıyorlar. bu sefil hayatlarına memnuniyetle bir son vermek istiyorlar; ancak bağlılık yemininden dolayı buna cesaretleri yok.
doğamız gereği arınmamışsak, kurtulamayacağımız sorular vardır.
bir dayanak olmaktan çıkınca özgürleşir ruh ancak.
gerçek parçalara ayrılamaz; bu yüzden kendini tanıma yeteneğinden yoksundur; her kim onu tanımak isterse bir yalan olmak zorundadır.
sadece bilgi ağacının yemişlerini yediğimiz için değil, hayat ağacının yemişlerinden hala yemediğimiz için de günahkarız.
ortada görünenden daha fazla şeytani olan yoktur.
gözle görülür bütün dünya, bir anlık huzur arayan insanın güdülenmesinden başka bir şey değildir.
kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı.
yaşamının daha başlangıcında iki ödev: giderek çevreni daraltmak ve kendini bu çevre dışında bir yerde gizleyip gizlemediğini sürekli denetlemek.
belirli bir noktadan sonra artık geriye dönüş yoktur. işte varılması gereken yer o noktadır.
bilginin ilk işareti ölmek arzusudur. bu yaşam dayanılmaz görünür, bir başkası ise erişilmez.
bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamaktır mutluluk.
ona sığınmazsa, insan yaşamdan nasıl zevk alabilir?
hayvan, hışımla çekip alır kırbacı efendisinin elinden ve kendi kendisinin efendisi olmak için kendi kendisini kırbaçlar; bilmez ki bu, efendisinin kırbacına atılmış yeni düğümün yol açtığı bir hayalden başka bir şey değildir.
iyi, bir bakıma rahatsızlık vericidir.
kötüye taksitle ödeme yapılamaz; oysa hep böyle yapılmaya çalışılır.
av köpekleri henüz avluda oynuyor; ama avları, daha şimdiden ormanda ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar, ellerinden kurtulamayacaklar.
bu dünya için kendini paralaman gülünç.
"sein" sözcüğü almancada iki anlama gelir: "var olmak" ve "onun olmak."
dünyayla arandaki savaşımda, dünyadan yana ol.
onlara kral ya da kralın habercileri olma seçeneği verilmişti. çocukların yaptığı gibi hepsi haberci olmak istedi. bu yüzden çok sayıda haberci var, dünyayı dolaşıp duruyorlar, yeryüzünde kral kalmadığından, anlamsız hale gelen haberleri birbirlerine ulaştırıyorlar. bu sefil hayatlarına memnuniyetle bir son vermek istiyorlar; ancak bağlılık yemininden dolayı buna cesaretleri yok.
doğamız gereği arınmamışsak, kurtulamayacağımız sorular vardır.
bir dayanak olmaktan çıkınca özgürleşir ruh ancak.
gerçek parçalara ayrılamaz; bu yüzden kendini tanıma yeteneğinden yoksundur; her kim onu tanımak isterse bir yalan olmak zorundadır.
sadece bilgi ağacının yemişlerini yediğimiz için değil, hayat ağacının yemişlerinden hala yemediğimiz için de günahkarız.
ortada görünenden daha fazla şeytani olan yoktur.
gözle görülür bütün dünya, bir anlık huzur arayan insanın güdülenmesinden başka bir şey değildir.
kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı.
15.06.2013
bazı kadınlar
alice munro
bir erkeğin odayı terk ettiğinde, o odadaki her şeyi geride bıraktığını unutma. bir kadınsa, odadan dışarı çıktığında, o odada olmuş her şeyini beraberinde götürür.
insan ilk kitabını bastırınca bir süre kendini bir bok sanıyor.
hayatımmış, yaşamımmış, aşamalarmış; bir şey keşfettiysem o da kişiliğimin kokuşmuş olduğudur. amacımmış. bokummuş. maneviyatımmış. entelektüelliğimmiş. içeride hiçbir şey yok. sadece dışarısı var, ne yaptığın, hayatın her bir dakikası. bunun farkına vardığımdan beridir mutluyum. kişilik denilen şu aptal meseleyi geride bıraktım.
hayatınız boyunca bir şeyin olduğu sadece birkaç yer, hatta tek bir yer vardır, bir de diğer yerler.
sofya kovalevskaya: matematik okumamış birçoğu onu aritmetikle karıştırıp kuru ve sıkıcı olduğunu düşünür. ne var ki gerçekte bu bilim esaslı bir hayal gücü gerektirir.
bir tane önemli kadın ismi söyle bana. erkekleri baştan çıkarıp öldürmek dışında, dünyaya bir faydası, etkisi olmuş birini söyle. onlar doğuştan geri ve benciller ve bir fikir, kendilerini adayabilecekleri makul bir fikir benimsemeyegörsünler, anında isterikleşip kibirleri yüzünden her şeyi mahvederler.
matematik doğal bir yetenektir, aynı kuzey ışıkları gibi. dünyada başka her şeyden, makaleler, ödüller, meslektaşlar ve diplomalardan azadedir.
bir erkeğin odayı terk ettiğinde, o odadaki her şeyi geride bıraktığını unutma. bir kadınsa, odadan dışarı çıktığında, o odada olmuş her şeyini beraberinde götürür.
insan ilk kitabını bastırınca bir süre kendini bir bok sanıyor.
hayatımmış, yaşamımmış, aşamalarmış; bir şey keşfettiysem o da kişiliğimin kokuşmuş olduğudur. amacımmış. bokummuş. maneviyatımmış. entelektüelliğimmiş. içeride hiçbir şey yok. sadece dışarısı var, ne yaptığın, hayatın her bir dakikası. bunun farkına vardığımdan beridir mutluyum. kişilik denilen şu aptal meseleyi geride bıraktım.
hayatınız boyunca bir şeyin olduğu sadece birkaç yer, hatta tek bir yer vardır, bir de diğer yerler.
sofya kovalevskaya: matematik okumamış birçoğu onu aritmetikle karıştırıp kuru ve sıkıcı olduğunu düşünür. ne var ki gerçekte bu bilim esaslı bir hayal gücü gerektirir.
bir tane önemli kadın ismi söyle bana. erkekleri baştan çıkarıp öldürmek dışında, dünyaya bir faydası, etkisi olmuş birini söyle. onlar doğuştan geri ve benciller ve bir fikir, kendilerini adayabilecekleri makul bir fikir benimsemeyegörsünler, anında isterikleşip kibirleri yüzünden her şeyi mahvederler.
matematik doğal bir yetenektir, aynı kuzey ışıkları gibi. dünyada başka her şeyden, makaleler, ödüller, meslektaşlar ve diplomalardan azadedir.
14.06.2013
akıl tutulması
max horkheimer
insanlar gerçekte yaptıklarından, düşündüklerinden ve hissettiklerinden daha iyidirler.
hiçbir şey, insanın en yüksek amacı olarak ruhun kurtuluşunun yerini alan maddi refah bile, kendi içinde ve kendisi için değerli değildir; hiçbir amaç kendi içinde bir ötekinden daha iyi değildir.
kitlelerin başıboş eylemleri, daha önce köle olan despotların aşırılıkları kadar hastalıklı ve korkunç olabilmektedir. gerçekten saygı duydukları ve özendikleri tek şey iktidardır.
egemenlik ilkesi, her şeyin feda edildiği bir put haline gelmiştir.
insanın doğayı boyunduruk altına alma çabalarının tarihi, insanın insanı boyunduruk altına almasının da tarihidir. ego, benlik kavramının gelişimi, bu iki yanlı tarihi yansıtır.
zamanımızın egemen düşüncesi, öz-savunmadır, benliğin korunması; ama ortada korunacak bir benlik kalmamıştır.
durumu değiştirme konusundaki bütün iyimserliğine ve insanlar arası dayanışmadan doğan mutluluğa verdiği büyük değere karşın, bir maddecide karamsar bir damar da vardır. geçmiş adaletsizlikler hiçbir zaman geri alınamayacak; geçmiş kuşakların acıları giderilemeyecek.
bugünkü koşullarda özneyle nesne veya sözcükle şey bütünleştirilemediği ölçüde, olumsuzlama ilkesi gereğince, sahte mutlakların yıkıntıları arasından göreli doğruları kurtarmak zorundayız.
dünya, geçmişten yorgun düşmüş
ölebilse artık, dinlenebilse
pragmatizm, anımsamaya ve derin derin düşünmeye vakti olmayan bir toplumu yansıtır. pragmatizme göre, doğruluk kendi başına değerli değil; etkili olduğu, bizi doğruluğa yabancı, en azından doğruluğun dışında bir başka şeye götürdüğü sürece değerlidir.
"bazı insanlar başkalarının hayatı, refahı ve mutluluğu için acı çeker ve ölürler. bu yasanın sürekli işlediğini görebiliriz. dünya bunun en yüce örneğini golgotha'da görmüştü." (bir ingiliz rahip)
egonun yüceltilmesi ve varlığın başlı başına bir amaç olarak savunulması ilkesinin varacağı yer, bireyin kesin güvensizliği, toptan yadsınmasıdır.
insanlar gerçekte yaptıklarından, düşündüklerinden ve hissettiklerinden daha iyidirler.
hiçbir şey, insanın en yüksek amacı olarak ruhun kurtuluşunun yerini alan maddi refah bile, kendi içinde ve kendisi için değerli değildir; hiçbir amaç kendi içinde bir ötekinden daha iyi değildir.
kitlelerin başıboş eylemleri, daha önce köle olan despotların aşırılıkları kadar hastalıklı ve korkunç olabilmektedir. gerçekten saygı duydukları ve özendikleri tek şey iktidardır.
egemenlik ilkesi, her şeyin feda edildiği bir put haline gelmiştir.
insanın doğayı boyunduruk altına alma çabalarının tarihi, insanın insanı boyunduruk altına almasının da tarihidir. ego, benlik kavramının gelişimi, bu iki yanlı tarihi yansıtır.
zamanımızın egemen düşüncesi, öz-savunmadır, benliğin korunması; ama ortada korunacak bir benlik kalmamıştır.
durumu değiştirme konusundaki bütün iyimserliğine ve insanlar arası dayanışmadan doğan mutluluğa verdiği büyük değere karşın, bir maddecide karamsar bir damar da vardır. geçmiş adaletsizlikler hiçbir zaman geri alınamayacak; geçmiş kuşakların acıları giderilemeyecek.
bugünkü koşullarda özneyle nesne veya sözcükle şey bütünleştirilemediği ölçüde, olumsuzlama ilkesi gereğince, sahte mutlakların yıkıntıları arasından göreli doğruları kurtarmak zorundayız.
dünya, geçmişten yorgun düşmüş
ölebilse artık, dinlenebilse
pragmatizm, anımsamaya ve derin derin düşünmeye vakti olmayan bir toplumu yansıtır. pragmatizme göre, doğruluk kendi başına değerli değil; etkili olduğu, bizi doğruluğa yabancı, en azından doğruluğun dışında bir başka şeye götürdüğü sürece değerlidir.
"bazı insanlar başkalarının hayatı, refahı ve mutluluğu için acı çeker ve ölürler. bu yasanın sürekli işlediğini görebiliriz. dünya bunun en yüce örneğini golgotha'da görmüştü." (bir ingiliz rahip)
egonun yüceltilmesi ve varlığın başlı başına bir amaç olarak savunulması ilkesinin varacağı yer, bireyin kesin güvensizliği, toptan yadsınmasıdır.