henry miller
arthur kısa, erkeksi, genizden sesli, sık sık kahkaha nöbetleriyle sarsılan bir adamdı. başkalarının esprileri kadar kendininkilere de yürekten gülüyordu. olağanüstü sağlıklı, canlı, neşeli ve coşkuluydu. eskiden de böyleydi. ilk taşındığımız günlerde ondan çok hoşlanıyordum. günün ve gecenin her saati ona gidiyor ve yeni okuduğum kitaplardan üç ya da dört saatlik özetler veriyordum. bazen, smerdiakov ve pavel pavlovich, general ivolgin ya da budala'yı çevreleyen o meleksi ruhlar ya da flippovna kadınından söz ederek uzun öğleden sonraları geçirdiğimizi hatırlıyorum. o zamanlar, sonradan evrenleştirici telgraf şirketi'nde yardımcım olarak çalışan irma ile evliydi. arthur raymond'ı ilk tanıdığım o eski günlerde büyük olaylar oldu -zihinde olduğunu eklemem gerek. konuşmalarımız sihirli dağ'dan alınmış bölümler gibiydi; yalnız daha zehirli, daha yüksek, daha iddialı, daha saptırmalı, daha yakıcı, daha tehlikeli, daha manyakça -ve çok daha fazla, haddinden fazla tüketiciydi.
durup konuşmasını dinlerken, hızlı bir geriye bakış yapmıştım. kız kardeşi renée, kronski'nin karısı ile, hastalıkla ilgili bir söyleşi sürdürmeye çalışıyordu (konu ne kadar çekici olursa olsun, sonuncusu insanı sıkıntıdan patlatırdı). bir çatı altında nasıl anlaşacağımızı merak ediyordum. iki odadan büyüğünü kronski şimdiden kapatmıştı bile. bir ayı ininden büyük olmayan öbür odada, altımız birden düğüm halinde oturuyorduk.
"işimizi görür bu" diyordu arthur raymond. "tanrım, fazla odaya ihtiyacımız yok ki -bütün ev sizin. gelmenizi istiyorum. burada güzel vakit geçireceğiz. tanrım!" tekrar bir kahkaha..
sıkıntıda olduğunu biliyordum. fakat paraya ihtiyacı olduğunu söylemeyecek kadar onurluydu. rebecca bekler gözlerle bana bakıyordu. yüzünde ne yazılı olduğunu hemen okudum. aniden mona konuştu: "tutacağız elbet." kronski memnuniyetle ellerini oğuşturdu. "tabi tutacaksınız! çok eğlenceli olacak, göreceksiniz." sonra onlarla kira konusunda pazarlığa girişti. fakat arthur raymond, para hakkında konuşmaya niyetli değildi. "kendi koşullarınıza göre olsun." dedi, piyanonun bulunduğu büyük salona doğru giderek. piyano çaldığını duydum. dinlemeye çalıştım fakat rebecca önümde durdu ve sorularıyla beni bunaltmaya devam etti.
birkaç gün sonra yerleşmiştik. yeni evimizle ilgili ilk dikkatimizi çeken şey, herkesin aynı anda banyoyu kullanmak isteyişi oldu. son kullananın kim olduğunu, bıraktığı kokudan anlar olduk. lavabo her zaman uzun saçlarla dolu oluyordu ve hiçbir zaman bir diş fırçasına sahip olmayan arthur raymond, eline geçen ilk fırçayı kullanıyordu. bir şey daha vardı: etrafta çok dişi dolanıyordu. bir aktrist olan büyük kız kardeş jessica, çok sık gelip geceleri de kalıyordu. rebecca'nın annesi de vardı, her zaman rastgele gelip giden, daima keder içinde, daima kendini bir ceset gibi sürükleyen. ayrıca kronski'nin ve rebecca'nın arkadaşları da vardı. gündüz ve gecenin her saatinde gelen öğrencilerin dışında. ilk başlarda, piyano çalındığını duymak güzeldi; bach'tan, ravel'den, debussy'den, mozart ve başkalarından parçalar. daha sonraları sıkıcı olmaya başladı, özellikle arthur raymond egzersiz yaparken. deli bir adamın sabır ve inadıyla, belli bir bölümü tekrar tekrar çalışıyordu. önce bir elle, sabırla ve ağır ağır, sonra diğer elle, sabırla ve çok ağır ağır; derken daha daha çabuk, ta ki normal tempoya ulaşana kadar. sonra yirmi kere, elli kere, yüz kere. biraz ilerleyerek birkaç ölçü -ditto. aynen böyle. yengeç gibi tekrar başa; en baştan. sonra birden bırakır, yeni bir şeye başlardı, sevdiği bir şeye. bütün yüreğiyle çalardı, bir konser salonunda çalar gibi. fakat yolun üçte birinde teklemeye başlardı. sessizlik. birkaç ölçü geriye gider, parçalar, yeniden kurar, ağır ağır, tek el, iki el, hepsi birden, eller, ayaklar, dirsekler, eklemler, önüne çıkan her şeyi silerek, ağaçları, çitleri, ahırları, çalıları, duvarları ezerek ilerleyen bir tank birliği gibi hareket ederdi. onu dinlemek bir ıstıraptı. zevk için çalmıyordu -tekniğini geliştirmek için çalıyordu. parmakuçlarını yıpratıyor, kıçını düzleştiriyordu. daima ilerleyip gelişerek, saldırarak, genişleyip yayılarak, yok ederek, mat ederek, gücünü artırarak, gözcü ve nöbetçiler koyarak, geri kuvvetleriyle kendine siper kazarak, esirlere saldırarak, yaralıları ayırarak, adamlarına saldırıp pusu kurarak, fişekler, roketler göndererek, cephanelikleri, tren yolları merkezlerini imha ederek, yeni torpidolar, dinamolar, yangın kuleleri dikerek, şifre yollayarak ve yollanan şifreleri çözerek.
ama büyük bir öğretmendi. sevgili bir öğretmen. üzerinde boynu hep açık duran haki gömleğiyle huzursuz bir panter gibi dolaşırdı. bir eli çenesinde, diğer eli de dirseğine dayalı bir şekilde köşede durur dinlerdi. öğrencileirnin, beklediği mükemmelliğe erişebilmek için uğraşmalarını izlerken pencereye doğru yavaşça yürür, mırıldanarak bakardı dışarıya. eğer karşısındaki genç bir öğrenciyse, bir kuzu kadar yumuşak olurdu; çocuğu güldürür, onu kollarına alıp iskemleden koparırdı. nasıl çalınması gerektiğini gösterirken, çok yavaş ve incelikle "gördün mü" derdi. genç olanlara karşı sonsuz bir sabrı vardı -bunu izlemek çok güzeldi. onlara, çiçekmişler gibi bakardı. ruhlarına ulaşmak ister, duruma göre yatıştırmaya ya da parlatmaya çalışırdı. daha büyüklere davranış tekniğini izlemekse çok ilginçti. onlarlayken, baştan aşağı dikkatli, kirpi gibi tetikte, bacakları gerilmiş, kendini dengeleyerek, topukları üzerinde yükselip alçalarak, bir pasajdan diğerine geçişleri ilgiyle izleyerek, yüzünün kasları hızla oynayarak dinlerdi. onlarla, daha şimdiden ustaymışlar gibi konuşurdu. şu ya da bu tür icra, şu ya da bu tür yorum teklif ederdi. onar, on beşer dakikalık aralarla çalmasını keser, önemli teknikler üzerine kıyaslamalar yaparak bir partisyonu bir kitapla, bir yazarı bir diğeriyle, bir paleti bir kumaşla, bir notayı kişisel bir deyimle ve daha başka şeyleri birbirleriyle kıyaslayarak parlak konuşmalara dalardı. müziği yaşatırdı. her şeyde bir müzik duyardı. konser verdiğinde, genç kadınlar salona dolar, hiçbir şey görmeden, yalnız onun deha alevlerine kapılırlardı. evet, bir hayat sunucuydu, bir güneş tanrısıydı o; onları boşalmış bir şekilde yollardı sokağa.
kronski'yle tartışırken başka bir insan olurdu. mükemmellik manyaklığı, müzik hocası olarak onu güçlü duruma getiren o pedagojik hırs, fikir dünyasına daldığında çok azalırdı. kronski, onunla, kedinin fareyle oynadığı gibi oynardı; geçmişini kurcalamaktan zevk alırdı. hiçbir şeyi korumazdı, kendi güvenliğinden başka. sıra hararetli bir tartışmaya gelince, arthur raymond'da jack dempsey stilinden bir şeyler bulunurdu. dans eden bacaklara eklenmiş bir et kütüğü gibi, kısa çabuk ataklarla ve sakinlikle katlanırdı her zaman. arada sırada bir saldırı, akıllıca bir saldırı yapardı, o da yalnız havayla uğraştığını anlamak için. ipler tam kendi elinde görünürken. kronski yıkıcı bir dalavere çevirirdi. bir saniye sonra onu avizeye asılmış bulabilirdiniz. arthur raymond durmadan "yumruklarını kaldır, dövüş! dövüşsene piç!" der gibiydi. ama kronski'nin bir kum torbası olmaya hiç niyeti yoktu. arthur raymond'ı kitap okurken hiç görmedim. çok kitap okuduğunu da sanmıyorum. buna karşın, pek çok şey hakkında da şaşırtıcı bilgisi vardı. okuduklarını olağanüstü bir canlılık ve doğrulukla hatırlardı. dostum ray hamilton'ın dışında, bir kitaptan, tanıdığım herkesten fazla bilgi çıkaran kimseydi. metinin edebi olarak barsaklarını çıkarırdı. doğruyu söylemek gerekirse, roy hamilton, sırasında bir deyim üzerinde günlerce durarak, milimetre milimetre ilerlerdi. bazen ufak bir kitabı bitirmesi bir iki yıl sürerdi; fakat bitirdiğinde, boyuna iki karış eklenmiş gibi olurdu. onun için yarım düzine iyi kitap, hayatının sonuna kadar ruhunu besleyecek yeterli gıdaydı. ona göre, düşünceler yaşayan şeylerdi. louis hambert için olduğu gibi. bir kitabı iyice okuduğunda, bütün kitapları bilirmiş izlenimini bırakırdı. bir kitap yoluyla düşünür ve yaşardı; denemeden, yeni ve yücelmiş bir canlı olarak çıkarak. okuduğu her kitapla boyu kısalan bir öğrencinin tam tersiydi. gerçeğe ulaştıktan sonra istekli bir arayıcı için yoga ne ise kitaplar da onun için öyleydi. tanrı'ya ulaşmasını sağlarlardı.
diğer taraftan, arthur raymond, bir kitabın içeriğini yutar izlenimini bırakırdı. büyük bir dikkatle okurdu ya da, etkilerini görerek ben öyle düşünürdüm. yazarın düşüncelerini emmeye çalışan bir sünger gibiydi. tek amacı yutmak, sindirmekti. bir yırtıcıydı. her yeni kitap, yeni bir zafer belirtisiydi. kitaplar benliğini güçlendiriyordu. büyümüyor, gurur ve kibirle şişiyordu. işbirliği arıyordu, saldırmak ve savaşmak için. yenilmeye tahammülü yoktu. yazarı takdir edebilirdi; fakat dizlerinin üzerinde hiçbir zaman eğilemezdi. katı ve esnemez olarak kaldı; kabuğu kalınlaştıkça kalınlaştı.
elindeki kitabı bitirdiğinde, birkaç hafta ondan başka hiçbir şey konuşamayan bir adamdı. onunla konuşan ne konu açarsa açsın, o, konuyu yeni yuttuğu kitaba çevirirdi. bu konuşmaların en ilginç yönü, kitap hakkında konuştukça, onun kitabı yok etmek için duyduğu bilinçaltı arzunun ortaya çıkmasıydı. aslında bana her zaman başka bir kafanın onu alt etmesinden gerçekten utanıyormuş gibi gelirdi. konuşması kitap hakkında değil, kendinin, yani arthur raymond'ın, onu ne kadar incelikle ve zekice anladığı hakkında olurdu. kitabın bir özetini vermesini beklemek saçmaydı. size, onun analiz ve işlemelerini izlemenizi sağlamak amacıyla, sadece konusu hakkında yeterli bilgi verirdi.
size durmadan "okumalısın, bir harika bu." derken, aslında "önemli bir kitap olduğunu benden öğrenebilirsin; yoksa onu seninle tartışıp zamanımı harcamazdım." demek isterdi. ve, demek istediği, daha çok, okusanız da hiçbir şey fark etmeyeceğiydi; çünkü, kendi çabalarınızla, onun, arthur raymond'ın bulduğu cevherleri hiçbir zaman ortaya çıkaramayacaktınız zaten. "sana onu anlatmayı bitirdiğimde.." der gibiydi, "okumana gerek kalmayacak. yazarın ne söylediğini değil yalnızca, söylemeye niyetlenip söylemediklerini de biliyorum."
sözünü ettiğim yıllarda bir tutkusu da sigmund freud'du. hayır, yalnız freud'u tanıyordu demek istemedim. krafft-ebing, stekel'den beri bütün sürüyü tanırmış gibi konuşurdu. freud'u yalnız düşünür olarak değil, şair olarak da beğenirdi. diğer yandan bu alanda daha çok okumuş, daha derinleşmiş, klinik tecrübesi olma avantajına da sahip ve o sıralarda psikanaliz üzerine kıyaslamalı inceleme yapmakta olan, yani yalnız birbiri ardına yeni bir yazı sıralamaya çalışmayan kronski, onun yıkıcı şüpheciliği, arthur raymond'ı anlatılamayacak kadar rahatsız ediyordu.
yalnız tatsız olmakla kalmayıp, bitmek tükenmek de bilmeyen bu tartışmalar, bizim "yatakhanemizde" oluyordu. mona, dans salonundan ayrılmış, tiyatroda bir iş arıyordu. genellikle hep birlikte mutfakta yiyor, geceyarısına doğru ayrılmaya ve saygıdeğer bölümlerimize gitmeye niyetleniyorduk. fakat arthur raymond, zamana hiç aldırmazdı; bir konuya ilgi duydu mu, ne yemek, ne uyku, ne de seks düşünürdü. dilerse saat beşte yatar, sekizde kalkar ya da on sekiz saat yatakta kalırdı. programını düzenleme işini rebecca'ya bırakmıştı. doğal olarak, bu tür yaşantı, karışıklık ve ertelemeler yaratıyordu. işler çok karıştığında, arthur raymond, günlerce çalışmazdı. böylece yokluk devrelerinden sonra garip dedikodular duyulur, karakterine tamamen değişik bir şöhret getiren hikayeler uydurulurdu. ayrıca bu gezintiler fiziki yaradılışını tamamlamak için gerekliydi; bir müzisyenin yaşamı elbette güçlü yaradılışını tatmin edemezdi. zaman zaman uzaklaşması ve dostlarının, kazara en uygunsuz kişilerin arasına karışması gerekiyordu. bazı kaçamakları masumca ve eğlenceliydi, diğerleri sefil ve çirkin. bir kız gibi yetiştirildiğinden, yaradılışının yabani yanını geliştirmesi açısından yararlı bulurdu bunları. kendinden çok daha iri aptal bir serseriyle kavga etmekten ve adamın kolunu ya da bacağını soğukkanlılıkla kırmaktan zevk alırdı. pek çok küçük adamın yapmayı düşlediği şeyi yapmıştı -judo çalışmıştı. küçük adamların korktuğu kabadayılar dünyasını oluşturan devlere sataşma zevkine varabilmek için çalışmıştı buna. ne kadar büyük olurlarsa, raymond o kadar hoşlanırdı. parmaklarını zedelemekten korktuğu için, yumruklarını kullanmazdı. ama ben daha çok, dövüşür göründüğünü ve tabii ki anlattıklarının şaşkınlıkla dinlenmesini istediğini düşünürdüm. "böyle davranmanı beğenmiyorum." dedim bir keresinde. "eğer bana böyle bir oyun oynasaydın, kafanda bir şişe paralardım." bana kızgınlıkla baktı. dövüşü, güreşi önemsemediğimi biliyordu. "o numaralara en son çare diye başvurduysan da, aldırmıyorum" diye ekledim. "sen sadece kendini göstermek istiyorsun. küçük bir kabadayısın sen ve küçük bir kabadayı, büyüğünden çok daha zavallıdır. günün birinde yanlış adama çatacaksın." güldü. her şeyi garip bir şekilde anladığımı söyledi.
"seni bunun için seviyorum" derdi. "tahammül edilmez birisin. kafan çalışmıyor gerçekten henry." yürekten bir kahkaha atardı. "güvenilmez bir adamsın. yeni bir dünya yaratırsam günün birinde, senin yerin olmayacak içinde. vermenin ve almanın ne demek olduğunu anlamıyorsun. aydın bir serserisin. bazen seni hiç anlamıyorum. daima neşeli, sokulgansın, hemen hemen hoşsohbetsin fakat gene de bağlılığın yok. seninle arkadaş olmaya çalışıyorum. bir zamanlar dosttuk, hatırlıyor musun? fakat değiştin sen. için kaskatı. erişilmiyor sana. tanrım, sen de bana katı diyorsun. ben kendimden eminim, kavgacı ve canlılık doluyum. katı olan sensin. bir haydutsun, bunu biliyor musun?" kıkırdadı, "haydutsun. evet, henry. işte sen busun: sen manevi bir haydutsun."
rebecca ile aramızda kurulan sıkı ahbaplığı izlemek onu sinirlendiriyordu. kıskanç değildi, olması için de neden yoktu; fakat karısıyla böyle düzgün bir ahbaplık kurabilme yeteneğime gıpta ediyordu. bana her zaman onun aydınca becerilerinden söz ederdi, sanki aramızdaki dostluğun temeli buymuş gibi; ama bir tartışmada eğer rebecca da varsa, ona karşı, fikirleri hiç de önemli değilmiş gibi davranırdı. mona'yı neredeyse komik kaçan bir ciddiyetle dinlerdi. onun "evet, evet, mutlaka" dediğini işitene kadar dinlerdi elbet; ama aslında onun söylediği hiçbir şeye aldırdığı yoktu.
rebecca ile yalnızken, onun ütü yapmasını ya da yemek pişirmesini seyrederken, başka bir erkeğe ait bir kadınla konuşulabilecek şeyleri konuşurdum ancak. işte burada arthur raymond'ın bende olmadığını söylediği "almak ve vermek" anlayışı vardı. rebecca dünyasaldı, hiçbir şekilde bir aydın değildi. duygusal bir yaradılışı vardı ve bir kafa olarak değil, bir kadın olarak davranılmaktan hoşlanıyordu. bazen çok basit, gösterişsiz şeylerden, müzik hocasının hiçbir şekilde ilginç bulmadığı şeylerden konuşurduk.
arthur raymond ve kronski arasındaki tartışmaları dinledikçe, kendi kendime sık sık tekrarladığım bir izlenimim vardı. hareketten ayrılan bilginin kısırlığa yol açtığıyla ilgiliydi bu. işte burada her biri kendi alanında başarılı iki genç adam vardı ve gece gündüz yaşamın sorunlarına yeni yaklaşımlar üzerinde tartışıp duruyorlardı. viyana şehrinin uzak bir kısmında oturup ciddi, sade, disiplinli bir yaşantı sürdüren ağırbaşlı bir kişiydi bu çatışmaların nedeni. bütün batı dünyasında bu boğuşma sürüp gidiyordu. sigmund freud'un teorileri hakkında hararetle konuşmamız gerekiyordu ya da hiç konuşmamamız -öyle görünüyordu. yalnız bu gerçek, tartışılan teorilerden daha önemliydi. binlerce kişi -yüzlerce değil!- önümüzdeki yirmi yıl içinde psikanaliz olarak bilinen sürece boyun eğecek. psikanaliz kelimesi giderek büyüsünü kaybedecek ve sıradan bir kelime olacak. terapik değeriyse, popüler anlayışın yayılması oranında azalacak. freud'un bilinçaltı araştırmaları ve açıklamaları, nevrotiklerin yaşama yeniden adapte olmaya başlama arzularıyla, gittikçe etkisini kaybedecek.
iki genç arkadaşımın durumuna gelince, bir tanesi, gündelik sorunların komünizm dışında her türlü çözüm yolundan hoşnutsuzdu; daha önce de anlattığım gibi, bir olayda beni delilikle itham edeni ise eninde sonunda benim hastam olacaktı. müzik öğretmeni, dünyayı düzeltmek için müziğini terk etti ve başarısızlığa uğradı. kendi yaşamını bile daha ilginç, daha tatmin edici, daha rahat yapmayı başaramadı. diğeri ise tıbbi çalışmalarını bıraktı ve sonunda kendini şarlatan bir doktorun ellerine terk etti, sana sadığım! bunu, özellikle, benim içtenlik ve hevesimden başka özelliğim olmadığını bilerek yaptı. üzücü olan sonuçtan hoşnuttu ve karşılığında güvenilmişti. o konuştuğumuz günlerin üzerinden yirmi yıllık bir süre geçti.
geçen gün, amaçsız bir şekilde dolaşırken, sokakta arthur raymond'la karşılaştım. seslenmeseydi, yanından geçip gidebilirdim. değişmiş, hemen hemen kronski'ninkine eşit bir göbek bağlamıştı. kara, kömürleşmiş bir dizi dişli, orta yaşlı bir adamdı şimdi. birkaç kelimeden sonra oğlundan söz etmeye başladı -kolejde okuyan ve bir futbol takımında oyuncu olan en büyük oğlundan. bütün umutlarını oğluna bağlamıştı. iğrendim. üzüntü içinde, kendi yaşamıyla ilgili bazı bilgiler almaya çalıştım. hayır, oğlundan söz etmeyi yeğliyordu. günün birinde büyük bir adam olacaktı o. (bir atlet, müzisyen, tanrı bilir ne!) oğlunu siklemiyordum. bu büyük coşkunluktan çıkarabildiğim tek şey, arthur raymond'ın artık ruhunu kaybettiği oldu. oğluyla yaşıyordu. acı bir şeydi bu. ondan çabucak kurtulamadım.
"bir an önce gelip bizi görmelisin." (beni tutmaya çalışıyordu) "birlikte eski günleri anarız. konuşmayı nasıl sevdiğimi bilirsin." eskiden olduğu gibi sinir bozucu bir kahkaha attı.
"nerede oturuyorsun?" diye ekledi, kolumu yakalayarak.
bir kağıt çıkardım cebimden ve uydurma bir telefon numarası ve adres yazdım.
bir dahaki buluşmamızın herhalde öbür dünyada olacağını düşündüm.
uzaklaşırken, birden, bunca yıl başımdan neler geçtiğiyle hiç ilgilenmediğini fark ettim. yurtdışında olduğumu, birkaç kitap yazdığımı biliyordu. "senin saçmalarından bazılarını okudum biliyor musun?" demişti. sonra da düşünceli bir şekilde gülmüştü. "fakat ben seni bilirim; seni eski çapkın, beni kandıramazsın!" kendi adıma şöyle cevap verebilirdim: "evet, ben de seni bilirim. kibir ve yalan dolandan çektiklerini bilirim."
deneylerimizi değiş tokuşa başlasaydık, zevkli bir konuşma olabilirdi aramızda. birbirimizi, hiç olmadığı kadar iyi anlayabilirdik. bana bir fırsat vermiş olsaydı, yenilgiye uğramış arthur'un, benim için, bir vakitler tabulaştırdığım genç adam kadar sevgili olduğunu anlatabilirdim. her ikimiz de kendi yolunca birer serkeştik ve ikimiz de yeni bir dünya yaratmak için çabalamıştık.