dalgın çalgılar gibi duran akşamüzerleri
incir kokan gece sokağı
sonra yüzündeki sabahın ilk ışıkları
yağmurlara çıkmazdın
günler gölgelenirdi kendiliğinden
sonra günler üst üste
üst üste düşerdi yeniden
bütün gün güz bahçelerine uğradım
gözlerinde sarmaşık, ıtır, su zambakları
ellerine karacalar inerdi
güneş yanığı perdelerde
eteklerine kuşların konduğu sedir
pamuk akı örtüler
suyu hiç eksilmeyen sürahinin ışığı
asılı kalırdı zaman
ölümsüz sanırdık kendimizi
kızılı erken düşen ikindilerde
bir daha hiç dağılmadı karanlığım
kalktım gittim ağarmış örtülerin altındaki zamandan
uzakları denedim. uzaklıkları ölçtüm kendimle
dudaklarım yakamozlar gibi şaşırırdı
o uzak çalgıların eşliğinde
belleğin zalim uçurumları
her gittiğim haritada yerini alırdı
patlamış serin güller olurdu, ıslak badem, tuz
arasalardı büyümemiş bir sevinci bulurlardı belki
çok yoklamış yüreğimin bir yerinde
uzun bir yolculuk gibi yaşadıkları
kısacık sokaklardan vazgeçselerdi
ben oradayken
belki de hala orada olurdum ben
kendime yazdığım hayatları
ayıklamakla geçmezdi ömrümün
yaprak zamanı
bir ben söylerdim kuytu akşamlarda
dalgın çalgıların unuttuğu şarkıları
sürgüne açık kapıların eşiğinde
çok oyalanmamalı insan
mevsimler kullanıldıkları yerde kalmalı
varlığı kendinden taşan yaz hayvanlarıydık bu bahçede
anlamıştık dağılacağımızı
perdeler artık başka güneşleri saklayamazken
bu sefer kalan eşyalarımı da topladım
yeni yollara çıkılamazmış sanki
durup geçmiş bir kavşakla ödeşmeden
bir tek yanıma bu çalgıyı aldım