nihat genç
geceleri, rüzgarın batırdığı büyük kayıklar gelir aklıma. geceleri devleşir çocukluk sevgilim. lise ikinci sınıfta, 17 yaşında olmalıyım; okul dönüşü, arkadaşım pastanenin önünde yüz mimikleriyle gizlice, "yolun karşısına bak" dedi. köy yollarında çocukların gelip geçen arabalara sessizce gülümsemeleri gibi, bir kız gülümsüyor. su gibi, şiir gibi bir kız, adı hande'ymiş. ne zaman bakkala ekmek almak için insem, yolumu bir sokak daha uzatır, aşağı sokağın bakkalına girerim. bakkalın tam üstünde penceresi açık beni gözlüyor, gördükçe sessizce gülümsüyor.
hiçbir erkeğin gücü yetmez gül yapraklarını yırtmaya; ama işte o tatlı gülümsemesi yırtıyor kalbimi. bu küçük "yosma", kalbimi kopardı! gülümsemesi ne yüce fedakarlık, şımartıyor beni; coşkulu ve delirmiş bir güç hediye ediyor bana, bütün kapıları ardına kadar açık sonsuz bir romantizmin içine dalıyorum, gökler dar geliyor artık. çekingen ve utangaç bakışlarımı daha fazla kaldıramıyorum, kalbim çarpıyor, ter basıyor, sedef, inci gibi parıldayan gözlerine bakamıyor, koşa koşa geri dönüyorum. içimde çırpınan bir kuş sessizce ağlatıyor, adım attıkça taşlara, renkler sürülüyor yerlere, heyecanlandıkça, sarhoş bir bulut adımların altına sonsuzluk kızağı gibi giriyor, hande'nin açık penceresi gözlerimin önünden gitmiyor!
sokağın bağırsakları gibi parçalanmış lağım borularının sokağı boydan boya ikiye böldüğü, duvar dipleri ısırgan otlarıyla dolu, kırılarak sökülmüş kaldırım taşlarının bir kenara çöp yığınlarıyla birlikte yığıldığı, donlarının ağı kum ve çakılla ağırlaşmış çocukların lağım suları içinde araba lastikleri çevirerek oynaştığı, kafası patlatılmış fare leşlerinin kuruyup kürklü postlarının yıllarca kaldırımda kırılmış şarap şişeleriyle bekleştiği, salıncak ipi gibi bollaşmış ve birkaçı kopmuş elektrik tellerinin baştan sona sıçan uçurtması, çıtalı uçurtmalarla dolu olduğu, bu hayat içinde kendini yemiş bitirmiş ve kararmış küçük hela süpürgelerinin kapı önlerine koyulduğu, mahalle takımının adı esrar içmekten "kurucular"a çıkmış, haylaz, çakal, meşin ve jilet yüzlü serserilerle dolu bu sokakta oturuyordu hande! ödüm kopardı bu sokağa girmekten, bir kız için geldiğimi bilseler jiletle doğrarlar beni.
bu yüzden sevdiğim, çok tembih edilmiş kızlar gibi, yakaları kolalı, tüm elbise düğmeleri nizami iliklenmiş, başı dik, saçları düzgünce taranıp şık bir tokayla toplanmış, gözleri sabit bir noktaya dikilmiş, genç bir teğmen gibi seri ve hızlı adımlarla geçerdi sokağı. bir şey olacak, biri laf atacak diye, yüreğim ağzıma gelirdi.
hande, çok yüksek makamda, aklı başında bir kızdı, tedbiri elden bırakmıyordu. o pis, kokmuş çamaşırları elbise diye giyen kadınlarla dolu sokakta, sanki bir konsolosun kızı gibi, kusursuz bir güzellikte giyiniyordu. yanında annesi, kirli ve bol pardösüsüyle, bu kızın bulaşıklarını yıkamaya gelmiş hizmetçi gibi duruyordu.
incecik ve çok tatlı bir yüzü vardı, yan mahallelerde nadir yetişen bu yağmur tanesi kadar güzel göz kamaştıran kızların burunlarını dik tutuşlarındaki çelik iradesi, onlara, halk arasında bir kraliçe gururu kazandırırdı. bataklıkta büyümüş bu nefis ilahenin gösterişli, çalımlı, burnu havada, kibirli, güzelliğini kahramanlaştıran yürüyüşünden zevk duyardım. etrafını hor gören bakışlarına hayrandım, gözlerimle okşarken onu uzaktan, mermerden bir heykele dokunuyormuşum gibi mesafeli bir saygı içinde bulurdum kendimi. hayatın tek ebedi gayesi, çok dikkatli, çok titiz, kolalı, dantelli, pembeli, kurdelalı, şeritli, gururlu, ütülü, ciddi, dümdüz, en incelmiş kırmızıyı, en incelmiş pembeyi, hepsini, incelikli bir üslupla üstünde bulup buluşturma, taşıma sanatıydı. dağınık ve rastgele olan her şey ahlaksızlıktı. üstüne ne giyerse, bir sanat sevgisiyle zahmet çekilmiş şeylerdi. en incesi, en zarifi, en tatlısı! hızla çarpan kalbim, hırsla koşup en pahalı gömlekler, ışıl ışıl takım elbiseler, akla hayale sığmaz uzun yakalı kopkoyu yeşil gömlekler arar dururdu.
koca yaz kalın boğazlı, kalın burmalı, üstünde çamaşır suyu lekeleri, kazma dişli örgülü, bollaşmış bu bordo kazaktan boğulmuştum. aynı kazakla top oynuyor, terliyorum, kazağın kalın ilmikleri her yanımı yakıyordu. mahalleden bir abi yanıma gelip "oğlum senin giyecek başka şeyin yok mu, temmuzun ortasında boğazlı kazak!" dedi. fındıkta çalışıp yevmiyemle ilk işim kendime gömlek almak oldu.
annem, öğle sonraları ya mukabeleye gider, ya halk eğitim kurslarına. öğle sonrası bomboş ev bana emanet! eski bir rum konağı, üç katlı merdiveni sokak kadar geniş, helezonik tırabzanı dik ve bol kıvrımlı, üzerinde kaymak imkansız, kocaman demir kapısı demir işlemesi yapraklar, çiçeklerle süslüydü ve çok ağır açılıp kapanıyordu; kapının hemen girişinde tamamen mermer döşeli çamaşırhane vardı, çamaşırhanenin buzlu penceresini açtığınızda gökyüzü görünüyordu, evin büyük odası basket sahası kadar genişti, annem, büyük orta halısını nihayet rahat rahat katlamadan serebileceği için çok mutlu olmuştu.
onu görmediğim günler kendimi ikna etmem imkansız, sinir nöbetleriyle sarsılarak sağa sola koşturur, geceyarılarına kadar gözümü penceresinden ayırmam; serseri kara bıçaklar gibi keskinleşmiş bir yığın duygu bir yerlerimi keser, ya karmakarışık duygular içinde ter basar uyuyamam, ya göğsümün içine dolan yüksek gerilimli sıcaklığa karşı koyamaz, serinlemek için yüz defa sahile iner çıkarım. henüz hiç konuşmadığım kızın hayaliyle olmadık delilikte psikolojik savaşlar yaparım, hayalimle kudurup tekme tokat döverim, saatlerce "nerdesin, nerdesin" diye yırtılırcasına bağırır, elime geçen her kağıda notlar, şiirler, mektuplar yazar, yırtar atarım. beni top oynamaktan hiçbir kuvvet alıkoyamazdı, yemiyor, içmiyor, zayıflıyor, hastalanıyorum, herkes yattıktan sonra yatağımdan gizlice kalkıyor, mahallenin şarapçılarının yanına gidiyorum. görüyorum işte kollarım bir kasabınki gibi satırlaşıyor, kara bir zehir tüm iliklerime sızmış, cesetleşiyorum. zalim bir hastalığa kapıldım, mezarlıklarda gizlice sigara içmeye başladım.
kendime kesin emirler veriyorum, bir daha bakmayacağım, sokağından geçmeyeceğim, yarın çağıracağım, gelirse gelir eve, gelmezse defterimden sildim, gibi general komutları yağdırıyorum.
nasıl bir cesaret, küçük kardeşini bulup aynen bu küçük notu ablasına götürmesini istedim: "yarın saat birde evde kimse olmayacak!"
gece kalınlaştı, yarın olmuyor, saat bir nasıl oldu, gelirse ne olacak, kalbim küt küt, canım çıkacak.. kapıyı açık bıraktım, demir kapının ardında beklemeye koyuldum. "geldi!" korkudan başımdan kaynar sular dökülüyor. boynuma sarıldı, "iki gündür göremiyorum seni, delisin, delisin, delisin" diye ağlamaya başladı. bir dolu mavi bulut ayaklarımın altına giriverdi, göğsümden su fışkırıyor, saç diplerinden su fışkırıyor. nefes nefeseyiz. ruhumuzun derinliklerinden bir şeytan açtı çamaşırhanenin kapısını, giriverdik içeri, içerden kilitledim. göğüsleri göğüslerimin hizasında, birbirimize bakıp gülümsüyoruz. "bu, o!" inanamıyorum, iki mumya gibi ayakta. nasıl başlayacağız, öpmeye, okşamaya..
başı yerde "ben sevişmeyi bilmem" dedi, "sen hiç başkasıyla seviştin mi?" dedi, "hayır, hiçbir kızı öpmedim. kimseyle bir şey olmadı!" bir erkeklik duygusu korkuyla çarptı beni, sevişmek zorunda kalırsam nasıl sevişilir, nasıl öpülür hiç bilmem, ya beni acemi ve komik bulursa..
elleri ipekten, kolları tuzlu kurabiye, bacakları süs muzu gibi dümdüz, ben yalnız beceremem bu işi, rembrandt'ın, duvar süslerindeki melekler korosu da yardımcı olmalı bana. ikimizin de sırtına sert ve kanlı bir kırbaç vurulmuş gibi hızla sarılırken birbirimize yere yığıldık. boynunun altını öptüm. arzu ettiğim her şey var burda! önden boylu boyunca düğmeli elbisesi ıslanmış göğsüne yapışmış, inanılmaz bir sevinç kapladı içimi. tane tane çözdü düğmelerini, aptallaşacak kadar şaşırdım, içinden hiçbir şey giymemiş, göğüsleri açık pembe, vişne şerbeti gibi emince.. ne zormuş yaz sıcağında rüzgarsız bir odada sevişmek. hayatımda ilk defa bir kadını çıplak görüyorum, ilk defa bir kadınla yalnız bir odada.. o kadar yumuşacık ki.. ballar balını, bu pembe yemişleri kazıyarak çıkartsam teninden. yumuşacık dal çiçeklerinin tozları gibi. incecik, beyaz ortası pembemsi noktalarla dolu kollarının içi. pembeyle nemlenip süslenmiş kollar! temmuzun en güzel çiçeği. karanfil çiçeği sapı gibi, ince uzun parmakları. boğumlarında katmerli çizgiler kudretten pırlanta yüzükler gibi. küçücük saksı fideleri gibi her yanı çiçek çiçek. memeleri, o tatlı tümsekler, ışıl ışıl. nefes nefese boynunun altında ayva tüylerini gördüm, camekan buğusu gibi nemli. tazecik gül yaprağı gibi dipdiri bir yumuşaklıkta yanakları! okşuyor, doymuyorum. başının altına koyacak bir yastık.. pantolonumu katlayıp yastık yaptım, istedim ki upuzun bir uykuya girsin. güneşe açık yapraklar gibi yanakları. kara ve yabani bir ağaç sürgünü gibi dolandım boynuna. çiçeğe çelik bir sopa kuvvetiyle sarıldım. mermi gibi ağır parmak uçlarımı sırtına geçirdim. ince sürgünlü bu zarif süs çalısının üstüne, koyu gölgeli yaşlı bir ladin gibi yıkıldım. ballanmış dut yer gibi, sonsuzluk meyveleri gibi, doyumsuz bir zevkle, incecik pembe derisini salkım salkım koparttım. bata çıka, oflaya puflaya, kara bir tren gibi geçtim pembecik sırtından, masalsı bir tanyeri kızıllığıyla çok düzgün bir demiryolu izi bıraktım. dönüp dolaşıp boynunun altında ayva tüylerine geri geldim. terli terli koştuğum çim saha, ah, soğuğa, belaya, güneşe, sevdaya dayanıklı ayva tüyleri! ben gerçeği biliyorum, burada yapıştı tenim tanrı'ya! erkenden ısırılmış narlar gibi ekşimsi bir yeşile dönüverdi boyunaltı. süt kıvamında mermerimsi boynuna geçirdim dişlerimi. kalas bir tahtaya paslı bir çivi çakar gibi. intikam isteyen kollarım hızla arkasına geçip ayva sertliğinde memelerini avuç içlerime yastık yaptım, pençelerim esrar içmiş gibi uyuştu, bu baygın sarhoşlukla yıkılıverdim yere.
avuçlarım parlak kabuklu, geniş palmiye yaprakları gibi büyüdü, örtüldü üstüne. dişlerim ateş dikeni! bembeyaz gövdesine bata çıka çam iğneleriyle dövmeleyip kapkalın dikenli tel gibi kanattım her yanını. ayın incecik parlaklığından süzülmüş kristal çizgiler göğüslerinden dizlerine kadar dümdüz iniyor, güneş altında istiridye ışıltısında çizgilerin altından ruhumu sağır eden kokular yükseliyor. baktıkça sarsılıyorum, göbeği terden minicik bir su kasesi oluverdi. hızlı hızlı dikenden ısırıklarım battıkça sırtına, fışkırarak tuzlu mu tuzlu teri döküldü derisinden. seyretmekten tenini, o balını dağıtmış kavun, ben taş oldum. felaket bir sarsıntı, dört mevsim bir saniyede olup ve bitiyormuş gibi. rüzgar, kar, çiçek, kavurucu sıcak, bol bol yayılarak üstümüze bin yıllık bir güç alıverdim tertemiz ve saf mineral derisinden! bedenlerimiz hayatın bilmediğimiz bir başka derinliğine bembeyaz kanatlar takıp giriverdi. kara bir kurt yırtarak bedenimi çıkarttı vahşi başını, mis kokulu bu cennet bahçesini yaka bağır açık darmadağın zehirli salyalarla karıştırdı. susadık, acıktık, neşeyle çıldırıp düşüverdik uçurumdan. zaman zaman birkaç saniye korkuyla birbirimizin gözlerine baktık, "neler oluyor burda" gibi, baygınlık anında içimizden, ruhumuzu çatlatıp fırlamış, tatlı bir zehirden yaratılmış yaratıklar!.. gaz halinde siyah çıplak yaratıklar kırbaçlayarak göklere savuruyor. ödlek çocuklar gibi şaşkınlıkla, bedenimizde olup bitenlerden ürkmeye başladık. çırılçıplak meleklerin saklandığı bir yıldıza doğru kayıyorduk. bitmeyen bir mızıka çalar gibi. ateşli dudaklarım artık hep uzak ve bedenimden bir daha çıkmayan bu yüce zevklerin şarkılarını söyleyecek bir ömür! kardeşlerim olacak erikler, elmalar, yıldızlar, kirazlar, narlar! tatlı nefesi bir ömür ruhum olacak! hep bir sonsuzluk salıncağında sallanıyormuş gibi o tatlı gülümsemesi gözlerim olacak.
başım dönüyor, karanlık bir kuyuya düşmüşüm gibi. içimde kalas yüklü ağır bir kamyonun makası kırılıyor. birden telaşlanıp "örtsek şu pencereyi, görünür müyüz?" diyor. kalbimden tüm şüpheleri söküp atıyorum, bu kız beni seviyor. dizkapaklarımın içinden incecik bir tel şimşek gibi çekiliyor. dağılmış haşlanmış patates gibi yığılıyorum yere. yanımda artık bir eski zaman vazosu süsü gibi, durmaksızın "hande, hande, hande" diyor, vazoya parmak uçlarımı sürtüyorum. bir saniye boş geçmesin, yeniden atılıyorum dudaklarına, terlemiş saç diplerini ponponlu bir lastikle toplayıp kudurmuşluğumuzu durdurmanın yollarını arar gibi, üstünü başını aceleyle topluyor. derim, kara ve kaygan çamurlu dere çimenleri. sırtımızı soğuk mermere verip soluklanıyoruz.
henüz kendime gelmeden, derin soluklar alıp vererek, "öpüşmek böyle olmamalı!" dedi, "hayır, böyle!" dedim. "ben, sanki bir şeyi eksik yapıyoruz diye düşünüyorum!" "hayır, öpüşmek böyle!" "iyi tamam, sinirlenme, sen sadece dudaklarımı öpüyorsun, bir şey eksik diyorum!" beni öpüşmeyi bilmemekle suçluyor, utancımdan öleceğim, haklı olduğunu beş-altı yıl sonra kavrayacağım. acemiliğimden utandım, çılgınca bir paniğe kapıldım, "vallahi böyle!" diye hala iddia ediyorum. lafı değiştirip başka konulardan yeniden kendimi savunmaya çalışıyorum, "filmlerde böyle oluyor, kaç tanesinde gördüm." kahkahalar atarak üstüme saldırdı, birbirimizin üstünde oyun ve şakaya dönüştük. gururu kırılmış erkekliğimi, tahmini zor yerlerimi dişleyerek, gülerek, eğlenerek kendime güvenimi getirdi. kulaklarımızı göğüslerimize dayayıp narin tenlerimizin içinde sımsıcak akan kanın dört nala seslerini duyuyoruz.
insan bu seslerle beslenir, hepsi kalbime kazıldı. ellerini başının altına koyup gözlerini tavana dikti, "biliyor musun, ben roger moore'a aşığım (james bond), onun yanına gideceğim.." içimden, ne aptalca bir düşünce, dedim; beni öpüşme bilmemekle suçladı; ama kendisi de bir erkeğin yanında başka bir erkekten bahsedilmeyeceğini bilmiyor. yeniden, "göreceksin, amerika'ya roger moore'un yanına gideceğim." dedi, adamı acayip kıskandım, gururum kırıldı, ezildim, verecek cevap bulamadım. boylu boyunca sedeften tenini seyrederken, şimdi fark ettim, şaşırdım, üstünde sadece dizlerine kadar çekilmiş kalın çorapları çıkartılmamış, öylece duruyordu. hemen çorabını indirmek istedim. panikle fırladı, "hayır olmaz", "ayaklarını öpmek istiyorum." dedim. "asla müsaade etmiyorum." dedi. bir meraktır başladı, her bir yanı ortada, ayağını saklıyor, neden? "hayır, çoraplarımı çıkartamazsın!" dite direndi. sonunda, küçükken çay demliği devrilmiş, orada bir küçük iz kalmış. "peki roger moore yanık yerini görürse!", "o zaman estetik yaptıracağım!" dedi.