hasan ali toptaş
insanlar isterlerse her şeyi, ama hemen her şeyi bir tür silaha dönüştürebilirlerdi. en çok da sevgiyi elbette, alışılan yaşam biçimlerini, alışılacakları..
yolcuların birçoğu yüzünü dışarıya dönmüştü. bunun bir nedeni, herhangi bir şeyin içinde bulunmanın verdiği güdüyse, bir nedeni de, telgraf direklerinin camdan geçişine bakarak otobüsün hızını saptamaktı belki. meraktı yani; boş kalmanın boşluğundan doğan ve kapısı sessiz sedasız kendine açılan, kupkuru bir meraktı. belki de, geçmişle geleceğin hesaplarına dalmıştı yolcular; yaşamlarını, yaşamdan yontulmuş ve yaşamın bilinmezliğine sürtüle sürtüle bilenmiş düşsel makaslarla kesip biçerek, zihinlerinde yeniden biçimlendirmeye çalışıyorlardı. ya da düşünme konumuna girmişlerdi de, hiçbir şey düşünmeden ve gözlerinin önüne hiçbir şey getiremeden öylece bozkıra bakıyorlardı bozkır gibi..
yaptığınız her davranışı o andaki acılarınızla açıklıyor insanlar; ağlasanız da neden ağladığınızı sormuyorlar, bildiklerini sanıyorlar ve bu yüzden, size acıyanların gözlerine baka baka, geçmişteki kimi olaylara da doyasıya ağlayabiliyorsunuz.
insana kendi yaşamı bile büyük geliyor kimi zaman; ne yapsa, kimi sevse, kimlerce sevilse, hangi işlerle uğraşsa ve nerelerde gezip dolaşsa, bir türlü dolduramıyor. her şeye karşın, ele geçirilemeyen derin boşluklar kalıyor önümüzde arkamızda.
belki insanlar koskoca yaşamları boyunca yalnızca bir süre için farklı olmaya katlanabiliyor, sonra da yavaş yavaş öteki insanların davranışlarına, düşüncelerine ve duygularına bürünerek, durup dinlenmeden kendini tekrarlayan uçsuz bucaksız bir benzerlikler denizinde kaybolup gidiyorlardı. yaşamları herkesinkine benzediği ya da farklı görünmesine karşın aynı özü taşıdığı için, herkes gibi ölüyorlardı daha sonra da; herkes gibi, bayatlamış birkaç anı kırıntısının uzaklığını koklaya koklaya, geleneksel ziyaretlerle kirletilmiş ya da geleneksel yalnızlıklarla gölgelenmiş buz gibi bir yatakta, farklı yaşadıkları yılların tadını tenlerinde, belleklerinde ve ağızlarından dökülen mecalsiz ah'ların karanlığında arayarak, yavaşça, alışılmış bir ölümle ölüyorlardı.
yaşam irili ufaklı mucizelerle doludur. bakarsın, bir gün ayağa kalkmayı başarırsın. bu, yaşamdan ne beklediğine bağlı.
hıncahınç bir kalabalıkta, insanın en büyük sorunu kaçmaktır bence. ama insanların çoğu bilmez bunu; hatta düşünmezler ve en büyük sorunlarından habersiz yaşarlar. belki de, büyük sorunları büyük yapan, onların fark edilmeyişleridir.
artık taşlar bile uyumuştu dışarıda.. kuşlar uyumuştu. insanlar sonra, evler, ağaçlar ve teller uyumuştu.. uyumayan yalnızca bendim, bende huzursuz olandı ya da, bende bekleyip bende özleyendi..
yaşamın büyük bölümü düşünülmeyen şeylerden oluşur.
insan yeryüzünün en bağımlı yaratığı. düşündüğü için belki ya da duyduğu için.
insan bazı şeylere şaşırmaya mahkumdur.
her şey bir akıntıya kapılmış sürükleniyor; dallar, taşlar, yıldızlar, bulutlar; hatta ölüler bile. hiçbir şey hiçbir şeyi beklemiyor. bütün bekleyişler bir yanılsama aslında, hem de gerçekliği kavranamayacak kadar büyük bir yanılsama; çünkü bekliyor görünen ne varsa, bekleyişinin içinde yavaş yavaş yürüyor, gizleniyor kimi zaman, daralıyor, dağılıyor ve biçimden biçime girip kendi özündeki sonsuzluğa doğru akıyor.. bir akışın ya da gidişin önüne engeller yığmak, olsa olsa tadını değiştiriyor onun, rengini bulandırıyor bir süre ya da soluklanıp daha da güçlenmesine yol açıyor; ısıracaksa dişlerini, tırmalayacaksa tırnaklarını anımsamasına.
insanın bir şeyler yapabilmesi, nelere bağlı olduğuyla doğrudan ilintilidir.
bir sınırın hangi şartlarda ve nasıl geçildiği, ne düşlenir, ne anlatılır, ne de anlaşılır; onu, ancak ve ancak yaşayanlar bilir. onlar da anlatmaktan kaçınırlar, kaçınmasalar da anlatamazlar; ya da anlattıkları bir düştür yalnızca, gerçeğin kokusuyla tatlandırılmış, gerçeğin rüzgarıyla biçimlendirilmiş, imkansız bir düştür..
yaşam dediğimiz şey, önceden yarattığı her şeyi aştığı için sürüyor.
insan, ne denli çaba gösterirse göstersin ve kaçınılmazlığına ne denli inanırsa inansın, ayrılığa hiçbir zaman hazırlanamıyor. hazırım dediği anda bile içinde ele geçiremediği bir nokta kalıyor sürekli; ayrılığa alıştıramayacağı, sızlanışlarını durduramayacağı bir nokta kalıyor. acıyı yüklenip çoğaltacak bir nokta.. belki de, yalnızca bu noktanın ele geçirilemeyişi yüzünden, birçok terk ediliş anında gerekli gereksiz bir yığın şey konuşuyor insanlar; içlerindeki o noktayı örtebilmek için gülünç tartışmaların tozuna dumanına boğuluyorlar, geçmişe ve geleceğe acımasızca saldırıp kendi yarattıkları harabelerin ortasında yuvarlanıyorlar.
oradan ne zaman çıktığımı anımsamıyorum şimdi. nereye gittiğimi bilmeden yürümeye başlamıştım. içimde, kocaman bir boşluk.. yüzyıllardır kayıptım sanki, döne dolaşa her sokakta, her köşede, her kıpırtıda ve her seste kendimi arıyordum, kendimi onların gürültüsüne, rengine ve şekline bulaştırarak. yürümek gibi en sıradan kıpırtının bile derinliklerine gömülüyordum yürüyen kendimin ayak seslerini duyabilir miyim diye, kaldırım taşlarına bakıyordum kaldırım taşlarına bakan kendimle göz göze gelebilmek için. ama, bütün çabalarım boşa gidiyordu. bu arada, kendimi kendimde bulamayışımın hüznü de giderek büyüyordu içimde, peş peşe devirdiğim biraların sarhoşluğuysa, yürüyüşümü peltek ve boğuk bir konuşmaya dönüştürüyordu.
insanlar çirkinliğin en güzel gülü.
ten ne denli sarhoş olursa olsun kimse kimsenin olamıyor ya da kimse kimseye kendini kendinden kurtarıp veremiyor.
beni yeniden arınmaların gelir geçer mutluluğuna kilitleyen yaşamın içine öfkeyle tükürmek isterdim. kocaman bir kentin kocaman bir alanına söz gelimi; öğle sıcağında.. herkes fark edilemeyecek kadar büyük bir çemberin çevresinde yorgun atlar gibi dönüp dururken.. havada duygulardan, heveslerden, tutkulardan, alışkanlıklardan ve coşkulardan örülmüş renk renk kamçı sesleri.. ama insanlar kamçılardan habersizler; hatta kamçıları kendilerinin savurduklarından da..
babamın "herkes gibi olamadın gitti!" deyişi kulaklarımdan gitmiyordu. çoğunluğunun bir işte çalıştığı, aynı dükkanlardan alışveriş yapıp aynı yöntemlerle yediği, aynı şeyleri konuştuğu, çocuklar doğurduğu, sonra onların hep birlikte okula gittikleri, aynı renk giysilerle sınıflarını geçip mezun oldukları, ardından tabur tabur askeri birlikler oluşturdukları aynı marşları aynı biçimde söyleyerek aynı koğuşlarda aynı kıvrılışlarla yattıkları ve bu edimlerle beraberlik ruhunu yakaladıklarını sandıkları, sonra bir bavul dolusu anıyla terhis olup eve döndükleri, anne babalarına hiç değişmeyen ve toplumun hazırladığı reddedilmez duygularla sarıldıkları, aynı yasalara uyarak evlendikleri, babalarından devraldıkları yöntemlerle seviştikleri ve babalarından boşalan iş kadrolarına kapılanınca dünyanın yarısını ele geçirmişçesine sevindikleri, sevinçlerini aynı yüz ışıltısıyla yansıttıkları ve tıpkı kendilerinden öncekiler gibi, gene çocuk doğurdukları ve onları besleyip büyütmeye başladıkları ve bütün bu olup bitenlere "dönüp duran paslı bir çember" diyecekken "akıp giden yaşam" adını verdikleri uyumsuz bir toplumda, yelken kulaklı uyumsuzdum ben.
beden dediğimiz sinsi hayvan kendini hiçbir zaman unutturmazdı; an gelir, en umulmadık yerde ve zamanda en deli tepinişlerle varlığını anımsatıp kendi kendine yetmediğini farklı farklı biçimlerde ortaya koyardı. kimi zaman, ne yapılırsa yapılsın önüne bile geçilemezdi onun, yalnızca peşine takılınır ve sürüklenip gidilirdi. bu sürükleniş, onu ele geçirmenin başka bir yoluydu belki, ona egemen olmanın, onun görüntüsüne sığınarak dışımızdaki görüntülere katlanabilmenin ve onun devinimleriyle devinmenin vazgeçilmez koşuluydu.
belki de düşler, zaman zaman beynimize sızan gözükmez birer varlıktılar; ansızın ürkebilir, başkalarına bulaşabilir ve bir süre sonra, güçlerini yitirdiklerinde, tıpkı insanlar gibi kıvrana kıvrana ölebilirlerdi.
insanlarımızın tanımlama yeteneğine şaşıyorum. adamlar ellerini kaldırıp rastgele sallıyorlar. bir de işaret ettikleri yere bakıyorsun ki, dünyanın yarısı orada!
hiç ama hiç yapmam dediklerimizi bize yaptıran bir şey var.