joel kovel: tek bir insan bile zincirlere bağlıysa hiç kimse özgür değildir.
boris vian: müstehcenlik hiçbir kitapta bulunmaz. hiçbir resimde yoktur. ona bakan ve onu okuyanın bir zihinsel niteliğinden başka bir şey değildir.
samuel butler: asıl ustalık, neyi gözardı edeceğinizi bilmektir.
connie palmen: kadınların birini kurtarma fantezilerini karanlık bakışlı bir sanatçıdan daha fazla tahrik edecek bir şey yoktur.
forrest carter: iyi bir şeyle karşılaştığın zaman yapman gereken ilk şey, bulabildiğin insanla onu paylaşmaktır.
samuel p. huntington: katı gerçekleri dile getiren herhangi bir politikacı derhal oy kaybeder.
tahsin yücel: yoksula karşı birleşmek sağın eski alışkanlığıdır.
robert m. pirsig: evlenen insanlar en sahtekar insan cinsidir. bütün özgürlüğünden ve her şeyden, güya her gece seks için vazgeçiyorsun. ama bu onları mutlu etmiyor. hep bir kaçış yolu arayıp duruyorlar sonra.
henry david thoreau: para, ruhun ihtiyaçlarından hiçbiri için lazım değildir insana.
michel foucault: insan dediğimiz şey, yakın tarihin bir icadıdır ve muhtemelen sonu yakındır.
saltıkov-schedrin: kötülük hiçbir zaman kalıcı bir güç olmamıştır. tarih özgürlüğün öyküsüdür; iyilikle mantığın, kötülükle kafasızlığa karşı kazandığı zaferin öyküsüdür.
paul auster: bütün bu siktirici dünyanın anasını belleyeyim!
29.09.2013
27.09.2013
insan
kostas mourselas
bilmiş ol, insan her şeyi hesaplar. tahmin edemeyeceğin kadar çıkarcıdır. sadece parayı kastetmiyorum. tamam her şeyin içinde o da var. sanki içine, tabii kendi ölçülerine göre ya da kişiliğinin ölçülerine göre milyonlarca bölüme ayırdığın görünmez bir mezura koymuşsundur; o günden sonra da, mezuran olmadan tek adım atmazsın. ölçüp, hesaplayıp eyleme geçersin. insanları ve eşyaları paramparça eder, onları çok kolay yönlendirir, hatta onlar cellatlarının kim olduğunu anlamadan onları götürüp idam edersin.
beyefendi sorumluluk taşımayan egemenlerdendir. kurbanın hiçbir zaman ona neden şu ya da bu şekilde davrandığını öğrenemeyecek. örneğin bilmem hangi bayan niye ona söz vermene rağmen telefon etmediğini, onu sevmemene rağmen neden onunla evlendiğini ya da onu sevmene rağmen neden onunla evlenmediğini asla öğrenemeyecek. onların tümü senin içinde, ne alçakça dolaplar döndüğünü nereden bilsin.
dışardan her şey dingin, insancıl, medeni gibi görünür ama bu arada bıçak kemiğe dayanmıştır. çok büyük bir kesinlikle -mikroskop kesinliğiyle- çözümler, tartar ve ona göre eyleme geçeriz. birkaç saniyelik bir süre içinde aynı kişi ya da aynı şey için, bazen lehine bazen de aleyhine olan sonsuz miktarda, binlerce çeşit, binlerce farklı karar alırsın. tabii bu kararlara başka bir şeyden değil yapılan yanlışlardan varırsın. yanlış, iğrenç, gülünç, insanlık dışı ya da tam tersi kararlar; ama bu giderek daha ender olur. tabii her seferinde de bu kararları kendi hesaplarına göre alırsın.
bazen düşüncelerimizi engellemeye çalışırız. düşüncelerimizin ne kadar tüyler ürpertici, ne kadar pis ve adi olduğunu görürüz.
"şu adam ölse de ev bize kalsa" der ama bu düşüncemizi tekrar gözden geçiririz. "evet ama ölürse emekli maaşını kaybederiz" deyip hemen başka bir karar alır, "ölmesin" deriz. sonra bu düşüncemizden korkarız ama artık çok geçtir; o düşünce ete kemiğe bürünmüştür, geri alınamaz. tabii, düşüncemizin açığa çıkmaması, kişisel arşivimizde, gizli bölmelerimizde, dokunulamazlar arasında kalması bizi kurtarır, biraz da olsa rahatlatır.
sonsuza dek doğallığı, özgünlüğü yok ettik. samimiyet kalmadı. ince hesaplar her şeyi rezil etti. tamam başka türlü olmaz, biliyorum. meşhur kendini koruma içgüdüsü seni önlem almaya zorlar. ama tanrı aşkına, bizler o içgüdünün saflığını bozduk, çarpıttık, aldattık.
bilmiş ol, insan her şeyi hesaplar. tahmin edemeyeceğin kadar çıkarcıdır. sadece parayı kastetmiyorum. tamam her şeyin içinde o da var. sanki içine, tabii kendi ölçülerine göre ya da kişiliğinin ölçülerine göre milyonlarca bölüme ayırdığın görünmez bir mezura koymuşsundur; o günden sonra da, mezuran olmadan tek adım atmazsın. ölçüp, hesaplayıp eyleme geçersin. insanları ve eşyaları paramparça eder, onları çok kolay yönlendirir, hatta onlar cellatlarının kim olduğunu anlamadan onları götürüp idam edersin.
beyefendi sorumluluk taşımayan egemenlerdendir. kurbanın hiçbir zaman ona neden şu ya da bu şekilde davrandığını öğrenemeyecek. örneğin bilmem hangi bayan niye ona söz vermene rağmen telefon etmediğini, onu sevmemene rağmen neden onunla evlendiğini ya da onu sevmene rağmen neden onunla evlenmediğini asla öğrenemeyecek. onların tümü senin içinde, ne alçakça dolaplar döndüğünü nereden bilsin.
dışardan her şey dingin, insancıl, medeni gibi görünür ama bu arada bıçak kemiğe dayanmıştır. çok büyük bir kesinlikle -mikroskop kesinliğiyle- çözümler, tartar ve ona göre eyleme geçeriz. birkaç saniyelik bir süre içinde aynı kişi ya da aynı şey için, bazen lehine bazen de aleyhine olan sonsuz miktarda, binlerce çeşit, binlerce farklı karar alırsın. tabii bu kararlara başka bir şeyden değil yapılan yanlışlardan varırsın. yanlış, iğrenç, gülünç, insanlık dışı ya da tam tersi kararlar; ama bu giderek daha ender olur. tabii her seferinde de bu kararları kendi hesaplarına göre alırsın.
bazen düşüncelerimizi engellemeye çalışırız. düşüncelerimizin ne kadar tüyler ürpertici, ne kadar pis ve adi olduğunu görürüz.
"şu adam ölse de ev bize kalsa" der ama bu düşüncemizi tekrar gözden geçiririz. "evet ama ölürse emekli maaşını kaybederiz" deyip hemen başka bir karar alır, "ölmesin" deriz. sonra bu düşüncemizden korkarız ama artık çok geçtir; o düşünce ete kemiğe bürünmüştür, geri alınamaz. tabii, düşüncemizin açığa çıkmaması, kişisel arşivimizde, gizli bölmelerimizde, dokunulamazlar arasında kalması bizi kurtarır, biraz da olsa rahatlatır.
sonsuza dek doğallığı, özgünlüğü yok ettik. samimiyet kalmadı. ince hesaplar her şeyi rezil etti. tamam başka türlü olmaz, biliyorum. meşhur kendini koruma içgüdüsü seni önlem almaya zorlar. ama tanrı aşkına, bizler o içgüdünün saflığını bozduk, çarpıttık, aldattık.
25.09.2013
kitaplar yakılıyor
bertolt brecht
buyurunca hitler hazretleri
zararlı fikirlerle dolu kitapların yakılmasını
halkın önünde, alanlarda
öküzler odun yığınlarına araba araba kitap taşıdı
gözden düşmüş şairlerden biri
hem de en iyilerinden biri
şöyle bir göz gezdirdi yakılacak kitaplar listesine
gitti aklı başından
unutulmuştu kendi adı
hemen seğirtti çalışma odasına
sanki öfkesinden kanatlanmıştı
o saat bir mektup karaladı zorbalara
"benimkileri de yakın!" dedi. "benimkileri de
yapamazsınız bu kötülüğü bana
kenarda bırakamazsınız beni
ben de hep gerçeği söylemedim mi kitaplarımda
neden davranırsınız bana yalancıymışım gibi
canı gönülden istiyorum işte:
yakın benimkileri de!"
24.09.2013
kimya
roni margulies
çevremizde plastik, cam ve çelik
ellerinde eski siyah bond çantalarla
yorgun, yabancı, yalnız insanlar
sararmaya yüz tutmuş bir iki bitki
bir tanıdığımın istanbul'dan gelen
ve kim olduğunu çoktan unuttuğum
bir tanıdığıyla buluşacaktım ben
nedeni bile kalmamış aklımda ama
bir şey gönderilmiş olsa gerekti bana
sıkılıyordu belli ki. geldi yanıma oturdu
alışık olduğu anlaşılıyordu bu otellere
kolayca girip lafa havadan sudan
hiç ilgilenmediğim halde beni de kattı
aslında kendi kendine yaptığı sohbete
amerikalıymış. bush'a oy vermiş ama
şimdi biraz tedirginmiş, pişman olmuş
hoş karşıladı solculuğumu. iyiymiş
farklı farklı fikirler olmalıymış dünyada
beş yıldır ayrıymış çocuklarından, eşinden
seviyormuş aslında kadını hala ama hayat
böyle bir şeymiş işte, ben de bilirmişim ya
yapamazmış her an her istediğini insan
her şey bir yana, müthiş bir satıcıymış şimdi
"sorabilir miyim" dedim, "ne satıyorsunuz?"
"kimya hammaddeleri" dedi. "ne garip
hayatta anlamadığım tek şeydir kimya"
durakladı. "okul yıllarında öyleydi yani
sonraki yıllarda" dedi
"daha niceleri eklendi."
23.09.2013
din
richard dawkins: umut ediyorum ki herkesin yahve'ye inanmamayı, en az thor'a ve jüpiter'e inanmamak kadar doğal gördüğü bir gün gelecektir. dini lobilerin giderek artan biçimde ümitsizliğe düştüğüne ve karşı koyarken başvurdukları kinlerini ve iğneleyici sözlerini artırdıklarına dair bazı belirtiler var. tanık olduğumuz şey, can çekişme sonun başlangıcı olabilir. can çekişen yaralı bir hayvan saldırmaya eğilimli olur.
richard dawkins: abd kongresi'nin 535 üyesi var ve içlerinden yalnızca bir tanesi tanrıya inanmadığını açıklamıştı. istatistiksel olarak bunun böyle olması imkansız. demek istediğim, kongre üyelerinin büyük bir çoğunluğu iyi bir eğitim almış olmalı. abd kongresi'nin önemli miktarda ateist üyesi bulunuyordur, tahminimce 200'den fazla olmalı. ne var ki bunu kabul edemiyorlar; çünkü seçilebilmek için inançları konusunda yalan söylemek zorunda kalıyorlar.
lawrence krauss: kanada ve abd'de bir grup psikoloğun yaptığı bir araştırma üzerine bir makale hazırlamıştım. araştırmada insanlara toplumun hangi kesimlerine güvenmedikleri soruluyor ve sonuç olarak en güvenilmeyen kesim ateistler çıkıyor. ama tam olarak "en güvenilmeyen" sayılmazlar. oranları tecavüzcülerle aynı.
richard dawkins: bu bana göre, birleşik devletler kongresi'nin çok sayıda üyesinin kişisel inançları hakkında neden apaçık yalan söylediği sorusuna yeterli bir cevap gibi geliyor. tecavüzcülerle aynı düzeydeyseniz bu kaçınılmaz. bu ülkeden çok sayıda ateist devlet başkanı geçmiştir zannediyorum. kennedy'nin ateist olması beni şu kadar olsun şaşırtmazdı. clinton'ın ateist olması beni şaşırtmazdı. obama'nın ateist olması beni şaşırtmazdı. bunu itiraf edemezler; çünkü aksi takdirde seçilemezler. görev dönemi sonuna yaklaşan devlet başkanlarının ve senatörlerin şunu demeleri için bir kampanya başlatmak istiyorum: "artık aday değilim, ben bir ateistim, en başından beri de öyleydim."
richard dawkins: abd kongresi'nin 535 üyesi var ve içlerinden yalnızca bir tanesi tanrıya inanmadığını açıklamıştı. istatistiksel olarak bunun böyle olması imkansız. demek istediğim, kongre üyelerinin büyük bir çoğunluğu iyi bir eğitim almış olmalı. abd kongresi'nin önemli miktarda ateist üyesi bulunuyordur, tahminimce 200'den fazla olmalı. ne var ki bunu kabul edemiyorlar; çünkü seçilebilmek için inançları konusunda yalan söylemek zorunda kalıyorlar.
lawrence krauss: kanada ve abd'de bir grup psikoloğun yaptığı bir araştırma üzerine bir makale hazırlamıştım. araştırmada insanlara toplumun hangi kesimlerine güvenmedikleri soruluyor ve sonuç olarak en güvenilmeyen kesim ateistler çıkıyor. ama tam olarak "en güvenilmeyen" sayılmazlar. oranları tecavüzcülerle aynı.
richard dawkins: bu bana göre, birleşik devletler kongresi'nin çok sayıda üyesinin kişisel inançları hakkında neden apaçık yalan söylediği sorusuna yeterli bir cevap gibi geliyor. tecavüzcülerle aynı düzeydeyseniz bu kaçınılmaz. bu ülkeden çok sayıda ateist devlet başkanı geçmiştir zannediyorum. kennedy'nin ateist olması beni şu kadar olsun şaşırtmazdı. clinton'ın ateist olması beni şaşırtmazdı. obama'nın ateist olması beni şaşırtmazdı. bunu itiraf edemezler; çünkü aksi takdirde seçilemezler. görev dönemi sonuna yaklaşan devlet başkanlarının ve senatörlerin şunu demeleri için bir kampanya başlatmak istiyorum: "artık aday değilim, ben bir ateistim, en başından beri de öyleydim."
kaçış
nazım hikmet
türkiye'deki okuyucularıma ve beni sevenlere, yurttaşlarıma, gerçek türk yurtseverlerine bir hakikati açıklamak istiyorum: ben eğer türkiye'den çıkmasaydım öldürülmüş olacaktım, gayet basit.
biliyorsunuz, birbiri ardınca 13 sene hapiste yattım. bu on üç senelik hapis doğrudan doğruya işlediğim bir suçun karşılığı değildi. uydurulmuş bir suçun, omzuma yüklenen bir suçun cezasıydı. bu yetmiyormuş gibi, hapisten çıktıktan sonra elli yaşıma basmama ancak bir yıl varken ve yüreğim dehşetli hastayken beni askere almak istediler; yani 49 yaşında ve 13 yıl hapiste yatmış bir insanı askere almak istediler.
ben askerden kaçan adam değilim. ama o yüreğimle askere gitmek, basit bir nefer olarak talim meydanına çıkmak, elbette ki basit bir neferliğin büyük şerefi var; fakat bu şerefi hayatımla ödemem demekti. sonra yine haber aldığıma göre, beni sadece askere alacak değillerdi. askere almak bahanesiyle harcayacaklardı; sonra, "nazım hikmet askerden kaçtı ve kaçarken öldürdük." diyeceklerdi.
şimdi burada açıklayamam vesikalarını; fakat menderes hükümetinin bana böyle bir tuzak kurduğuna dair elimde gayet kuvvetli vesikalar da var, gün gelince bu da ortaya çıkar. onun için, elbette ki memlekette kalsaydım, aranızda bulunsaydım çok daha faydalı olurdum; ama cesedim memlekette kalsaydı, size şimdi yaptığım hizmeti dahi yapamazdım.
türkiye'deki okuyucularıma ve beni sevenlere, yurttaşlarıma, gerçek türk yurtseverlerine bir hakikati açıklamak istiyorum: ben eğer türkiye'den çıkmasaydım öldürülmüş olacaktım, gayet basit.
biliyorsunuz, birbiri ardınca 13 sene hapiste yattım. bu on üç senelik hapis doğrudan doğruya işlediğim bir suçun karşılığı değildi. uydurulmuş bir suçun, omzuma yüklenen bir suçun cezasıydı. bu yetmiyormuş gibi, hapisten çıktıktan sonra elli yaşıma basmama ancak bir yıl varken ve yüreğim dehşetli hastayken beni askere almak istediler; yani 49 yaşında ve 13 yıl hapiste yatmış bir insanı askere almak istediler.
ben askerden kaçan adam değilim. ama o yüreğimle askere gitmek, basit bir nefer olarak talim meydanına çıkmak, elbette ki basit bir neferliğin büyük şerefi var; fakat bu şerefi hayatımla ödemem demekti. sonra yine haber aldığıma göre, beni sadece askere alacak değillerdi. askere almak bahanesiyle harcayacaklardı; sonra, "nazım hikmet askerden kaçtı ve kaçarken öldürdük." diyeceklerdi.
şimdi burada açıklayamam vesikalarını; fakat menderes hükümetinin bana böyle bir tuzak kurduğuna dair elimde gayet kuvvetli vesikalar da var, gün gelince bu da ortaya çıkar. onun için, elbette ki memlekette kalsaydım, aranızda bulunsaydım çok daha faydalı olurdum; ama cesedim memlekette kalsaydı, size şimdi yaptığım hizmeti dahi yapamazdım.
22.09.2013
pornografi
witold gombrowicz
insan olmak, hiçbir zaman kendi olmamak demektir.
kadınlar, ayrıntılardaki soylu inceliklere, mesela uçlarında bakımlı tırnaklar bulunan uzun parmaklı bir elin kibar çizgilerine hayran kaldıkları kadar, güzel bir davranışa da hayran kalırlar.
insan nedir? bunu bildiğini kim iddia edebilir ki? insanoğlu bir muammadır. bir aynadan çok daha dobra, hem melek hem şeytan bir gayya kuyusudur insan.
belki de farklı kuşaklar arasındaki duygu ve düşünce birliğinin gizi, insanlığın en karanlık ve en karmaşık gizlerinden biridir.
insan tek başınayken, aklını kaçırıp kaçırmadığından hiçbir zaman kesinlikle emin olamaz. iki kişi olunca durum değişir. iki kişi olunca garanti vardır, hem de nesnel bir garanti. iki kişi varsa delilik yoktur.
olgun bir insan tüm olgun insanlardan nefret eder. insan için, başka bir insandan daha tiksindirici bir şey yoktur.
insan olmak, hiçbir zaman kendi olmamak demektir.
kadınlar, ayrıntılardaki soylu inceliklere, mesela uçlarında bakımlı tırnaklar bulunan uzun parmaklı bir elin kibar çizgilerine hayran kaldıkları kadar, güzel bir davranışa da hayran kalırlar.
insan nedir? bunu bildiğini kim iddia edebilir ki? insanoğlu bir muammadır. bir aynadan çok daha dobra, hem melek hem şeytan bir gayya kuyusudur insan.
belki de farklı kuşaklar arasındaki duygu ve düşünce birliğinin gizi, insanlığın en karanlık ve en karmaşık gizlerinden biridir.
insan tek başınayken, aklını kaçırıp kaçırmadığından hiçbir zaman kesinlikle emin olamaz. iki kişi olunca durum değişir. iki kişi olunca garanti vardır, hem de nesnel bir garanti. iki kişi varsa delilik yoktur.
olgun bir insan tüm olgun insanlardan nefret eder. insan için, başka bir insandan daha tiksindirici bir şey yoktur.
21.09.2013
kadın
schopenhauer
yalnızca cinsel dürtülerle bulutlanan erkek zekası cılız, dar omuzlu, geniş kalçalı ve kısa bacaklı cinsiyete "cinsi latif" diyebilir.
kadınları tanıyorum. evliliği yalnızca ihtiyaçların giderileceği bir kurum olarak görüyorlar. babam gitgide daha da acınacak derecede hastalanırken, basit bakım işlerini yapan sadık uşağın sevgi dolu yardımseverliği olmasa terk edilmiş sayılırdı. babam yalnızlığında yatarken annem partiler veriyordu; babam büyük acılar çekerken annem eğleniyordu. kadınların sevgisi böyledir.
pek çok erkek güzel bir yüzle baştan çıkar. doğa, kadınları bütün güzelliklerini bir anda sergilemeye ve heyecan yaratmaya teşvik eder; ama doğa kadınların bitmek bilmez masraflar, çocuk sevgisi, inatçılık, dik başlılık, yaşlanmak ve birkaç yıldan sonra çirkinleşmek, aldatma, kocasını boynuzlamak, kapris, garip meraklar, histeri krizleri, cehennem ve şeytan gibi pek çok kötülüğü içinde barındırdığını gizler. bu yüzden evliliği gençlikte alınan ve yaşlılıkta ödenen bir borç olarak görüyorum.
bütün büyük şairlerin evlilikleri mutsuzdur ve hiçbir büyük filozof evlenmemiştir: demokritos, descartes, platon, spinoza, leibniz ve kant. tek istisna sokrates'ti ve o da bunun bedelini ödedi; çünkü karısı şirret ksansippe'ydi.
çoğu erkek kadınların kötülüklerini örten dış görünüşlerine kanar. gençken evlenirler ve yaşlandıklarında bunun bedelini öderler; çünkü karıları histerikleşir ve inatçılaşır.
aşık olan herkes zevke ulaştıktan sonra olağan dışı bir düş kırıklığı yaşayacaktır ve bu kadar büyük bir özlemle arzuladığı şeyin diğer cinsel tatminlerden daha fazla bir şeye neden olmadığını görüp şaşkına dönecek, böylece kendisini bu ilişkiden fazla yararlanmış olarak görmeyecektir.
bütün aşk hikayesinin gerçek sonu, ilgili taraflar bunun farkında olmasa da, yaratılacak olan çocuktur. insan yalnızca kendi zevkini artırmaya çalıştığını sanırken aslında burada insana rehberlik eden şey gerçekte türlerde en iyi olan şeye yönelten içgüdüdür. her insan kendisinde olmayanı sever. insan, türlerin ruhunun elindedir, onun tarafından yönetilir ve artık kendisine ait değildir; çünkü nihai olarak kendi çıkarlarını değil, henüz dünyaya gelmemiş üçüncü bir kişinin çıkarlarını düşünür.
yalnızca cinsel dürtülerle bulutlanan erkek zekası cılız, dar omuzlu, geniş kalçalı ve kısa bacaklı cinsiyete "cinsi latif" diyebilir.
kadınları tanıyorum. evliliği yalnızca ihtiyaçların giderileceği bir kurum olarak görüyorlar. babam gitgide daha da acınacak derecede hastalanırken, basit bakım işlerini yapan sadık uşağın sevgi dolu yardımseverliği olmasa terk edilmiş sayılırdı. babam yalnızlığında yatarken annem partiler veriyordu; babam büyük acılar çekerken annem eğleniyordu. kadınların sevgisi böyledir.
pek çok erkek güzel bir yüzle baştan çıkar. doğa, kadınları bütün güzelliklerini bir anda sergilemeye ve heyecan yaratmaya teşvik eder; ama doğa kadınların bitmek bilmez masraflar, çocuk sevgisi, inatçılık, dik başlılık, yaşlanmak ve birkaç yıldan sonra çirkinleşmek, aldatma, kocasını boynuzlamak, kapris, garip meraklar, histeri krizleri, cehennem ve şeytan gibi pek çok kötülüğü içinde barındırdığını gizler. bu yüzden evliliği gençlikte alınan ve yaşlılıkta ödenen bir borç olarak görüyorum.
bütün büyük şairlerin evlilikleri mutsuzdur ve hiçbir büyük filozof evlenmemiştir: demokritos, descartes, platon, spinoza, leibniz ve kant. tek istisna sokrates'ti ve o da bunun bedelini ödedi; çünkü karısı şirret ksansippe'ydi.
çoğu erkek kadınların kötülüklerini örten dış görünüşlerine kanar. gençken evlenirler ve yaşlandıklarında bunun bedelini öderler; çünkü karıları histerikleşir ve inatçılaşır.
aşık olan herkes zevke ulaştıktan sonra olağan dışı bir düş kırıklığı yaşayacaktır ve bu kadar büyük bir özlemle arzuladığı şeyin diğer cinsel tatminlerden daha fazla bir şeye neden olmadığını görüp şaşkına dönecek, böylece kendisini bu ilişkiden fazla yararlanmış olarak görmeyecektir.
bütün aşk hikayesinin gerçek sonu, ilgili taraflar bunun farkında olmasa da, yaratılacak olan çocuktur. insan yalnızca kendi zevkini artırmaya çalıştığını sanırken aslında burada insana rehberlik eden şey gerçekte türlerde en iyi olan şeye yönelten içgüdüdür. her insan kendisinde olmayanı sever. insan, türlerin ruhunun elindedir, onun tarafından yönetilir ve artık kendisine ait değildir; çünkü nihai olarak kendi çıkarlarını değil, henüz dünyaya gelmemiş üçüncü bir kişinin çıkarlarını düşünür.
20.09.2013
nietzsche'nin dansı
bryan stanley turner / georg stauth
din, vahim bir şekilde hasta olanlara yatıştırıcı gelebilir; ama aynı zamanda yanlış bir şekilde uygulandığında sağlıklı bedenleri tahrip eder.
müzik, hayattaki ıstırabı onaylamamıza ve en karanlık hakikatle yüzleşmemize izin veren bir katarsis üretir.
zayıfların gerçek öfke ve hınç duygularını yanlış bir ahlakın yaldızlarının arkasında gizlediklerini belirten nietzsche'nin hınç duygusuna dair analizi, freud'un aktarma ve yüceltme üzerine olan görüşlerinin kimi temellerini hazırlamıştır. zayıflar, barındırdıkları şiddeti kamusal düzlemde dışavuramamalarından ötürü, sahici dışavurumun ikamesi olarak nevrozu ve hastalığı yaratır.
nietzsche, vicdan azabı (suçluluk) nosyonunu geliştirdi ve bu vicdanı, insanların içgüdüsel yaşamları nedeniyle yakalandıkları hastalığın kaynağı olarak değerlendirdi. nietzsche, kendilerini dışa doğru boşaltamayan içgüdülerin sonuçta nevroz ve hastalığı yaratan bir içselleştirme süreci yoluyla içe döndürüldüklerini savundu. zevkin yadsınması, suçluluğun ve "medeniyet" dediğimiz şeyin temeli haline geldi.
entelektüelleşme ve rasyonelleşme, felsefecilerin oluştan aldıkları intikamdır.
bir malın değeri, bireylerin böyle bir mala duydukları ihtiyacı doyurabilmek için bu malın elde edilmesine tahsis etmeye hazır oldukları harcama miktarınca belirlenir. marjinal fayda, araçların kıtlığı yoluyla, bir isteğin doyurulmasına rasyonel olarak tahsis edilen ekstra çaba birimidir.
modern dünyada ahlaki olarak doğru insan, kendi kişisel istemini bütünün genelliğine ve refahına "feda eden" insandır.
din, vahim bir şekilde hasta olanlara yatıştırıcı gelebilir; ama aynı zamanda yanlış bir şekilde uygulandığında sağlıklı bedenleri tahrip eder.
müzik, hayattaki ıstırabı onaylamamıza ve en karanlık hakikatle yüzleşmemize izin veren bir katarsis üretir.
zayıfların gerçek öfke ve hınç duygularını yanlış bir ahlakın yaldızlarının arkasında gizlediklerini belirten nietzsche'nin hınç duygusuna dair analizi, freud'un aktarma ve yüceltme üzerine olan görüşlerinin kimi temellerini hazırlamıştır. zayıflar, barındırdıkları şiddeti kamusal düzlemde dışavuramamalarından ötürü, sahici dışavurumun ikamesi olarak nevrozu ve hastalığı yaratır.
nietzsche, vicdan azabı (suçluluk) nosyonunu geliştirdi ve bu vicdanı, insanların içgüdüsel yaşamları nedeniyle yakalandıkları hastalığın kaynağı olarak değerlendirdi. nietzsche, kendilerini dışa doğru boşaltamayan içgüdülerin sonuçta nevroz ve hastalığı yaratan bir içselleştirme süreci yoluyla içe döndürüldüklerini savundu. zevkin yadsınması, suçluluğun ve "medeniyet" dediğimiz şeyin temeli haline geldi.
entelektüelleşme ve rasyonelleşme, felsefecilerin oluştan aldıkları intikamdır.
bir malın değeri, bireylerin böyle bir mala duydukları ihtiyacı doyurabilmek için bu malın elde edilmesine tahsis etmeye hazır oldukları harcama miktarınca belirlenir. marjinal fayda, araçların kıtlığı yoluyla, bir isteğin doyurulmasına rasyonel olarak tahsis edilen ekstra çaba birimidir.
modern dünyada ahlaki olarak doğru insan, kendi kişisel istemini bütünün genelliğine ve refahına "feda eden" insandır.
18.09.2013
bir çift yürek
marlo morgan
rüyalar, gerçekliğin gölgeleridir.
gerçek kültürel köklerini yitiren ve yaşamda bir amacı olmayan insanların elinden ancak ölümle kumar oynamak gelir.
her şeyin bir amacı vardır. hiçbir şey rastlantısal, anlamsız ya da yanlış değildir. sadece yanlış anlamalar ve ölümlü insana henüz açıklanmamış sırlar vardır.
insanlar, hoşlarına gitmeyen her şeyi anlamaya çalışmaktansa yok etme yoluna gitselerdi var olamazlardı.
bir insanın yaşamında, kim olduğu ve sonsuz varoluş nedeni hakkında düşündüğü anlar gerçekten ne de azdır!
savaşta ahlak yoktur; ama yamyamlar asla bir günde yiyebileceklerinden fazlasını öldürmezler.
"buluşların anası gereksinimlerdir."
bir müzisyen müziğini içinde taşır. bir çalgıya gereksinimi yoktur; çünkü onun kendisi müziktir.
tanrım; bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etme gücü, değiştirebileceğim şeyleri değiştirme cesareti ve bu ikisi arasındaki farkı anlayabilme sağduyusu ver.
rüyalar, gerçekliğin gölgeleridir.
gerçek kültürel köklerini yitiren ve yaşamda bir amacı olmayan insanların elinden ancak ölümle kumar oynamak gelir.
her şeyin bir amacı vardır. hiçbir şey rastlantısal, anlamsız ya da yanlış değildir. sadece yanlış anlamalar ve ölümlü insana henüz açıklanmamış sırlar vardır.
insanlar, hoşlarına gitmeyen her şeyi anlamaya çalışmaktansa yok etme yoluna gitselerdi var olamazlardı.
bir insanın yaşamında, kim olduğu ve sonsuz varoluş nedeni hakkında düşündüğü anlar gerçekten ne de azdır!
savaşta ahlak yoktur; ama yamyamlar asla bir günde yiyebileceklerinden fazlasını öldürmezler.
"buluşların anası gereksinimlerdir."
bir müzisyen müziğini içinde taşır. bir çalgıya gereksinimi yoktur; çünkü onun kendisi müziktir.
tanrım; bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etme gücü, değiştirebileceğim şeyleri değiştirme cesareti ve bu ikisi arasındaki farkı anlayabilme sağduyusu ver.
17.09.2013
how i met your mother
herkesin bir yükü vardır. bu, hayatın gerçeğidir. ama tıpkı her şeyde olduğu gibi biri size yardımcı olursa bu yükü taşımanız kolaylaşır.
tüm yapılan istatistikler evde silah bulundurmamanın bulundurmaktan çok daha güvenli olduğu gerçeğine işaret eder.
imparator penguenler. birleşme öncesinde erkek ve dişi penguenin birbirlerini selamladıklarını biliyor muydunuz?
insanlar yerlerini bilmezlerse kimse mutlu olamaz.
güzel bir kravat takmış bir adamdan daha seksi bir şey olamaz. güzel bir kravattan anlayan kadın dışında.
"bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir." (sokrates)
evrenden istediğiniz her şeyi dileyebilirsiniz; ama sonuçta, hazır olduğumuzda yalnızca görmek istediğimizi görürüz.
iki tip erkek vardır: aramasını istediğin ama aramayan erkekler ve aramamasını istediğin ama sürekli arayan erkekler.
yalanlar, birilerinin gerçeklerle kirlettiği güzel hikayelerdir.
birisiyle çıkmaya başladığında karşındaki kişiyi tanımak için derse giriyormuş gibi hissedersin; ama sonra ayrıldığında öğrendiklerinin hiçbiri işe yaramaz.
tüm yapılan istatistikler evde silah bulundurmamanın bulundurmaktan çok daha güvenli olduğu gerçeğine işaret eder.
imparator penguenler. birleşme öncesinde erkek ve dişi penguenin birbirlerini selamladıklarını biliyor muydunuz?
insanlar yerlerini bilmezlerse kimse mutlu olamaz.
güzel bir kravat takmış bir adamdan daha seksi bir şey olamaz. güzel bir kravattan anlayan kadın dışında.
"bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir." (sokrates)
evrenden istediğiniz her şeyi dileyebilirsiniz; ama sonuçta, hazır olduğumuzda yalnızca görmek istediğimizi görürüz.
iki tip erkek vardır: aramasını istediğin ama aramayan erkekler ve aramamasını istediğin ama sürekli arayan erkekler.
yalanlar, birilerinin gerçeklerle kirlettiği güzel hikayelerdir.
birisiyle çıkmaya başladığında karşındaki kişiyi tanımak için derse giriyormuş gibi hissedersin; ama sonra ayrıldığında öğrendiklerinin hiçbiri işe yaramaz.
15.09.2013
bozgun
pascal bruckner
aşk; fantezilerin, salt yakıştırma güzelliklerin bozguna uğramasıdır.
bazı kadınlar dengesiz varlıkların cazibesine kapılırlar. karşıdaki kişiyi değil de onun sergilediği kaybolmuşluğu severler ve doyumu uçurumun üzerinde cambazlık yapmakta bulurlar.
aşk, bizi başka hiçbir maceradan yoksun bırakmadıkça kendimizi yoksun bırakmak istemeyeceğimiz bir maceradır.
aşık olmak, şeylerin değerini artırmaktır, dünyanın yoğunluğunda yeniden var olmaktır ve onu tahmin ettiğimizden daha zengin, daha yoğun bir biçimde keşfetmektir.
aşktan söz etmek, kendi iç kargaşasından yola çıkarak hem bayağılık hem de soyluluk dolu ruhunun çamurlu diplerinde bir şeyler aramaktır her zaman. yargılamadan sahneye koyalım insan kalbinin çılgınlıklarını.
aşkta hiçbir şeyin fazlası zarar değildir.
eğer kendisine partner bolluğu ve aşk malzemesi yenileme konusunda güvence verilmiş olsa tek eşliliğin yavan çorbasından anında vazgeçmeyecek sevecen bir koca, iffetli bir hanım yoktur.
aşk; fantezilerin, salt yakıştırma güzelliklerin bozguna uğramasıdır.
bazı kadınlar dengesiz varlıkların cazibesine kapılırlar. karşıdaki kişiyi değil de onun sergilediği kaybolmuşluğu severler ve doyumu uçurumun üzerinde cambazlık yapmakta bulurlar.
aşk, bizi başka hiçbir maceradan yoksun bırakmadıkça kendimizi yoksun bırakmak istemeyeceğimiz bir maceradır.
aşık olmak, şeylerin değerini artırmaktır, dünyanın yoğunluğunda yeniden var olmaktır ve onu tahmin ettiğimizden daha zengin, daha yoğun bir biçimde keşfetmektir.
aşktan söz etmek, kendi iç kargaşasından yola çıkarak hem bayağılık hem de soyluluk dolu ruhunun çamurlu diplerinde bir şeyler aramaktır her zaman. yargılamadan sahneye koyalım insan kalbinin çılgınlıklarını.
aşkta hiçbir şeyin fazlası zarar değildir.
eğer kendisine partner bolluğu ve aşk malzemesi yenileme konusunda güvence verilmiş olsa tek eşliliğin yavan çorbasından anında vazgeçmeyecek sevecen bir koca, iffetli bir hanım yoktur.
14.09.2013
sonbahar kuarteti
barbara pym
savaşta galip taraf yoktur.
sert içkiler sonu gelmez çaylardan daha iyi gelebilir.
bir kadının kafasında neler olduğu hiç belli olmaz.
enflasyon hesaba katılacak bir şey değildir; seni en hazırlıksız anında gafil avlar.
bazen düşen birini kaldırmak da akıllıca olmayabilir. iyilik edeceğim derken kötülük edebilir insan.
her şey hep üst üste gelir.
insanlar hep böyle düşünür; yaptığımız her ne olursa olsun onların bundan hoşlanacağını düşünmek bizi rahatlatır.
bir kadın her zaman kendisini oyalayacak bir şeyler bulur.
insanları biraz rahat bırakmak her zaman iyidir.
yalnız yaşayınca insan bazen yemekle uğraşmak istemezmiş.
mucizeler asla tükenmez.
istemediğin hiçbir şeyi yapma ve kimsenin sana ne yapman gerektiğini söylemesine izin verme. kendi kararını kendin ver. bu senin hayatın.
savaşta galip taraf yoktur.
sert içkiler sonu gelmez çaylardan daha iyi gelebilir.
bir kadının kafasında neler olduğu hiç belli olmaz.
enflasyon hesaba katılacak bir şey değildir; seni en hazırlıksız anında gafil avlar.
bazen düşen birini kaldırmak da akıllıca olmayabilir. iyilik edeceğim derken kötülük edebilir insan.
her şey hep üst üste gelir.
insanlar hep böyle düşünür; yaptığımız her ne olursa olsun onların bundan hoşlanacağını düşünmek bizi rahatlatır.
bir kadın her zaman kendisini oyalayacak bir şeyler bulur.
insanları biraz rahat bırakmak her zaman iyidir.
yalnız yaşayınca insan bazen yemekle uğraşmak istemezmiş.
mucizeler asla tükenmez.
istemediğin hiçbir şeyi yapma ve kimsenin sana ne yapman gerektiğini söylemesine izin verme. kendi kararını kendin ver. bu senin hayatın.
13.09.2013
editör ve eleştirmen
jack london
yazamayan insanlar, yazan insanlar üzerine çok fazla şey yazıyorlar.
tüm editörlerin yüzde doksan dokuzunun temel niteliği başarısızlıktır. yazar olarak başarılı olamamışlardır. onların masa başı işinin tekdüzeliğini, tirajlarına ve derginin idare müdürüne köle olmayı yazmanın zevkine yeğ tuttuklarını sanma. hepsi yazmayı denemiş ama başarısız olmuştur. işte, lanet olası ikilem de burada başlıyor. edebiyatta başarıya giden merdivenin her basamağı, edebiyatın başarısız yaratıkları olan bu bekçi köpekleri tarafından korunur. editörler, editör yardımcıları, yardımcıların yardımcıları, dahası, dergi ve yayınevlerine gönderilen yazıları okuyan elemanların çoğu, neredeyse tamamı yazmayı denemiş ama becerememiş insanlardır. gel gör ki, yeryüzündeki bütün yaratıkların içinde bu iş için en uygunsuzu olan bu insanlar neyin yayımlanıp yayımlanmayacağına karar verirler. hiçbir yenilik getiremeyecekleri, içlerinde o tanrısal ateşin yanmadığı kanıtlanmış bu insanlar, yenilikleri ve dehaları yargılarlar.
onların ardından, daha da başarısız olan eleştirmenler gelir. bana onların şiir veya hikaye yazmaya kalkışmadıklarını, böyle bir şeyi hayal bile etmediklerini söyleme sakın. çünkü hepsi denemiş ve başaramamıştır. sıradan bir eleştiri balık yağından bile daha mide bulandırıcıdır. büyük eleştirmenler de vardır elbette ama bunlar kuyruklu yıldızlar kadar enderdir. eğer yazarlıkta başarılı olamazsam editörlük mesleğine uygunum demektir. yani her durumda ekmek paramı kazanabilirim.
bin yıl daha bu dergileri okusan, içlerinde keats'in bir dizesine değecek bir şey bulamazsın.
yazamayan insanlar, yazan insanlar üzerine çok fazla şey yazıyorlar.
tüm editörlerin yüzde doksan dokuzunun temel niteliği başarısızlıktır. yazar olarak başarılı olamamışlardır. onların masa başı işinin tekdüzeliğini, tirajlarına ve derginin idare müdürüne köle olmayı yazmanın zevkine yeğ tuttuklarını sanma. hepsi yazmayı denemiş ama başarısız olmuştur. işte, lanet olası ikilem de burada başlıyor. edebiyatta başarıya giden merdivenin her basamağı, edebiyatın başarısız yaratıkları olan bu bekçi köpekleri tarafından korunur. editörler, editör yardımcıları, yardımcıların yardımcıları, dahası, dergi ve yayınevlerine gönderilen yazıları okuyan elemanların çoğu, neredeyse tamamı yazmayı denemiş ama becerememiş insanlardır. gel gör ki, yeryüzündeki bütün yaratıkların içinde bu iş için en uygunsuzu olan bu insanlar neyin yayımlanıp yayımlanmayacağına karar verirler. hiçbir yenilik getiremeyecekleri, içlerinde o tanrısal ateşin yanmadığı kanıtlanmış bu insanlar, yenilikleri ve dehaları yargılarlar.
onların ardından, daha da başarısız olan eleştirmenler gelir. bana onların şiir veya hikaye yazmaya kalkışmadıklarını, böyle bir şeyi hayal bile etmediklerini söyleme sakın. çünkü hepsi denemiş ve başaramamıştır. sıradan bir eleştiri balık yağından bile daha mide bulandırıcıdır. büyük eleştirmenler de vardır elbette ama bunlar kuyruklu yıldızlar kadar enderdir. eğer yazarlıkta başarılı olamazsam editörlük mesleğine uygunum demektir. yani her durumda ekmek paramı kazanabilirim.
bin yıl daha bu dergileri okusan, içlerinde keats'in bir dizesine değecek bir şey bulamazsın.
meçhul öğrenci anıtı
ece ayhan
buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
bir teneffüs daha yaşasaydı
tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
devlet dersinde öldürülmüştür
devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
maveraünnehir nereye dökülür
en arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!'dir
bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır
yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım
o günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
ah ki oğlumun emeğini eline verdiler
arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
aldırma 128! intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek
12.09.2013
nefret
albert caraco
benim bu dünyaya duyduğum nefret, içimdeki hislerin en saygınıdır. hasta ve yahudi biri olarak dünyadan nefret ediyorum, işte en niteliklisinden iki sıfat. ölümü seviyorum, iyi de yapıyorum. hastaların çoğu ölümü yeterince sevmiyor, yaşam tutkuları onları aşağılık kılıyor. yahudiler de ölümü hiç sevmiyorlar. hayata bağlılıkları esinledikleri tiksintinin nedenidir. bu iki insan soyunda eksik olan şey, geri çekilme, ihtiyat ve hayadır. ne hastaların ne de yahudilerin kendi üslubu olur. onlar sözcüğün kötü anlamında yoksuldurlar, sefaletlerinin ihtiyacı doğrultusunda silahlanırlar.
hayatın büyük bir zevk ve mutluluk olduğuna yemin edenlere baktığımda, onları ne güzel bulurum ne de şanslı doğmuş sayarım. ne akıllıdırlar ne duyarlı, ne inceliklidirler ne bilge ne de derin; ama överek göklere çıkardıkları kişilere çok benzerler.
soylu insanlar yaşamı ender olarak severler. yaşama nedenlerini yaşamın kendisine tercih ederler. yaşamla yetinenler ise daima tiksinti verici kişilerdir.
yaşam yüce bir şey değilse, bunca arzulanır nesi vardır? bedenin sevinçlerini, en çirkin ve en sağlıksız insanların aşırı bir istekle tattıklarını ve aşırı kullanmanın tüketemediği bir coşkuyla bu sevinçlere üşüştüklerini, mağlup milletlerin doymak bilmez bu türün iğrenç yaratıklarıyla dolu olduğunu, bu hayvanların günün kendilerine dayattığı köleliklerin gecesine tutunduklarını görmek yine de şaşırtır insanı.
benim bu dünyaya duyduğum nefret, içimdeki hislerin en saygınıdır. hasta ve yahudi biri olarak dünyadan nefret ediyorum, işte en niteliklisinden iki sıfat. ölümü seviyorum, iyi de yapıyorum. hastaların çoğu ölümü yeterince sevmiyor, yaşam tutkuları onları aşağılık kılıyor. yahudiler de ölümü hiç sevmiyorlar. hayata bağlılıkları esinledikleri tiksintinin nedenidir. bu iki insan soyunda eksik olan şey, geri çekilme, ihtiyat ve hayadır. ne hastaların ne de yahudilerin kendi üslubu olur. onlar sözcüğün kötü anlamında yoksuldurlar, sefaletlerinin ihtiyacı doğrultusunda silahlanırlar.
hayatın büyük bir zevk ve mutluluk olduğuna yemin edenlere baktığımda, onları ne güzel bulurum ne de şanslı doğmuş sayarım. ne akıllıdırlar ne duyarlı, ne inceliklidirler ne bilge ne de derin; ama överek göklere çıkardıkları kişilere çok benzerler.
soylu insanlar yaşamı ender olarak severler. yaşama nedenlerini yaşamın kendisine tercih ederler. yaşamla yetinenler ise daima tiksinti verici kişilerdir.
yaşam yüce bir şey değilse, bunca arzulanır nesi vardır? bedenin sevinçlerini, en çirkin ve en sağlıksız insanların aşırı bir istekle tattıklarını ve aşırı kullanmanın tüketemediği bir coşkuyla bu sevinçlere üşüştüklerini, mağlup milletlerin doymak bilmez bu türün iğrenç yaratıklarıyla dolu olduğunu, bu hayvanların günün kendilerine dayattığı köleliklerin gecesine tutunduklarını görmek yine de şaşırtır insanı.
11.09.2013
kitsch
milan kundera
modern helalarda klozetler yerden yukarı doğru beyaz nilüferler gibi yükselir. beden ne kadar değersiz olduğunu unutsun, insan sifondaki su bağırsaklarından çıkan artıkları silip götürdükten sonra bu artıkların başlarına gelenleri bilmezlikten gelsin diye mimar elinden geleni yapar. lağım boruları yapışkan kollarıyla evlerimizin ta içine dalsa da, özenle gözlerimizden gizlenir bunlar ve bizler banyolarımızın, yatak odalarımızın, dans salonlarımızın ve parlamentolarımızın altında yatan bu görünmez bok venediklerinden habersiz memnun, mesut yaşarız.
bok, kötülükten daha zor, daha uğraştırıcı bir teolojik sorundur. tanrı insana özgürlük verdiğine göre gerekirse insanın işlediği suçların sorumlusunun o olmadığını kabul edebiliriz. oysa bokun sorumluluğu tümüyle onun, insanın yaratıcısınındır.
varoluşla kesin olarak uzlaşmanın önerdiği estetik ülkü, bokun reddedildiği, herkesin bok yokmuş gibi davrandığı bir dünyadır. bu estetik ülkünün adı kitsch'tir.
kitsch'in kökeninde varoluşla kayıtsız şartsız uzlaşma yatar.
kitsch, o duygusal 19. yüzyılın ortasında doğmuş almanca bir sözcüktür; oradan da batı dillerine geçmiştir. ne var ki çok sık kullanılmaktan özgün metafizik anlamını kaybetmiştir sözcük; kitsch, sözcüğün hem gerçek hem de eğretileme anlamında, bokun kesin reddidir, kitsch insan varoluşunda temelden kabul edilemez olan her şeyi kapsamı dışına atar.
yürek konuştuğunda, akıl karşı koymayı yakışıksız bulur. kitsch'in egemen olduğu yerde kalbin diktatörlüğü hüküm sürer.
kitsch'in insanda uyandırdığı duygu kitlelerin paylaşabileceği türden olmalıdır. o halde, kitsch alışılmamış bir durumdan yola çıkamaz; kişilerin belleklerine kazımış oldukları temel imgelerden türemek zorundadır; hayırsız kız evlat, ihmal edilmiş baba, çayırlarda koşuşan çocuklar, ihanete uğramış vatan, ilk aşk.
kitsch iki damla gözyaşının art arda yuvarlanıvermesine neden olur. ilk damla şöyle der: çocukların çayırda koşuştuğunu görmek ne güzel şey! ikinci damla ise şunu söyler: çocukların çayırlarda koşuştuklarını görüp bütün insanlıkla birlikte duygulanmak ne kadar da güzel! kitsch'i kitsch yapan, ikinci damladır.
insanların yeryüzündeki kardeşliği ancak kitsch temeli üzerinde kurulabilir. ve bunu en iyi bilen de politikacılardır. açıkta bir fotoğraf makinesi mi gördüler, hemen en yakın çocuğun yanına koşar, havaya kaldırır, yanağından öperler. kitsch bütün politikacıların, bütün politik partilerin ve hareketlerin estetik ülküsüdür. politik hareketler akli tutumlardan çok, şu ya da bu politik kitsch'i oluşturan düş, imge ya da sözcükler üzerinde yükselirler.
kitsch'in yalan olduğu ortaya çıktığı an, kitsch, kitsch-olmayan bağlamına girer; böylelikle otorite gücünü kaybeder ve herhangi bir insan zaafı kadar dokunaklı olur sadece. çünkü hiçbirimiz kitsch'ten tamamen sakınacak kadar insanüstü değiliz. ne kadar aşağılık bulursak bulalım, kitsch insanlık durumunun vazgeçilmez bir parçasıdır.
unutulup gitmeden önce kitsch'e dönüştürecekler hepimizi. varolma ve unutuluş arasındaki durak kitsch'tir.
modern helalarda klozetler yerden yukarı doğru beyaz nilüferler gibi yükselir. beden ne kadar değersiz olduğunu unutsun, insan sifondaki su bağırsaklarından çıkan artıkları silip götürdükten sonra bu artıkların başlarına gelenleri bilmezlikten gelsin diye mimar elinden geleni yapar. lağım boruları yapışkan kollarıyla evlerimizin ta içine dalsa da, özenle gözlerimizden gizlenir bunlar ve bizler banyolarımızın, yatak odalarımızın, dans salonlarımızın ve parlamentolarımızın altında yatan bu görünmez bok venediklerinden habersiz memnun, mesut yaşarız.
bok, kötülükten daha zor, daha uğraştırıcı bir teolojik sorundur. tanrı insana özgürlük verdiğine göre gerekirse insanın işlediği suçların sorumlusunun o olmadığını kabul edebiliriz. oysa bokun sorumluluğu tümüyle onun, insanın yaratıcısınındır.
varoluşla kesin olarak uzlaşmanın önerdiği estetik ülkü, bokun reddedildiği, herkesin bok yokmuş gibi davrandığı bir dünyadır. bu estetik ülkünün adı kitsch'tir.
kitsch'in kökeninde varoluşla kayıtsız şartsız uzlaşma yatar.
kitsch, o duygusal 19. yüzyılın ortasında doğmuş almanca bir sözcüktür; oradan da batı dillerine geçmiştir. ne var ki çok sık kullanılmaktan özgün metafizik anlamını kaybetmiştir sözcük; kitsch, sözcüğün hem gerçek hem de eğretileme anlamında, bokun kesin reddidir, kitsch insan varoluşunda temelden kabul edilemez olan her şeyi kapsamı dışına atar.
yürek konuştuğunda, akıl karşı koymayı yakışıksız bulur. kitsch'in egemen olduğu yerde kalbin diktatörlüğü hüküm sürer.
kitsch'in insanda uyandırdığı duygu kitlelerin paylaşabileceği türden olmalıdır. o halde, kitsch alışılmamış bir durumdan yola çıkamaz; kişilerin belleklerine kazımış oldukları temel imgelerden türemek zorundadır; hayırsız kız evlat, ihmal edilmiş baba, çayırlarda koşuşan çocuklar, ihanete uğramış vatan, ilk aşk.
kitsch iki damla gözyaşının art arda yuvarlanıvermesine neden olur. ilk damla şöyle der: çocukların çayırda koşuştuğunu görmek ne güzel şey! ikinci damla ise şunu söyler: çocukların çayırlarda koşuştuklarını görüp bütün insanlıkla birlikte duygulanmak ne kadar da güzel! kitsch'i kitsch yapan, ikinci damladır.
insanların yeryüzündeki kardeşliği ancak kitsch temeli üzerinde kurulabilir. ve bunu en iyi bilen de politikacılardır. açıkta bir fotoğraf makinesi mi gördüler, hemen en yakın çocuğun yanına koşar, havaya kaldırır, yanağından öperler. kitsch bütün politikacıların, bütün politik partilerin ve hareketlerin estetik ülküsüdür. politik hareketler akli tutumlardan çok, şu ya da bu politik kitsch'i oluşturan düş, imge ya da sözcükler üzerinde yükselirler.
kitsch'in yalan olduğu ortaya çıktığı an, kitsch, kitsch-olmayan bağlamına girer; böylelikle otorite gücünü kaybeder ve herhangi bir insan zaafı kadar dokunaklı olur sadece. çünkü hiçbirimiz kitsch'ten tamamen sakınacak kadar insanüstü değiliz. ne kadar aşağılık bulursak bulalım, kitsch insanlık durumunun vazgeçilmez bir parçasıdır.
unutulup gitmeden önce kitsch'e dönüştürecekler hepimizi. varolma ve unutuluş arasındaki durak kitsch'tir.
10.09.2013
camus: başkaldıran insan
pierre-louis rey
stendhal: bana göre tiranlar hep haklıdır; asıl onlara boyun eğenlerdir gülünç olan.
plutarkhos "hayatlar" adlı kitabında, okuma yazmayı bilmeyen bir köylünün, aristides'in sürgün edilmesi için oy kullandığını yazar. aristides'in kendisine nahoş bir şey yapıp yapmadığı sorulunca, "hayır" diye yanıt verir köylü, "üstelik onu hiç tanımam ama her yerde ona 'doğru insan' dendiğini işitmek sinirime dokunuyor."
"bir basın, bir kitap devrimci oldukları için doğru değildirler. ancak doğruyu söylemeye çalışırlarsa devrimci olmak için bir şansları vardır."
"asıl cennetlerin yitirdiğimiz cennetler olduğu doğruysa, bugün içimdeki o müşfik, insana özgü olmayan o şeyi nasıl adlandıracağımı biliyorum. bir göçmen yurduna geri döner. bense anımsarım."
"yoksulluk, güneşin altında ve tarihte her şeyin iyi olduğuna inanmamı engelledi; güneş bana tarihin her şey demek olmadığını öğretti."
"yoksulluk hiçbir zaman bir mutsuzluk kaynağı olmadı benim için; ışık zenginliklerini yayıyordu onun üstüne."
bir çapkın tarafından beğenilmenin en emin yolu, çapkının son tavladığı kadına benzememekten geçer.
caligula'da olduğu gibi yabancı'da da sevilen kadının kaybı, kahramanın yanlış hareketlere girişmesine yol açar. oyunun başında imparator, hem metresi hem kardeşi olan kızın ölümünün ardından kaçmıştır; yeniden ortaya çıktığında her zamankinden daha delidir. "annem ölmüş bugün" diye başlar yabancı. o andan itibaren meursault kendisine hiç vicdan azabı vermeyen bir cinayet işlemeye kadar gidecektir varoluş sürecinde. camus romanın bir amerika baskısının önsözüne, "kitabın kahramanı oyunu oynamadığı için mahkum edildi" diye yazacaktır. cinayetten ziyade, annesinin cenazesindeki görünür duyarsızlığı ve mahkeme sırasındaki tuhaf kayıtsızlığı jüri üyelerinin meursault'ya ölüm cezası vermesine yol açar. yalanı böyle reddetmesi, camus'nün gözünde meursault'yu "layık olduğumuz tek mesih" kılar. bir arap'ın cezayirli bir fransız tarafından öldürülmesinin sömürgeleştirme öyküsüne konu sağladığı düşüncesi daha sonra ağır basacaktır; bu düşünce hiç kuşkusuz camus'nün amaçlarına yabancıdır o sırada.
"bir roman, imgeler halinde sunulmuş bir felsefeden başka bir şey değildir."
"gerçekten önem taşıyan tek bir felsefe sorunu vardır: intihar."
"insanların bütün mutsuzluğu basit bir dil benimsememekten kaynaklanıyor."
antonin artaud: tiyatro da veba gibi, kendi sunduğu örnekle insan ruhunu çatışmalarının kaynağına götüren olağanüstü güçlerin çağrısıdır.
"doğulu bir bilge, tanrının onu ilginç bir çağ yaşamaktan esirgemesini istermiş hep dualarında."
"sanata ilişkin en yüksek ve en tutku dolu düşünceye sahibim. onu herhangi bir şeye tabi tutmaya razı olamayacak kadar yüksek bir düşünceye."
"güzellik kusursuz adalettir.""
"tanrıya inanmıyorum, orası doğru; ama o kadar da tanrıtanımaz değilim."
"dünyada hiçbir şey yoktur ki insanın sevdiğinden vazgeçmesine değsin."
"kahramanlık pek bir şey sayılmaz; mutluluk daha zordur."
louis guilloux: tek çare, acı. acı yoluyla, katillerin en korkuncu bile insanlıkla bağını korur.
"bugünkü adalet, her türlü adaletin katillerine oyalama olanağı sağlıyor."
andre breton: en yalın gerçeküstücü eylem, sokağa çıkıp elinde bir tabancayla sağa sola rastgele ateş etmektir.
"konformizm, devrimin nihilist ayartmalarından biridir, entelektüel tarihimizin büyük bir bölümüne egemendir. ne olursa olsun, eyleme geçmiş başkaldıran insanın, eğer kökenlerini unutursa, en koyu konformizmle nasıl ayartılacağını gösterir."
"bir emekçi dünyanın herhangi bir yerinde çıplak yumruklarını bir tankın önünde havaya kaldırıp köle olmadığını haykırdığında kayıtsız kalırsak biz neyiz o zaman?"
"elbette, umutsuzluk çok arttığında insan ölmeyi seçebilir. ama yağmurdan kaçmak için suya atlamak ve sağ kalmak isteye isteye ölmek bağışlanmaz bir davranış olurdu."
"gerçekten de insanların tek başına ya da hiziplerin yalnızlığı içinde yaşaması iyi değil. kişinin kendi kinleriyle ya da küçük düşürülmesiyle, hatta kendi hayalleriyle çok uzun süre karşı karşıya kalması iyi değil. bugünün dünyası görünmez düşmanın dünyası; buradaki mücadele soyut; işte bu nedenle de hiçbir şey aydınlatmıyor ya da yumuşatmıyor bu mücadeleyi. ötekini görmek ve duymak mücadeleye bir anlam verebilir; belki anlamsız da kılabilir mücadeleyi."
"insanın doğasına ilişkin bana ifşa ettiği şeylerden dolayı önce dostoyevski'ye hayranlık duydum. ifşa etmek sözü tam oturuyor. zira bize, bildiğimiz ama kabul etmeyi reddettiğimiz şeyi öğretir sadece o."
"yaşama umutsuzluğu olmadan yaşama hevesi olmaz."
albert memmi: insan koşulsuz biçimde kendi yakınlarıyla dayanışma içindeyse, adalete ihanet eder; koşulsuz biçimde adalete saygı duyarsa, er geç kendi yakınlarına ihanet eder.
jean-paul sartre: saçma ne insanda ne de şeylerdedir; onlar arasında yabancılıktan başka bir ilişki kurma olanaksızlığındadır.
jean-paul sartre: insan düzeni düzensizlikten başka bir şey değildir; adaletsizdir, derme çatmadır, cinayet işlenir, açlıktan ölünür bu düzende. en azından insanlar tarafından kurulmuş, sürdürülmüş ve uğrunda mücadele edilmiştir.
insanlara hiçbir şey verilmez; ele geçirebilecekleri azıcık şeyin bedeli de haksız yere ölümlerdir. ama insanoğlunun büyüklüğü burada değildir. içinde bulunduğu durumdan daha güçlü olma kararlılığındadır. eğer durumu adaletsizse, üstesinden gelmesinin tek bir yolu vardır: kendisinin adaletli olması.
not: tırnak içindeki sözler albert camus'ya aittir.
stendhal: bana göre tiranlar hep haklıdır; asıl onlara boyun eğenlerdir gülünç olan.
plutarkhos "hayatlar" adlı kitabında, okuma yazmayı bilmeyen bir köylünün, aristides'in sürgün edilmesi için oy kullandığını yazar. aristides'in kendisine nahoş bir şey yapıp yapmadığı sorulunca, "hayır" diye yanıt verir köylü, "üstelik onu hiç tanımam ama her yerde ona 'doğru insan' dendiğini işitmek sinirime dokunuyor."
"bir basın, bir kitap devrimci oldukları için doğru değildirler. ancak doğruyu söylemeye çalışırlarsa devrimci olmak için bir şansları vardır."
"asıl cennetlerin yitirdiğimiz cennetler olduğu doğruysa, bugün içimdeki o müşfik, insana özgü olmayan o şeyi nasıl adlandıracağımı biliyorum. bir göçmen yurduna geri döner. bense anımsarım."
"yoksulluk, güneşin altında ve tarihte her şeyin iyi olduğuna inanmamı engelledi; güneş bana tarihin her şey demek olmadığını öğretti."
"yoksulluk hiçbir zaman bir mutsuzluk kaynağı olmadı benim için; ışık zenginliklerini yayıyordu onun üstüne."
bir çapkın tarafından beğenilmenin en emin yolu, çapkının son tavladığı kadına benzememekten geçer.
caligula'da olduğu gibi yabancı'da da sevilen kadının kaybı, kahramanın yanlış hareketlere girişmesine yol açar. oyunun başında imparator, hem metresi hem kardeşi olan kızın ölümünün ardından kaçmıştır; yeniden ortaya çıktığında her zamankinden daha delidir. "annem ölmüş bugün" diye başlar yabancı. o andan itibaren meursault kendisine hiç vicdan azabı vermeyen bir cinayet işlemeye kadar gidecektir varoluş sürecinde. camus romanın bir amerika baskısının önsözüne, "kitabın kahramanı oyunu oynamadığı için mahkum edildi" diye yazacaktır. cinayetten ziyade, annesinin cenazesindeki görünür duyarsızlığı ve mahkeme sırasındaki tuhaf kayıtsızlığı jüri üyelerinin meursault'ya ölüm cezası vermesine yol açar. yalanı böyle reddetmesi, camus'nün gözünde meursault'yu "layık olduğumuz tek mesih" kılar. bir arap'ın cezayirli bir fransız tarafından öldürülmesinin sömürgeleştirme öyküsüne konu sağladığı düşüncesi daha sonra ağır basacaktır; bu düşünce hiç kuşkusuz camus'nün amaçlarına yabancıdır o sırada.
"bir roman, imgeler halinde sunulmuş bir felsefeden başka bir şey değildir."
"gerçekten önem taşıyan tek bir felsefe sorunu vardır: intihar."
"insanların bütün mutsuzluğu basit bir dil benimsememekten kaynaklanıyor."
antonin artaud: tiyatro da veba gibi, kendi sunduğu örnekle insan ruhunu çatışmalarının kaynağına götüren olağanüstü güçlerin çağrısıdır.
"doğulu bir bilge, tanrının onu ilginç bir çağ yaşamaktan esirgemesini istermiş hep dualarında."
"sanata ilişkin en yüksek ve en tutku dolu düşünceye sahibim. onu herhangi bir şeye tabi tutmaya razı olamayacak kadar yüksek bir düşünceye."
"güzellik kusursuz adalettir.""
"tanrıya inanmıyorum, orası doğru; ama o kadar da tanrıtanımaz değilim."
"dünyada hiçbir şey yoktur ki insanın sevdiğinden vazgeçmesine değsin."
"kahramanlık pek bir şey sayılmaz; mutluluk daha zordur."
louis guilloux: tek çare, acı. acı yoluyla, katillerin en korkuncu bile insanlıkla bağını korur.
"bugünkü adalet, her türlü adaletin katillerine oyalama olanağı sağlıyor."
andre breton: en yalın gerçeküstücü eylem, sokağa çıkıp elinde bir tabancayla sağa sola rastgele ateş etmektir.
"konformizm, devrimin nihilist ayartmalarından biridir, entelektüel tarihimizin büyük bir bölümüne egemendir. ne olursa olsun, eyleme geçmiş başkaldıran insanın, eğer kökenlerini unutursa, en koyu konformizmle nasıl ayartılacağını gösterir."
"bir emekçi dünyanın herhangi bir yerinde çıplak yumruklarını bir tankın önünde havaya kaldırıp köle olmadığını haykırdığında kayıtsız kalırsak biz neyiz o zaman?"
"elbette, umutsuzluk çok arttığında insan ölmeyi seçebilir. ama yağmurdan kaçmak için suya atlamak ve sağ kalmak isteye isteye ölmek bağışlanmaz bir davranış olurdu."
"gerçekten de insanların tek başına ya da hiziplerin yalnızlığı içinde yaşaması iyi değil. kişinin kendi kinleriyle ya da küçük düşürülmesiyle, hatta kendi hayalleriyle çok uzun süre karşı karşıya kalması iyi değil. bugünün dünyası görünmez düşmanın dünyası; buradaki mücadele soyut; işte bu nedenle de hiçbir şey aydınlatmıyor ya da yumuşatmıyor bu mücadeleyi. ötekini görmek ve duymak mücadeleye bir anlam verebilir; belki anlamsız da kılabilir mücadeleyi."
"insanın doğasına ilişkin bana ifşa ettiği şeylerden dolayı önce dostoyevski'ye hayranlık duydum. ifşa etmek sözü tam oturuyor. zira bize, bildiğimiz ama kabul etmeyi reddettiğimiz şeyi öğretir sadece o."
"yaşama umutsuzluğu olmadan yaşama hevesi olmaz."
albert memmi: insan koşulsuz biçimde kendi yakınlarıyla dayanışma içindeyse, adalete ihanet eder; koşulsuz biçimde adalete saygı duyarsa, er geç kendi yakınlarına ihanet eder.
jean-paul sartre: saçma ne insanda ne de şeylerdedir; onlar arasında yabancılıktan başka bir ilişki kurma olanaksızlığındadır.
jean-paul sartre: insan düzeni düzensizlikten başka bir şey değildir; adaletsizdir, derme çatmadır, cinayet işlenir, açlıktan ölünür bu düzende. en azından insanlar tarafından kurulmuş, sürdürülmüş ve uğrunda mücadele edilmiştir.
insanlara hiçbir şey verilmez; ele geçirebilecekleri azıcık şeyin bedeli de haksız yere ölümlerdir. ama insanoğlunun büyüklüğü burada değildir. içinde bulunduğu durumdan daha güçlü olma kararlılığındadır. eğer durumu adaletsizse, üstesinden gelmesinin tek bir yolu vardır: kendisinin adaletli olması.
not: tırnak içindeki sözler albert camus'ya aittir.
9.09.2013
lampedusa
javier marias
giuseppe tomasi di lampedusa'nın çok hüzünlü yaşam öyküsünün en hüzünlü tarafı, dünyada ünlenen biricik romanı leopar'ın yayımlanmasıdır; çünkü yaşamındaki sıra dışı tek olay budur. o da ölümünden sonra, bu dünyadan göçüp gitmesinin üzerinden 16 ay geçtikten sonra meydana gelmiştir. bu nedenle ne kendini yazar gibi hisseden ne de buna uygun yaşayan ender yazarlardandır. dahası, yaşarken bir satırının bile yayımlanmamış olmasıdır; çünkü neredeyse yaşamının son günlerine dek buna hiç niyetlenmemiştir. niyetten söz açılmışken o zamana dek yazmaya bile pek niyetlendiği söylenemez.
lampedusa daha çok doymak bilmez ve takıntılı bir okurdu. ona yakın olanlar edebiyat ve tarih bilgisine, her iki alana ait kütüphanesinin zenginliğine inanamazlardı. sadece en önemli ya da okunması kaçınılmaz yazarların yapıtlarını okumakla kalmamış, ikinci dereceden önemli olanları, hatta vasatları bile devirmişti. "insan, sıkılmayı da bilmeli." der ve kötü edebiyatı da sabır ve ilgiyle izlerdi. hemen hemen tek harcaması ve lüksü kitaplar olmasına karşın, dönemin palermo'sunun ingilizce, fransızca, almanca, rusça (yaşamının son yılında ispanyolca) bilen birine sunabildikleri son derece kısıtlıydı. her şeye karşın bir taşra soylusu olarak sürdürdüğü önemsiz yaşam biçimi her sabah birkaç saatini kitapçılarda, özellikle de on yıl süresince her gün gittiği flaccovio'da geçirmesine izin veriyordu.
lampedusa'nın sabahları, hemşerilerine kusursuz avarelik fırsatları gibi görünüyor olmalıydı ve öyleydi de. letonyalı psikanalist karısı licy gece geç saatlere kadar çalışmayı tercih ettiği için sabahları geç kalkar, lampedusa ise erkenden uyanır, uzun uzun kahvaltı ederken okuduğu bir pastaneye kadar yürürdü. bir defasında elinde balzac'ın kalın bir kitabıyla gittiği ve başından sonuna dek okuyuncaya kadar tam dört saat yerinden kımıldamadığı anlatılır. sonra kalkar ve rahat rahat kitapçıları dolaşır, daha sonra bir başka kafeye uğrar ama yarı-entelektüel kaygılara sahip tanıdıklarının arasına karışmazdı. onların "aptallıklarını" pek ağzını açmadan dinledikten sonra, bu uzun oturma ve hafif yürüyüş maratonundan yorulduğundan olsa gerek, evine otobüsle dönerdi.
her zaman ağır ağır yürürken anlatılır, seçkin bir havası olduğu, aydınlık bakışlarının hiçbir şey üzerinde durmadığı, koltuğunun altında içi kitaplarla, evinde öğle yemeği yenmediği için akşama kadar idare ettiği tatlılarla ve pastalarla, türlü erzakla dolu, ağır mı ağır bir deri çanta taşıdığı anlatılır. o ünlü çantayı büyük bir doğallıkla taşır, proust ciltlerinin yanında şekerlemeler ve hatta kabaklar olmasına aldırmazmış bile. görünüşe göre çantasında her zaman yedek kitabı olurmuş, çantası uzun bir yolculuğa çıkacak olan ve elinde okuyacak bir şey kalmamasından korkan bir kitap kurdunun bavulunu andırırmış.
kolayca tahmin edileceği gibi para konusunda hiçbir zaman kaygı duymadı. bunun nedeni çok zengin olması değil, para gerektirecek bir hevesi olmamasıydı. hayatı boyunca çalışmasına gerek olmayacak kadar zengindi ama paylaşılan bir miras ve yüzyılın krizi, kesinlikle ayakları yere basan bir centilmen olmasını sağladı. mütevazı alışkanlıkları vardı, kitapçıları bir yana bırakırsak sık sık sinemaya gider, arada bir yemeğini lokantada yerdi, gençliğinde çok yolculuk etmiş olsa da seyahate çıkmazdı.
1654 yılında, ölümünden üç yıl önce günlüğüne şöyle yazar: "ben çok yalnız bir insanım. günün uyanık geçirdiğim on altı saatinden en az onunda tek başınayım."
lampedusa hakkında yapılabilecek tek dedikoduysa çocuğunun olmamasının ve licy'ye hiçbir tutku duymamasının esinlediği iktidarsız olma ihtimaliydi. ancak evlendiklerinde karısının 37 yaşında olduğu da gözardı edilmemelidir. licy evliliğinin ilk yıllarında sicilya'ya tahammül edemeyerek yılın büyük bölümünü letonya'da, doğduğu sarayda geçirmiş, evlilikleri "mektup evliliği" şeklinde yorumlanmıştır.
lampedusa sadece su içer ama iyi yerdi (tombuldu); iflah olmaz bir sigara tiryakisiydi ve ceketinin üzerine kar gibi yağan külleri fark etmezdi bile. ona tanıştırılanların yüzlerine bakmadan ellerini sıktığı da yine hakkında yazılanlar arasındadır; topluluk içinde utangaç, asık suratlı, yalnız ve hüzünlüdür; öyle ki bazı durumlarda ağzını açmayı bile reddeder. çok az sayıdaki dostlarının ve daha da az sayıdaki çömezlerinin yanındaysa açık ve kesin, sevimli ve her zaman biraz alaycı sohbetler ettiği söylenir. ukala ve ayrıntıcı da olabilir doğrusu; köpeklerinden her biriyle farklı bir dilde konuşurmuş. francesco orlando'nun tanımlamasına göre yazarın "çevresinde olup bitenle ilgilenmeyen iri bir kedigili" andıran bir havası vardır.
politik fikirleri hakkında çok az şey biliniyor ama görüşlerinin çok açık olduğu söyleniyor. sicilya'ya ve sicilyalılara duyduğu nefret bilinse de bu, yüzeysel, sevgiyle karışık bir nefrettir. sicilya'nın tüm sosyal sınıflarından nefret ederdi, dine ve din görevlilerine eski moda bir biçimde de olsa karşıydı, her şeyin her koşulda "bu dünyada, aşağıda" sonlanacağına inanırdı.
romanının ilk gönderdiği yayınevlerince reddedilmesini alay ve acıyla örtülü yumuşak bir biçimde kabullendiyse de, karısı kendi günlüğüne, son derece açık seçik bir ifadeyle, "mondadori'deki o domuz tarafından reddedildi." diye not düşmüştür. lampedusa'ya göre, sonunda yazmaya karar vermesindeki neden kendisi gibi bu işe geç başlayan kuzeni lucio piccolo'nun şiir kitabının bir ödül ve montale'nin övgüsünü almasıdır. "matematiksel bir kesinlikle biliyorum ki ondan daha salak olamam, bu nedenle masanın başına geçtim ve bir roman yazdım." diye yazar, bir arkadaşına gönderdiği mektupta. leopar'ın gün yüzü görmesi gerektiğine inanıyordu ama francesco orlando'ya "bir saçmalık olmasından korkuyorum." diyerek dile getirdiği kuşkuları vardı; yine orlando'ya göre, bunu romanının iyi karşılanacağını ümit ederek söylüyordu.
giuseppe tomasi di lampedusa, tedavi için gittiği roma'daki bir akrabasının evinde, 23 temmuz 1957 sabahı, akciğer kanserinden öldü. altmış yaşındaydı. uykusunda öldü, onu karısının kız kardeşi buldu.
lampedusa her zaman insanların kendi hatalarını yapmaları için rahat bırakılmaları gerektiğini söylermiş. o da hata yapma özgürlüğünü kullanarak onu beklemek istemeyen başarıyı tatmaz. yaşamındaki talihsizliklerden birinin yüreğinin katılığı olduğunu söylermiş, sonunda evlat edindiği, kendisinden kırk yaş küçük sevgili kuzeni gioacchino'nun bu konuda dikkatli olmasını istermiş:
"sakın yüreğin nasırlaşmasın."
giuseppe tomasi di lampedusa'nın çok hüzünlü yaşam öyküsünün en hüzünlü tarafı, dünyada ünlenen biricik romanı leopar'ın yayımlanmasıdır; çünkü yaşamındaki sıra dışı tek olay budur. o da ölümünden sonra, bu dünyadan göçüp gitmesinin üzerinden 16 ay geçtikten sonra meydana gelmiştir. bu nedenle ne kendini yazar gibi hisseden ne de buna uygun yaşayan ender yazarlardandır. dahası, yaşarken bir satırının bile yayımlanmamış olmasıdır; çünkü neredeyse yaşamının son günlerine dek buna hiç niyetlenmemiştir. niyetten söz açılmışken o zamana dek yazmaya bile pek niyetlendiği söylenemez.
lampedusa daha çok doymak bilmez ve takıntılı bir okurdu. ona yakın olanlar edebiyat ve tarih bilgisine, her iki alana ait kütüphanesinin zenginliğine inanamazlardı. sadece en önemli ya da okunması kaçınılmaz yazarların yapıtlarını okumakla kalmamış, ikinci dereceden önemli olanları, hatta vasatları bile devirmişti. "insan, sıkılmayı da bilmeli." der ve kötü edebiyatı da sabır ve ilgiyle izlerdi. hemen hemen tek harcaması ve lüksü kitaplar olmasına karşın, dönemin palermo'sunun ingilizce, fransızca, almanca, rusça (yaşamının son yılında ispanyolca) bilen birine sunabildikleri son derece kısıtlıydı. her şeye karşın bir taşra soylusu olarak sürdürdüğü önemsiz yaşam biçimi her sabah birkaç saatini kitapçılarda, özellikle de on yıl süresince her gün gittiği flaccovio'da geçirmesine izin veriyordu.
lampedusa'nın sabahları, hemşerilerine kusursuz avarelik fırsatları gibi görünüyor olmalıydı ve öyleydi de. letonyalı psikanalist karısı licy gece geç saatlere kadar çalışmayı tercih ettiği için sabahları geç kalkar, lampedusa ise erkenden uyanır, uzun uzun kahvaltı ederken okuduğu bir pastaneye kadar yürürdü. bir defasında elinde balzac'ın kalın bir kitabıyla gittiği ve başından sonuna dek okuyuncaya kadar tam dört saat yerinden kımıldamadığı anlatılır. sonra kalkar ve rahat rahat kitapçıları dolaşır, daha sonra bir başka kafeye uğrar ama yarı-entelektüel kaygılara sahip tanıdıklarının arasına karışmazdı. onların "aptallıklarını" pek ağzını açmadan dinledikten sonra, bu uzun oturma ve hafif yürüyüş maratonundan yorulduğundan olsa gerek, evine otobüsle dönerdi.
her zaman ağır ağır yürürken anlatılır, seçkin bir havası olduğu, aydınlık bakışlarının hiçbir şey üzerinde durmadığı, koltuğunun altında içi kitaplarla, evinde öğle yemeği yenmediği için akşama kadar idare ettiği tatlılarla ve pastalarla, türlü erzakla dolu, ağır mı ağır bir deri çanta taşıdığı anlatılır. o ünlü çantayı büyük bir doğallıkla taşır, proust ciltlerinin yanında şekerlemeler ve hatta kabaklar olmasına aldırmazmış bile. görünüşe göre çantasında her zaman yedek kitabı olurmuş, çantası uzun bir yolculuğa çıkacak olan ve elinde okuyacak bir şey kalmamasından korkan bir kitap kurdunun bavulunu andırırmış.
kolayca tahmin edileceği gibi para konusunda hiçbir zaman kaygı duymadı. bunun nedeni çok zengin olması değil, para gerektirecek bir hevesi olmamasıydı. hayatı boyunca çalışmasına gerek olmayacak kadar zengindi ama paylaşılan bir miras ve yüzyılın krizi, kesinlikle ayakları yere basan bir centilmen olmasını sağladı. mütevazı alışkanlıkları vardı, kitapçıları bir yana bırakırsak sık sık sinemaya gider, arada bir yemeğini lokantada yerdi, gençliğinde çok yolculuk etmiş olsa da seyahate çıkmazdı.
1654 yılında, ölümünden üç yıl önce günlüğüne şöyle yazar: "ben çok yalnız bir insanım. günün uyanık geçirdiğim on altı saatinden en az onunda tek başınayım."
lampedusa hakkında yapılabilecek tek dedikoduysa çocuğunun olmamasının ve licy'ye hiçbir tutku duymamasının esinlediği iktidarsız olma ihtimaliydi. ancak evlendiklerinde karısının 37 yaşında olduğu da gözardı edilmemelidir. licy evliliğinin ilk yıllarında sicilya'ya tahammül edemeyerek yılın büyük bölümünü letonya'da, doğduğu sarayda geçirmiş, evlilikleri "mektup evliliği" şeklinde yorumlanmıştır.
lampedusa sadece su içer ama iyi yerdi (tombuldu); iflah olmaz bir sigara tiryakisiydi ve ceketinin üzerine kar gibi yağan külleri fark etmezdi bile. ona tanıştırılanların yüzlerine bakmadan ellerini sıktığı da yine hakkında yazılanlar arasındadır; topluluk içinde utangaç, asık suratlı, yalnız ve hüzünlüdür; öyle ki bazı durumlarda ağzını açmayı bile reddeder. çok az sayıdaki dostlarının ve daha da az sayıdaki çömezlerinin yanındaysa açık ve kesin, sevimli ve her zaman biraz alaycı sohbetler ettiği söylenir. ukala ve ayrıntıcı da olabilir doğrusu; köpeklerinden her biriyle farklı bir dilde konuşurmuş. francesco orlando'nun tanımlamasına göre yazarın "çevresinde olup bitenle ilgilenmeyen iri bir kedigili" andıran bir havası vardır.
politik fikirleri hakkında çok az şey biliniyor ama görüşlerinin çok açık olduğu söyleniyor. sicilya'ya ve sicilyalılara duyduğu nefret bilinse de bu, yüzeysel, sevgiyle karışık bir nefrettir. sicilya'nın tüm sosyal sınıflarından nefret ederdi, dine ve din görevlilerine eski moda bir biçimde de olsa karşıydı, her şeyin her koşulda "bu dünyada, aşağıda" sonlanacağına inanırdı.
romanının ilk gönderdiği yayınevlerince reddedilmesini alay ve acıyla örtülü yumuşak bir biçimde kabullendiyse de, karısı kendi günlüğüne, son derece açık seçik bir ifadeyle, "mondadori'deki o domuz tarafından reddedildi." diye not düşmüştür. lampedusa'ya göre, sonunda yazmaya karar vermesindeki neden kendisi gibi bu işe geç başlayan kuzeni lucio piccolo'nun şiir kitabının bir ödül ve montale'nin övgüsünü almasıdır. "matematiksel bir kesinlikle biliyorum ki ondan daha salak olamam, bu nedenle masanın başına geçtim ve bir roman yazdım." diye yazar, bir arkadaşına gönderdiği mektupta. leopar'ın gün yüzü görmesi gerektiğine inanıyordu ama francesco orlando'ya "bir saçmalık olmasından korkuyorum." diyerek dile getirdiği kuşkuları vardı; yine orlando'ya göre, bunu romanının iyi karşılanacağını ümit ederek söylüyordu.
giuseppe tomasi di lampedusa, tedavi için gittiği roma'daki bir akrabasının evinde, 23 temmuz 1957 sabahı, akciğer kanserinden öldü. altmış yaşındaydı. uykusunda öldü, onu karısının kız kardeşi buldu.
lampedusa her zaman insanların kendi hatalarını yapmaları için rahat bırakılmaları gerektiğini söylermiş. o da hata yapma özgürlüğünü kullanarak onu beklemek istemeyen başarıyı tatmaz. yaşamındaki talihsizliklerden birinin yüreğinin katılığı olduğunu söylermiş, sonunda evlat edindiği, kendisinden kırk yaş küçük sevgili kuzeni gioacchino'nun bu konuda dikkatli olmasını istermiş:
"sakın yüreğin nasırlaşmasın."
ağaç
ahmet haşim
gün bitti. ağaçta neş'e söndü
yaprak ateş oldu, kuş da yakut
yaprakla kuşun parıltısından
havzın suyu erguvana döndü
yaprak ateş oldu, kuş da yakut
yaprakla kuşun parıltısından
havzın suyu erguvana döndü
8.09.2013
müzik ve sessizlik
umut garip bir alışkanlıktır. bir tür uyuşturucudur. bıraktığımıza dair yeminler ederiz; ama o da ne? bir gün gelir, yine kölesi oluruz.
yaşamın sana üstün geldiği zamanlarda kaderinle savaşmaya çabalama. kendi zayıflıklarınla savaş.
insan ruhunun kelimeleri kullanmadan konuşabilmesidir müzik. ve acıları rahatlatır.
kendi doğasındaki çarpıklığı asla anlayamamış bir kişi bile yüce bir müzikte, tüm çabalarının harikulade bir dinginlik içinde kucaklandığını anlayabilir ve huzurlu olur.
rüyalarda başardığımız şeyleri nadiren gerçekte yapabiliriz.
evlilik, bebek ağızlarının meme için bağırmasıdır; evlilik kimse seni kurtaramadan bir şubat sabahı solup gitmektir.
bir oğlan çocuğu olmak demek sürekli bir şeylerin başka şeylerle olan bağlantıları karşısında hayrete düşmek demektir; daha doğrusu dünyayı tıpkı bir yapboz gibi ayrı ayrı parçalarla görmek demektir.
en kısa hayatlar parıldayanlarınkidir.
aşk diye adlandırdığımız şeye yüklediğimiz tüm anlamlar, kış sonunda bir kara kurbağası gibi yok olup kokuşmaya gönüllü yapar bizi.
biz kadınların başı anılarla döner; hayatımız boyunca yüzümüzü geçmişe dönüp geri geri yürürüz.
aşkta bilebileceğimiz her şey kuşkuludur.
çocuklarla olan en büyük dert budur işte: tek başınıza bir iş yapmanıza izin vermezler; onlar da aynısını yapmak zorundadır.
biraz acı çekmeden kimse bir yere ulaşamaz.
erkekler öyleymiş gibi davranmazsa hiçbir kadın sığ olmaz. işte o zaman erkekler için sadece bir şehvet tatmini değil, kendimiz olmayı, insan olmayı biliriz ama başka şansımız var mı? ve eğer bu sefil zamanda sığ görünüyorsak bu, ağzımıza kadar erkeklerin yaptığı ahlaksızlıklarla dolduğumuz içindir; öyle ki artık bir damla fazlasını dahi istemiyoruz.
7.09.2013
nürnberg kanunu
david b. resnik
2. dünya savaşı sırasında nazi almanyası'ndaki hekimler, insanlar üzerinde çeşitli deneyler yaptı. toplama kamplarından alınan denekler arasında homoseksüeller, rus subayları, yargılanmış suçlular, polonyalı muhalifler ve çingeneler vardı. nazi hekimleri deneklerinin gönüllü rızasını almadı. deneylerin çoğu büyük acılara ve yaralanmalara yol açtı ve sık sık ölümle sonuçlandı. bazı deneylerde bilimsel olarak doğru sonuçlar elde edildiyse de, deneylerin çoğu doğru deneysel işlemlere dayanmıyor ya da sırf arzuları veya sadistik duyguları tatmin etmek için yapılıyordu. nazi "bilim adamlarının" en kötüsü auschwitz kampında bulunan "ölüm meleği" lakaplı josef mengele, genetiğin ve çevrenin çeşitli insan özelliklerine nisbi katkılarını belirlemek için çift yumurta ikizleri üzerinde çeşitli deneyler yaptı. amacı, çevreyi kontrol ederek, sarı saçlı, mavi gözlü, vücudu sağlıklı, hiçbir genetik hastalığı olmayan "mükemmel" insanlar yaratmaktı. bir deneyde, 6 çocuğun gözlerine, onları mavi yapmak için boya damlattı. daha sonra gözlerini çıkardı ve duvarına astı. denekler daha hayattayken organlarını çıkardı. ikizlerin, ikiz doğurup doğurmayacağını saptamak için onları çiftleşmeye zorladı. ikizlerin kanlarını değiştirdi, 2 farklı yumurta ikizinden bir "siyam" ikizi yaratmak için onlara aşı yaptı; alman hekimlerinin ziyaretinde 7 tane cüceyi teşhir etti; elektrik şoku deneylerinde 25 kişiyi öldürdü.
nürnberg kanunu, 1946'da, nazi bilim adamlarını savaş suçlusu olarak kabul etmeyi esas alan nürnberg mahkemeleri'nde ortaya çıktı. bu kanun, şu anda bile insan denekleri üzerindeki deneylerde can alıcı bir rol oynayan, kabul görmüş uluslararası bir bildiridir. bu kanunun temel ilkeleri şöyledir:
1. bilinçli rıza: insanlar ancak gönüllü ve bilinçli rızaları olduğunda araştırmalara katılabilirler.
2. toplumsal değer: deneyler toplum için yararlı sonuçlar doğurmalıdır.
3. bilimsel geçerlilik: deneyler bilimsel olarak geçerli ve iyi tasarlanmış olmalıdır. deneyler nitelikli bilim adamları tarafından yapılmalıdır.
4. iyilik: ölüme ve iyileşmez yaralanmalara neden olabilecek deneyler gerçekleştirilmemelidir. deneyi yapanlar riskleri ve acıları azaltmak için önlemler almalıdırlar.
5. sona erdirme: deney sırasında, bireyler herhangi bir nedenle deneyden ayrılabilirler. deneyin sürmesinin ölüme veya yaralanmalara sebebiyet verebilmesi durumunda, deneyi yapanların deneyi durdurmaya hazırlıklı olmaları gerekir.
2. dünya savaşı sırasında nazi almanyası'ndaki hekimler, insanlar üzerinde çeşitli deneyler yaptı. toplama kamplarından alınan denekler arasında homoseksüeller, rus subayları, yargılanmış suçlular, polonyalı muhalifler ve çingeneler vardı. nazi hekimleri deneklerinin gönüllü rızasını almadı. deneylerin çoğu büyük acılara ve yaralanmalara yol açtı ve sık sık ölümle sonuçlandı. bazı deneylerde bilimsel olarak doğru sonuçlar elde edildiyse de, deneylerin çoğu doğru deneysel işlemlere dayanmıyor ya da sırf arzuları veya sadistik duyguları tatmin etmek için yapılıyordu. nazi "bilim adamlarının" en kötüsü auschwitz kampında bulunan "ölüm meleği" lakaplı josef mengele, genetiğin ve çevrenin çeşitli insan özelliklerine nisbi katkılarını belirlemek için çift yumurta ikizleri üzerinde çeşitli deneyler yaptı. amacı, çevreyi kontrol ederek, sarı saçlı, mavi gözlü, vücudu sağlıklı, hiçbir genetik hastalığı olmayan "mükemmel" insanlar yaratmaktı. bir deneyde, 6 çocuğun gözlerine, onları mavi yapmak için boya damlattı. daha sonra gözlerini çıkardı ve duvarına astı. denekler daha hayattayken organlarını çıkardı. ikizlerin, ikiz doğurup doğurmayacağını saptamak için onları çiftleşmeye zorladı. ikizlerin kanlarını değiştirdi, 2 farklı yumurta ikizinden bir "siyam" ikizi yaratmak için onlara aşı yaptı; alman hekimlerinin ziyaretinde 7 tane cüceyi teşhir etti; elektrik şoku deneylerinde 25 kişiyi öldürdü.
nürnberg kanunu, 1946'da, nazi bilim adamlarını savaş suçlusu olarak kabul etmeyi esas alan nürnberg mahkemeleri'nde ortaya çıktı. bu kanun, şu anda bile insan denekleri üzerindeki deneylerde can alıcı bir rol oynayan, kabul görmüş uluslararası bir bildiridir. bu kanunun temel ilkeleri şöyledir:
1. bilinçli rıza: insanlar ancak gönüllü ve bilinçli rızaları olduğunda araştırmalara katılabilirler.
2. toplumsal değer: deneyler toplum için yararlı sonuçlar doğurmalıdır.
3. bilimsel geçerlilik: deneyler bilimsel olarak geçerli ve iyi tasarlanmış olmalıdır. deneyler nitelikli bilim adamları tarafından yapılmalıdır.
4. iyilik: ölüme ve iyileşmez yaralanmalara neden olabilecek deneyler gerçekleştirilmemelidir. deneyi yapanlar riskleri ve acıları azaltmak için önlemler almalıdırlar.
5. sona erdirme: deney sırasında, bireyler herhangi bir nedenle deneyden ayrılabilirler. deneyin sürmesinin ölüme veya yaralanmalara sebebiyet verebilmesi durumunda, deneyi yapanların deneyi durdurmaya hazırlıklı olmaları gerekir.