patrick süskind
ilham aramam ben. yalnız benim içimden doğmalıdır benim eserim.
kokuların öyle bir inandırıcılığı vardır ki, sözden, gözle görmekten, duygudan, iradeden daha güçlüdür. savılıp atılamaz bu inandırıcılık, soluduğumuz havanın ciğerlerimize işleyişi gibi, o da içimize işler, doldurur bizi, hepten ele geçirir, çaresi yoktur.
her sanatta ve her zanaatta yetenek hiçbir şey ifade etmez; ama deneyim, alçak gönüllülükle, çalışkanlıkla elde edilmiş deneyim her şeydir.
önünü görmek için ışığa ihtiyacı yoktu. daha önce de, gündüzün yürürken de saatlerce gözlerini kapayıp burnunun gösterdiği yöne gitmişti. çevredeki manzaranın çarpıcı renkleri, görmedeki göz kamaştırıcılık, birdenbirelik, keskinlik acı veriyordu. ama ay ışığına bir diyeceği yoktu. ay ışığı renk nedir bilmiyor, sadece arazinin dış çizgilerini biraz gösteriyordu. ortalığı kirli bir griyle örtüyor, bir gece boyu bütün canlılığı boğuyordu. bu, içinde kimi zaman gri tarlalara bir gölge gibi düşen rüzgardan başka hiçbir şeyin kımıldamadığı çıplak toprağın dışında hiçbir şeyin yaşamadığı, kurşundan dökülmüşe benzer dünya, grenouille'nin varlığını hoşgörüyle karşıladığı tek dünyaydı; çünkü ruhunun dünyasına benziyordu.
inzivayı seçen insanlar vardır, bilinir; bir günahın kefaretini ödemek isteyenler, başarısızlığa uğramışlar, azizler ya da peygamberler. böyleleri çöllere çekilip çekirge ve yaban balı yiyerek yaşamayı yeğler. kimisi de kenarda köşede kalmış adalarda, mağaralarda, dehlizlerde ya da -biraz daha gösterişlisi- sırıklar üzerinde kurulmuş, göklere uzanan kafeslerde yaşarlar. amaçları tanrıya daha yakın olmaktır. kendilerini yalnızlıkla cezalandırıp günahlarının ceremesini çekerler. böyle davranırken tanrının hoşnut olacağı bir yaşam sürdükleri inancı içindedirler. ya da aylarca, yıllarca, kendilerine yalnızlıkları içinde bir tanrı haberi ulaşmasını bekler, gelince bir acele insanlar arasında yaymaya yeltenirler.
kokuların, tıpkı bir zamanlar hayalinde olduğu gibi, her şeye gücü yeten tanrısı olmak istiyordu; ama şimdi gerçek dünyada olmalıydı bu artık, gerçek insanlar üstünde kurmalıydı egemenliğini. bunun elinde olduğunu da biliyordu. çünkü insanlar büyüğe karşı, korkunca, güzele karşı gözlerini yumabiliyor, ezgilere ya da gönül çelici sözlere kulaklarını tıkayabiliyorlardı. ama kokudan kaçamıyorlardı. çünkü koku soluğun bir kardeşiydi. onunla birlikte insanların içine giriyordu, yaşamak istiyorlarsa karşı duramıyorlardı. hem de tam orta yerlerine giriyordu koku, doğrudan kalplerine ve orada akla karayı ayırır gibi ayırıyordu ilgiyle aşağılamayı, iğrentiyle zevki, aşkla nefreti. kokulara egemen olan, insanın kalbine egemen olurdu.
her zaman özlediği şey olan insanların kendisini sevmesi, ulaştığı anda dayanılmaz bir şey olup çıkmıştı; çünkü o kendisi sevmiyordu insanları, onlardan nefret ediyordu. birdenbire doyumu hiçbir zaman sevgide değil, nefrette bulmuş olduğunu anladı, nefrette ve kendinden nefret edilmesinde.
richis'in dingin bakışları yayılıyordu üstünde. sonsuz bir iyi niyet vardı bu bakışlarda. sevecenlik, duygulanmışlık ve seven insandaki o kof, budalaca derinlik.