stefan zweig
o zamanlar okurları postanın geleceği günleri iple çekerlerdi, elinde tuttuğu dickens'ın mavi fasikülünü nihayet getiren postacıyı evde oturup beklerken zaman geçmek bilmezdi. bütün bir ay boyunca onun açlığını çekerler, beklerler, umut ederler, copperfield'ın dora'yla ya da agnes'le evlenip evlenmeyeceği konusunda tartışırlar, micawber'in ilişkilerinin yine krize dönüşmesine sevinirlerdi; çünkü onun bu sıkıntıları sıcak punç ve mizacı sayesinde kahramanca atlatacağını elbette biliyorlardı.
yaşlı genç, herkes her ay o belli günde kitabı daha önce elde edebilmek için iki mil yol kat edip postacıya koşuyorlardı. daha dönüş yolunda okumaya başlıyorlar, bazıları yüksek sesle okuyor ve sadece en iyi kalpli olanlar ganimeti kaptığı gibi koşarak karısına ve çocuklarına götürüyordu.
o zamanlar her köy, her şehir, bütün ülke, hatta çok daha ötelere, dünyanın her yerine dağılmış bütün ingiliz dünyası charles dickens'ı seviyordu; karşılaştıkları ilk andan hayatının son anına kadar sevdiler onu. 19. yüzyılda, dünyanın hiçbir yerinde bir yazar ve halkı arasında bu derece sıkı bir gönül ilişkisi kurulmamıştır.
pickwick'in ilk fasikülü 400 adet basılmış, daha 15. fasikülünde bu sayı 40 bine ulaşmıştı; onun ünü bir çığ gibi çağın üzerine düşmüştü.
dickens eserlerini bizzat halka okumaya karar verdiğinde, okuruyla ilk kez göz göze geldiğinde ingiltere sallandı, insanlar salonlara koştu ve salonları tıklım tıklım doldurdu; bazı hayranları, sırf sevdikleri yazarı dinleyebilmek için sütunlara tırmanıyor, bazıları sürünerek kürsünün altına giriyordu. amerika'da insanlar en dondurucu kış soğuklarında gişelerin önüne serdikleri yataklarda geceliyor, yakın lokantalardan garsonlar yemeklerini getiriyor, kalabalığın ardı arkası bir türlü kesilmiyordu. bütün salonlar küçük gelmeye başlamıştı ve en sonunda brooklyn'de bir kilise yazar için okuma salonuna dönüştürüldü. dickens da vaiz kürsüsüne çıkıp oliver twist'in maceralarını ve küçük nell'in hikayesini okudu.
bu ün geçici değildi, walter scott'un ününü bir kenara itti, thackeray'ın dehasını hayat boyu gölgede bıraktı ve ateş söndüğünde, dickens öldüğünde bütün ingiliz dünyasını baştan başa yaran bir çatlak meydana geldi. sokakta yabancılar birbirlerine bundan söz ediyordu, londra'yı sanki bir savaş kaybedilmiş gibi derin bir keder sarmıştı. onu ingiltere'nin panteonu "westminster abbey kilisesi"ne, shakespeare ile fielding'in arasına gömdüler, binlerce insan oraya akın etti ve o sade mezar günlerce çiçek ve çelenk yağmuruna tutuldu.
bugün hala, oradan minnettar bir elin serptiği çiçekleri görmeden geçmek pek mümkün değildir: sevgi ve ün bütün bu yıllar içinde hiç solmamıştır. tıpkı o zamanlar olduğu gibi bugün de ingiltere bu isimsiz yazarın eline dünya çapında, beklenmedik bir ün hediyesi tutuşturduğu için, charles dickens bütün ingiliz dünyasının en sevilen, en çok hayranlık duyulan, en çok saygı gösterilen hikayecisidir.
kimileri şiddeti yaratır, kimileri huzuru. charles dickens dünyadaki bir huzur anını şiire yerleştirmiştir.