virginia woolf
güneş biraz daha yükseldi. çakırdikenin sivri ucunu çevreleyerek, kumların üzerinde oraya buraya sığ ışık havuzcukları bırakarak kumsalda bir yelpazeyi çabucak sürüdü yeşil dalgalar, mavi dalgalar. belirsiz kara bir çizgi kaldı arkalarında. sisli, yumuşak kayalar katılaştı, kırmızı çatlaklarla lekelendi.
keskin gölge şeritleri yayıldı çimenlere; çiçeklerin, yaprakların uçlarında oynaşan çiğ taneleri, bahçeyi daha bir bütünde birleşmemiş, yalın kıvılcımlar saçan mozaiklere dönüştürdü. göğüsleri kırmızıyla sarıyla benek benek kuşlar, kol kola kayan kayakçılar gibi hep birlikte yabanıl bir iki şarkı söylediler, ansızın sustular dağılarak.
güneş, evin üzerine daha geniş kanatlar serdi. ışık pencerenin köşesinde bir şeye dokundu, onu zümrüt yığınına, çekirdeksiz meyveler gibi saf yeşil bir mağaraya dönüştürdü. sandalyelerin, masaların kıyılarını keskinleştirdi, incecik altın ipliklerle işledi ak masa örtülerini. orada burada bir tomurcuk patladı ışık çoğaldıkça; yeşil damarlı, açma çabasıyla sarılmışçasına titreyen, ak duvarlarına tüysü dillerini çarparken çan seslerinden incecik bir ezgi oluşturan çiçeklerini silkip attı. her şey sıyrıldı özelliklerinden usulca; tabağın porseleni akıyordu sanki, bıçağın çeliği sıvıydı. bu arada kırılan dalgaların çalkantısı, düşen kütüklerin çıkardığı boğuk seslerle döküldü kıyıya.
2
güneş yükseldi. yıpranmış teknenin ıskarmozlarını yaldızlayarak, çakırdikenini, onun zırhlı yapraklarını çeliksi bir mavilikte parıldatarak sarı ve yeşilden çizgiler düştü kıyıya. ışık ince, çevik dalgaları kumsalda yelpaze biçimleriyle yarışırken delip geçiverdi. başını sallamış ve bütün değerli taşların, topazın, akuamarinin, su rengi taşların içlerinde ateş kıvılcımları oynaştırmış olan kız, şimdi kaşlarını çıkardı ortaya, kocaman açılmış gözlerle dalgaların üzerine düz, ince bir yol çizdi. titreşen, uskumrusu parıltıları karardı; kümelediler kendilerini; yeşil oyukları derinleşti, karardı, dolaşıp duran balık sürülerince delinip geçilebilir oldu. sularını saçıp geri çekilirken incecik dallardan, mantarlardan kara bir çizgi bıraktılar kıyıya; samanlar, çalı çırpılar, küçük, dayanıksız bir kayık batmış, bordalarını patlatmış, gemici karaya yüzmüş, kayalara sıçramış, kırılgan yükünü kıyıya sürüklensin diye bırakmış gibi.
bahçede tan ağarırken bir o ağaçta, bir bu çalıda darmadağınık, düzensiz aralıklarla ötüşen kuşlar, şimdi bir ağızdan şakımaya başladı, ince, keskin; şimdi artık, arkadaşlığı biliyorlarmış gibi hep birlikte; şimdiyse uçuk mavi gökyüzü içinmişçesine tek başlarına. kara kedi çalıların arasında kımıldadığında, aşçı külleri kül yığınına savurup onları ürküttüğünde, hepsi bir tek uçuşla yönlerini değiştirdiler. korku vardı ötüşmelerinde, acının kıvranışı, şimdi bu anda çabucak yakalanıverecek sevinç. duru sabah havasında kıskançlıkla da şakıdılar karaağacın üzerinden yükseklere yönelerek, birbirlerini kovalarken hep birlikte bağrışarak, kaçarak, izleyerek yükseklere dönerken havada birbirlerini gagalayarak. ve sonra kovalamadan, uçuştan yorgun düşüp nasıl da sevimli iniverdiler, incecik eğilerek serpiştiler, sessizce oturdular ağaçta, duvarda, pırıl pırıl gözlerle başları bir o yana döndü bir bu yana; bilen, uyanık; özellikle bir tek şeyin kesinlikle bilincinde, özellikle bir tek nesnenin.
gri bir katedral gibi, koyu halkalarla yanmış, çimenden yeşil yeşil gölgelenmiş koca bir yapı gibi çimlerde yükselen bu şey belki de bir salyangoz kabuğuydu. ya saplar arasında eflatun gölgeden karanlık tünellerin açıldığı çiçeklikler üzerinde gürül gürül akan, eflatundan bir ışık saçan çiçeklerin parıltılarını gördüler ya da gözlerini küçük, parlak elma yapraklarına diktiler; oynaşan; ama yine de bir yerlerinden tutulmuş, pembe tepeli tomurcuklar arasında parıl parıl parıldayan. ya içine eğilmiş koca evle ve yükselen karaağaçlarla, asılı kalmış ama düşmeyen, çitteki yağmur damlasını gördüler ya da dümdüz güneşe bakarlarken gözleri altın boncuklara dönüştü.
şimdi o yana, bu yana göz gezdirecek daha derinlere, çiçeklerin altına, karanlık sokaklar boyunca yaprağın çürüdüğü, çiçeğin düştüğü aydınlanmamış yeryüzüne baktılar. sonra biri, çok hoş bir atılış, kusursuz bir konuşla savunmasız kurtçuğun yumuşak, canavar bedenini deldi, gagaladı, bir daha, bir daha; kokuşmaya bıraktı. çiçeklerin çürüdüğü, ölü kokuların estiği aşağılarda, köklerin arasında, şişmiş şeylerin kabarık yanlarında damlalar oluştu. çürümüş meyvenin kabuğu yırtıldı, akamayacak denli yoğun sıvı sızdı. kabuksuz sümüklüböcekler sarı salgılar bıraktılar, iki ucunda da başı olan biçimsiz beden, arada bir o yana, bu yana ağır ağır dalgalandı. altın gözlü kaşlar, yaprakların arasına dalarak bu irinlenmeyi, bu nemliliği bir şakaymışçasına gözlediler. kimi zaman gagalarının ucunu yabanıl bir biçimde bu yapış yapış karışıma sapladılar.
şimdi de yükselen güneş kırmızı kıyılı perdeye dokunarak pencereden içeri girdi; halkalar, çizgiler oluşturmaya başladı. şu sırada, çoğalan ışıkla beyazlığı yerleşti tabağa; bıçağın ağzı parıltısını yoğunlaştırdı. sandalyeler, dolaplar, arkada öylesine zar zor seçebiliyordu ki hepsi ayrı ayrı olmalarına karşılık ayrılamaz biçimde iç içe geçmiş görünmekteydi. ayna, gölcüğünü aklaştırdı duvarda. pencerenin kıyısındaki gerçek çiçeğe, imgesel bir çiçek eşlik ediyordu. yine de imgesel olan, gerçek çiçeğin bir bölümüydü; çünkü, bir tomurcuk yırtıldığında, camdaki solgun çiçekte de bir tomurcuk açıyordu.
rüzgar çıktı. zehirli mızrakları ellerinde, kollarını başlarının üstünde hızla döndürerek, otlayan sürülere, ak koyunlara yaklaşan sarıklı adamlar gibi, sarıklı savaşçılar gibi dalgalar kıyıyı dövdü.
3
güneş; yükselmiş olan, sudan yapılma değerli taşlar arasından kesik kesik bakış fırlatarak yeşil şiltede gizlenmeyi artık bir yana bırakmış olan güneş, yüzünü açtı, dümdüz baktı dalgalar üzerinden. düzenli bir gümbürtüyle döküldü dalgalar. yarış alanındaki at toynaklarının çalkantısıyla döküldüler. incecik serpintileri, sürücülerin başları üzerinden mızrakların havalanışı gibi yükseldi. kumsalı, elmas uçlu, çelik mavisi sularla süpürdüler. içeri, dışarı zorlamasını sürdüren bir makinenin yeğinliği ve gücüyle geri çekildiler, sonra yine yayıldılar. mısır tarlalarına, ormanlara vurdu güneş. ırmaklar mavileşti, kıvrım kıvrım oldu; su kıyısına inen çayırlar usulca sorguçlarını kabartan kuşların tüyleri gibi yeşillendi. yay gibi olmuş ve denetim altına alınmış tepeler, bir kemiğin kaslarla sarılması gibi sırımlarla gerilere bağlanmışlardı sanki; yamaçlarında gururla dimdik duran ormanlar bir atın boynundaki kısa, kırpılmış yeleye benziyordu.
ağaçların, çiçeklikler, havuzlar, limonluklar üzerinde kopkoyu durduğu bahçede kuşlar, sıcak güneş ışığı altında, ayrı ayrı şakıdılar. biri, yatak odası penceresi altında şakıdı; öteki, leylak ağacının en yüksek dalında; bir başkası, duvarın kıyısında. her biri, ötekinin ötüşünü acımasız bir uyuşmazlıkla paramparça edip etmediğine aldırmaksızın, sanki şakımayı patlatarak çıkarmak istermişçesine, keskin bir sesle, tutkuyla ateşli şakıdı. yuvarlak gözleri, parlayarak dışarı fırladı; pençeleri dalı, parmaklığı kavradı. bir yere sığınmaksızın, apaçık ortada, güneş ve hava için, midye kabuğu gibi damarlı ya da pırıl pırıl halkalarla zırhlı, orada yumuşak mavilerle yol yol, burada altına saçılmış ya da bir tek parlak tüyle çizilmiş yeni tüyleri içinde, güzel görünümleriyle şakıdılar. türküleri sanki sabahın zorlamasıyla onlardan kopartılıp alınıyormuş gibi şakıdılar. varoluşun kıyısı bilenmiş, mavi yeşil ışığının yumuşaklığını, ıslak toprağın nemini, yağlı mutfak buharının buğusunu, istimini, koyun ve inek etinin kızgın soluğunu, hamur işlerinin ve meyvenin verimini, üzerindeki çöp yığınından ağır buharın sızdığı mutfak kovasından atılan nemli kırıntıları ve kabukları kesmeliymiş, dağıtmalıymışlar gibi şakıdılar. sırılsıklam, nem lekeli, ıslaklıktan bükülmüş her şeye indiler onlar, kuru gagalı, acımasız, dimdik. leylak dalından ya da çitten inerek çullandılar. gizlenen bir salyangozu buldular, kabuğunu taşa vurdular. kabuk kırılıncaya, ince bir şey çatlaktan sızıncaya dek öfkeyle düzen içinde vurdular. kısa, keskin seslerle cıvıldayarak, gökyüzünün derinliklerine yönelmiş uçarak hızla geçtiler, dimdik yükseldiler, bir ağacın üst dallarına tünediler, alttaki yapraklara, kulelere, açılan çiçeklerle beyazlanmış, çimenle akan kırlara, sorguçlu ve sarıklı askerlerden bir birliği ayaklandıran tamtam sesi gibi vuran denize küçümseyerek baktılar. şakımaları zaman zaman, sularla çarpışarak köpüren ve yine birbirine karışan, aynı geniş yaprakları sürükleyerek aynı yataktan aşağı daha hızlı daha hızlı koşuşturan bir dağ deresinin kolları gibi ivedi ölçülerle birlikte yükseldi. ama işte bir kaya, dağılıyorlar.
güneş, odaya keskin kamalar biçiminde düştü. ışığın dokunduğu her şey tutucu bir varoluşa büründü. tabak, ak bir göl gibiydi. bıçak, buzdan bir hançere benzedi. ışıktan çizgilerle yukarı kaldırılmış büyük bardaklar, ansızın kendilerini ele verdiler. suyun altına batmış da çıkmışlar gibi masalar, iskemleler, olgun meyvenin kabuğu üzerindeki buğuya benzer kırmızı, turuncu, morla incecik örtülü olarak yüzeye yükseldiler. porselenin saydam cilası üzerindeki damarlar, ağacın damarları, hasırın lifleri daha daha incelikle kazındı. her şey gölgesizdi. kavanoz öylesine yeşildi ki göz, onun yoğunluğuyla haniden emilmiş ve deniz böceği gibi üzerine yapıştırılmış gibi görünüyordu. sonra biçimler, kütleyle ve kıyılarla donandı. işte burada bir iskemlenin kabartması, şurada dolabın gövdesi vardı. ve ışık çoğaldıkça gölge sürüleri katıldı önüne, kümelendi, üst üste katlanarak arkalara asıldı.
4
güneş, tam tepeye yükselmişti. yeşil deniz şiltesine uzanmış olan kız, değişken havada, sıçrayan bir yunusun derisi ya da düşen bir bıçağın parıltısı gibi yanıp sönen opal renkli ışık mızrakları fırlatan su kürelerinden yapılmış değerli taşlarla kaşlarını donatmış gibi verdiği ipuçlarından, parıltılardan yarım yamalak görülüp kestirilmiyordu artık. şimdi güneş, uzlaşmasız, yadsınamaz bir biçimde tutuşuyordu. katı kuma saplandı ve kayalar, kızıl ısı saçan fırınlara dönüştü; güneş her havuzu taradı, yarıkta saklanan küçücük balığı yakaladı, paslı araba tekerleğini, beyaz kemiği, kapkara, kumlara gömülü bağcıksız potini ortaya çıkardı. her şeye tam kendi rengini verdi, kum tepeciklerine sayısız pırıltılarını, yabanıl otlara ışık çakımlı yeşillerini ya da çölün çıplak ıssızlığına düştü, orada rüzgar kırbacı gibi saban yarıklarına, şurada bırakılmış taş yığınlarına süpürüldü; orada bodur, koyu yeşil, yabanıl orman ağaçlarıyla birlikte serpildi. dümdüz yaldızlı camiyi, güney köyünün kırılgan, pembe beyaz iskambil kağıdı evlerini, ırmak yatağında diz çökmüş, buruşuk giysileri taşlarda döven sarkık göğüslü, ak saçlı kadınları aydınlattı. denizde ağır ağır homurdanan gemiler, dik bakışlarına yakalandılar güneşin ve o, günbegün yürek gibi çarpan yağlı bordaları arasına sıkıştırılmış gemi, tekdüze bir biçimde, sular üzerinde onları taşıyıp dururken uyuklayan ya da karayı aramak için gözlerini gölgeleyerek güvertede bir aşağı bir yukarı yürüyen yolcuların üzerindeki sarı tenteleri dövdü.
güneş, güney tepelerin üst üste yığılmış doruklarını dövdü, suyun yüksek asma köprü altından çekildiği ve bu yüzden kızgın taşlar üzerinde diz çöken çamaşırcı kadınların ketenlerini pek az ıslatabildikleri, derin, taşlı ırmak yataklarında parıldadı ve sıska katırlar, dar omuzlarına asılı küfelerle çatırdayan gri taşlar arasında yollarını açarak ilerlediler. gün ortasında güneş sıcaklığı, bir patlayış sonunda kazınmışlar ve alazlanmışlar gibi tepeleri grileştirdi; bu sırada daha kuzeyde, daha bulutlu ve yağışlı ülkelerde tepeler, küreğin sırtıyla düzeltilmişlercesine tabaka tabaka oldular, derinlerde bir bekçi; yeşil bir lamba taşıyarak oda oda dolaşıyormuş gibi içlerinden ışıklandılar. gri mavi havanın atomları arasından güneş, ingiliz tarlalarına saplandı; bataklıkları, havuzları, bir kazığın üzerindeki martıyı, yuvarlak tepeli ormanların, yeni büyüyen mısırın ve kuru otlar üzerindeki gölgelerin yavaştan yol alışını aydınlattı. meyve bahçesinin duvarını dövdü, tuğlanın her çukuru ve damarı gümüşle beneklendi, morlaştı; dokunulsa yumuşakmış eriyerek tozdan kızgın kavrulmuş damarlara dönüşecekmiş duygusunu uyandıracak denli yakıcılaştı. frenküzümleri, parıltılı kırmızıdan dalgalar ve çağlayanlarla sarktı duvardan, erikler yapraklarını şişkinleştirdi ve çimen yaprakları, bir tek belirgin yeşil parıltıda tümlendiler. ağaçların gölgesi, köklerindeki karanlık havuza saplandı. seller halinde dökülen ışık, ayrı ayrı yapraklanmayı bir tek yeşil yığında eritti.
kuşlar, yalnızca bir tek kulağa yöneltilmiş tutkulu türküler söylediler, sonra sustular. kaynaşarak, cıvıldaşarak ağaçların daha yüksek dallarındaki karanlık düğümlerine küçük saman çöpleri, çırpılar taşıdılar. yaldızlı ve mor, tünediler bahçede, sarısalkım ve mor konilerinin altın ve leylak rengini silkelediği yerde; çünkü şimdi, gün ortasında bahçe, baştan aşağı çiçeklere ve bolluğa bürünmüştü; güneş, kırmızı yaprağı, geniş sarı yaprağı dövdükçe, tüy içindeki yeşil sapta yol yol oldukça, bitkilerin dibindeki tüneller bile yeşile, eflatuna, koyu sarıya boyanıyordu.
güneş, dümdüz çarptı eve, karanlık pencereler arasında beyaz duvarları parlattı. sık yeşil dallarla örülmüş camlar, delinemez karanlık halkaları oluşturdular. keskin sırtlı ışık kamaları, pencere kıyılarına yayıldı, odanın içinde mavi halkalı tabakları, kıvrık saplı fincanları, büyük tasın çıkıntısını, halıdaki çapraz deseni, çekmeli dolapların, kitapların devsi köşelerini, çizgilerini ortaya çıkardı. bu yığınların arkasında, içinde belki de gölge yükünden kurtarılması gereken bir biçimin ya da hala karanlığın yoğun derinliklerinin bulunduğu bir gölge alanı asılıydı.
dalgalar parçalandı, sularını çarçabuk dağıttı kıyıya. birbiri ardından topladılar kendilerini, döküldüler; serpinti, onların düşüşlerindeki güçle geri fırlattı kendini. koskoca atların sırtlarının kaslarla dalgalanması gibi, kımıldadıkça sırtlarındaki elmas biçimli ışık örgüsünün oynaşması dışında dalgalar duru maviydi. döküldü dalgalar, geri çekildiler ve döküldüler yine, kıyıyı ezen büyük bir canavarın gümbürtüsü gibi.
5
güneş artık, tam tepede değildi. yana yattı, eğimli döküldü ışığı. burada bir bulutun kıyısını yakaladı, onu yakarak ışık dilimine, ayak basılamaz alev alev bir adaya dönüştürdü. sonra bir başka bulut yakalandı ışığa ve bir başkası ve bir tane daha; aşağıda dalgalar, titreşen maviden düzensiz fırlatılan ateş tüylü kargılarıyla delik deşikti.
ağacın en üst yaprakları güneş altında kavrulmuş, kıvrım kıvrımdı. gelişigüzel esintide kaskatı hışırdadılar. kuşlar, keskin keskin bakışlarını bir o yana, bir bu yana çevirmeleri dışında, kıpırtısız durdular. şimdi boğazlarına dek sese doymuşlar gün ortasının doluluğu onları tıka basa doldurmuş gibi şakımalarına kısa bir ara verdiler. yusufçuk, kamışın üzerinde kımıltısız kaldı, sonra mavi teyelini havanın derinliklerine attı. ötelerdeki uzak vızıltı, ufukta aşağı yukarı dans eden incecik kanatların kırılmış titremesiydi sanki. çevrelerinde cam katılaşmışçasına ırmağın suya, kamışları bir noktaya çakılı tuttu, sonra cam dalgalandı, kamışlar dibe süpürüldü. dalgın, başı önüne düşmüş inek durdu tarlada, hantalca oynattı bir ayağını, sonra ötekini. evin yanındaki kovaya musluktan su damlamaz oldu kova dolmuşçasına, sonra musluk, bir, iki, üç ayrı damla düşürdü birbiri ardından.
pencereler, alevli lekeleri, bir dalın dirseğini, sonra saf duruluğun dingin boşluğunu düzensizlikle çıkardılar ortaya. gölgelik, pencerenin kıyısında kırmızı asıldı ve odanın içinde ışık kamaları, vernik ve cila üzerinde çatlaklar açarak masalara, sandalyelere düştü. yeşil saksı, kıyısından uzamış beyaz penceresiyle devsi bir çıkıntı oluşturdu. karanlığı önüne sürerek ışık, köşeler ve kabartmalar üzerinde kendini cömertçe dağıttı; ama yine de karanlığı yığdı, kalıba dökülmemiş biçimler kümesinde.
dalgalar toparlandı, sırtlarını kıvırdı, dağıldı. fışkırdı havaya taşlar, çakıllar, kayaları süpürdüler, yükseklere sıçrayan serpinti, bir mağaranın önceleri kuru olan duvarlarına döküldü, içeride dalga geri çekilirken karaya sürüklenmiş bir iki balığın kuyruğunu çırptığı yerde havuzcuklar bıraktı.
6
güneş alçalmıştı şimdi gökyüzünde. bulut adacıkları yoğunlaşmıştı, güneşin önünde sürükleniyorlardı; bu yüzden kayalar birdenbire karardı, titreyen çakırdiken, mavisini yitirdi, gümüş rengine dönüştü; gri bezler gibi gölgeler savruldu denizin üzerinde. dalgalar artık, ne uzaklardaki havuzlara konuk gitti ne de kumsalda düzensiz uzanan kara noktalardan oluşmuş çizgiye ulaştılar. kum, inci beyazı, pürüzsüz, pırıl pırıldı.
kuşlar birden çullandılar, havada, yükseklerde halkalandılar. bazıları rüzgar olduklarında yarıştılar, döndüler, binlerce şerite kesilmiş bir tek bedenmiş gibi dilimlediler onları. ağaç tepelerine, inen bir ağ gibi üşüştü kuşlar. şurada yalnız başına uçan bir kuş, bataklığa doğru çırptı kanadını, beyaz bir kazığın üzerinde tek başına öylece durdu, kanatlarını açarak kapayarak.
birkaç taç yaprağı düşmüştü, bahçede. deniz kabuğu biçiminde uzandılar toprağa. ölü yaprak, tutunduğu kıyıda durmuyordu artık, uçurulmuştu, orada koşuşturarak burada bir sapın önünde duraklayarak. bütün çiçeklerin üzerinden aynı ışık dalgası geçti birden, gösterişli bir salınım ve parıltıyla bir yüzgeç gölün yeşil camını kesmişçesine. arada bir alçaktan esen ustalıklı, zorlu rüzgar, yığın yığın yaprakları aşağı yukarı savurdu ve sonra rüzgar duruldukça, her yaprak yeniden kimliğini kazandı. parıltılı disklerini güneşte yakan çiçekler, rüzgar onları sarstıkça güneş ışınını yana itti ve sonra yeniden kalkamayacak denli ağır olan kimi başlar ustaca eğildi.
öğle sonrası güneşi tarlaları ılıttı, gölgelere mavi akıttı, mısırı kızıllaştırdı. derin parlaklık, vernik gibi yayıldı tarlaların üzerine. bir araba, bir at, bir ekinkargası sürüsü -onun içinde her ne kımıldatırsa kızıl altından dalgacıklar titretiyor, boynuzları ışıkla çizilmiş görünüyordu. kırlardan gelen, salkım saçak yüklü kısa bacaklı, ilkel görünümlü arabalardan süpürülmüş lepiska saçlı mısır serpintileri öylece durdu hendeklerde. yuvarlak başlı bulutlar yuvarlandıkça küçülmedi hiç, yuvarlaklarının her atomunu korudu. şimdi geçerken ağlarının atılışında, bütün bir köyü yakaladılar ve uzaklaştıkça onu yine bıraktılar, özgür uçsun. uzaklarda, ufukta, mavi gri tozun milyonlarca damarı arasında bir pencere camı yandı, yalın çizgisi durdu bir çan kulesinin ya da bir tek ağacın.
kırmızı perdeler, beyaz güneşlikler, pencerenin kıyısına çarparak içeri dışarı uçuştu düzensiz vuruşlarla; açılımlarla içeri dolan ışık, uçuşan perdelerden içeri zorlu esişlerle saldırırken bir kahverengilik, bir bırakılmışlık taşıyordu. burada çekmeceli dolabı kahverengileştirdi, orada sandalyeyi kırmızılaştırdı, ötede yeşil kavanozun üzerindeki pencere yansımasını dalgalandırdı.
her şey bir an için dalgalandı, kararsızlık, belirsizlik içinde eğildi; odada salınan koca bir pervane, masaların, sandalyelerin o inanılmaz sertliğini süzülen kanatlarıyla gölgelemiş gibi.
7
güneş batıyordu. günün katı çekirdeği çatlamış, yarıkları arasından ışık dökülüyordu. hızla atılan, karanlıkta tüylenmiş oklarla vurdu dalgaları, kırmızı ve altın sarısı. olur olmaz ışık çizgileri birdenbire parıldayıp dolaştılar çevrede, batmış adalardan gelen imler, gülüşen, utanmasız çocukların defne kurularından attıkları kargılar gibi. ama kıyıya sokuldukça dalgaların ışığı çekilip alındı, bir duvarın, hiçbir ışıktan çatlakla parçalanmamış gri taşlardan bir duvarın devrilmesi gibi bir tek uzun çalkantıda döküldüler.
bir esinti yükseldi, bir titreyiş dolaştı yapraklarda; bu kıpırdanmalarla kahverengi yoğunluklarını yitirdiler; ağaç, kütlesini bırakır, kaynaşır, kubbeli tekdüzeliğini yitirirken griye ya da beyaza dönüştüler. en üst dalda öylece kaldı atmaca, gözkapaklarını oynattı, yükseldi, süzüldü, derinliklere yöneldi. yabanıl yağmurkuşu haykırdı bataklıklarda, sakınarak, halkalanarak, haykırarak daha da uzaklara, yalnızlık içinde. trenlerden ve bacalardan yükselen duman uzadı, parçalandı, denizin ve tarlaların üzerinde asılı yapağından sayvanın parçası oldu.
şimdi mısırlar kesilmişti. şimdi bütün o akışlarından, dalgalanmalarından yalnızca dipdiri saplar kalmıştı geriye. yavaşça, kocaman bir baykuş, mızrak gibi fırlattı kendini karaağaçtan, salındı, sanki batmış bir çizgi üzerinde yükseldi sedir ağacının tepesine. tepelerde ağır gölgeler akıp gittikçe bir genişledi bir büzüldüler. kırların üzerindeki havuz bomboş uzandı. hiçbir kürklü baş bakmadı oraya, hiçbir toynak basıp su sıçratmadı, hiçbir sıcak hayvan ağzı batmadı suya. kül rengi dala tünemiş bir kuş, bir gaga dolusu soğuk su yudumladı. ne ekin biçme sesi ne tekerlek sesi; yalnızca yelkenleri dolduran, çimenlerin tepelerini süpüren rüzgarın ansızın kükremesi. yağmur -bozuğu güneş- soluğu bir kemik, denizin cilaladığı bir dal parçası gibi parlayana dek, öylece kaldı orada. ilkbaharda tilki kırmızısı yanmış, yaz ortasında güney rüzgarlarına yumuşak yapraklarını eğmiş olan ağaç şimdi karaydı, kömür gibi ve çıplak.
toprak öylesine uzaktı ki hiçbir parıltılı dam, ışık saçan pencere görülmüyordu artık. gölgelerle yüklenmiş toprağın korkunç ağırlığı öylesine cılız zincirleri, öylesine salyangoz kabuğundan yükleri çekip yutuvermişti ki içine, yalnızca bulutun sıvı gölgesi, yağmurun dövüşü, güneş ışığının fırlatılan bir tek mızrağı, fırtınanın ansızın saldırışı vardı şimdi. yapayalnız ağaçlar, dikili taşlar gibi uzaktaki tepeleri lekelediler.
ısısı çekilmiş, yanan yoğunluk noktası dağılmış olan akşam güneşi, sandalyeleri, masaları daha da olgunlaştırıp yumuşattı, kahverengi ve sarıdan dörtgenlerle işledi içlerine. eğilen renkleri bir tek yana yığılmış gibi gölgelerle çizilmiş ağırlıkları daha da ağır göründü. işte burada duruyordu bıçak, çatal, bardak; ama uzamış, şişmiş, şaşırtıcı. altın halkayla çerçevelenmiş ayna, sanki içinde sonsuza dek kalacakmış gibi görüntüyü kımıltısız tuttu.
bu sırada gölgeler uzadı kumsalda, karanlık derinleşti. kömür karası potin, derin maviden bir havuza dönüştü. kayalar katılıklarını yitirdi. eski teknenin çevresinde duran su, içine midyeler batırılmış gibi karanlıktı. kurşun rengine dönüşmüştü köpük, oraya buraya inciden ak bir parıltı bıraktı, dumanlı kumun üzerinde.
8
şimdi güneş batmıştı. gökyüzü ve deniz ayırt edilemiyordu. dalgalar, parçalanarak beyaz yelpazelerini kıyının ötelerine yaydı, gümbürdeyen mağaraların kuytularına beyaz gölgeler saldı, sonra çakıllarda iç çekerek geri çekildi.
dallarını salladı ağaç, savrulan yapraklar döküldü toprağa. yerleştiler işte, yetkin bir erinç içinde ayrışmayı bekleyecekleri yerlerine. bir zamanlar kırmızı ışıklarla donanmış olan kırık tekneden, kara ve gri, fırlatıldı bahçeye. saplar arasındaki tünelleri koyu gölgeler kararttı. ardıç kuşu sessizdi; kurtçuk, gerisingeri daracık deliğine emdirdi kendini. eski bir kuş yuvasından, arada bir, aklaşmış, içi boş bir saman çöpü uçuyor, kapkara çimenlere, çürüyen elmalar arasına düşüyordu. alet odası duvarında ışık solup gitmiş, engerek yılanının derisi çivide bomboş asılı kalmıştı. odadaki bütün öteki renkler, yerlerinden taşmıştı. keskin fırça izleri şişmişti, sarkık kıyılıydı; dolaplar, iskemleler, kahverengi kütlelerini bir tek büyük belirsizlikte eritmişlerdi. tavanla yer arasındaki yüksekliğe titreyen karanlığın dev perdeleri inmişti. ayna, asılıp kalmış sürüngenlerin gölgelediği bir mağara ağzı denli soluktu.
tepelerin katılığından öz çekilmişti. gezinen ışıklar, görünmez, batmış yollar arasına tüylerle süslü bir kama saldı; ama tepelerin katlanmış kanatlarında hiçbir ışık açmadı; yapayalnız bir ağaç arayan kuşun çığlığından başka hiçbir ses yoktu. kıyıdaki kayalarda, ormanlardan sürüklenip gelmiş havanın, okyanus ortalarının binlerce camsı boşluğunda soğumuş suyun, birbiri içinde erimiş mırıltısı duyuluyordu.
sanki havada karanlıktan dalgalar varmışçasına, su dalgalarının batmış bir geminin kıyılarını yıkaması gibi evleri, tepeleri, ağaçları örterek ilerledi karanlık. yalın biçimlerin çevresinde anaforlar yaparak, onları yutarak; yaz yeşilliğine bürünmüş karaağaçların sağanak gibi inen karanlığında kucaklaşmış çiftleri karalayıp geçerek sokakları yıkadı karanlık. karanlık, yapayalnız akdikeni ve dibindeki boş salyangoz kabuklarını sardı, çimenli yollar boyunca, çimenlerin kıvrım kıvrım yüzeyi üzerinden yuvarladı dalgalarını. karanlık, yükselerek yaylalardaki çıplak yokuşlara savruldu; kayakların, çağlayan dereciklerle, sarı asma yapraklarıyla dolu olduğu, verandalarla oturan kızların ve yelpazeleriyle yüzlerini gölgeleyip kara baktıkları zaman bile karın, katı kayalara sonsuza dek yerleştiği, yıpranmış, aşınmış doruklarına ulaştı dağın. onları da kapladı karanlık.