bir gong çaldı ormanda
koca ağaçların yüreğine dek salarak titreşimini
yankısı uzun uzun denizin üstüne yayıldı
dinlence aylarının sonuydu
ve insan kendi kendine bile
itiraf etmekten çekiniyordu
yalnızca ilkbahar ve yazlar hiç geri gelmiyordu
bir tavşan durdu bir an
gözünde insanca bir gözyaşı parlıyordu
sonra yürüdü gitti eskisi gibi tavşan
çalılıklar tarlalar arasından
kadın kadehi kaldırdı
gün batımı pınarın buz gibi suyunda yalazlandı
bir çığlık tıkandı kaldı
bacaklarının kemer gibi üstünden aştığı
büyüleyici istekler koyağında
içiyordu şimdi
erkekse dizüstü dudaklarını yosunlara dayamıştı
dağların suyu boğazını dondurarak onun da içinden geçiyordu
bir ara dilinin ucuyla bir alabalık kaçışına dokunur gibi oldu
oynak su ve pul kokuları arasında
ilk yıldız dimdik yükselen kolun ucundaki kadehe düştü
erkek kalkmıştı ve dudak dudağa
ama kavga ateşinden sonra bir dağ boğazının
gölgeliklerinde unutulmuş öç alıcı kılıcın çeliği kadar
soğuktu sevgilinin dudakları
bir bekleyiş uçurumunun kenarında
gözleri yarı kapalı kıpırtısız duruyordu kadın
hangi istek soymuştu onu
beyaz taş yontu geceye meydan okuyordu
dudak dudağaydı soluğumuz ve göz göze
aynalarımız içinden birbirimize uzanmış
deniz hafifçe sallıyor sessizliğin dibinde sözlerimizi
ve dalga alıp götürüyordu son anıyı
geçip giden ay görüverirse gecesinde
çakıl çarşaflarda yatan şu bitkin gövdeleri
ne çok yürüdük o gece
gözlerimiz ayın görkemli parlaklığında
ilerliyorduk
ne bir yankı ne bir gölge yolun billuru üstünde
ilerliyorduk yine
ne bir çığlık ne bir korku aşağıda sel boğazlarında
ne bir yankı ne bir tehlike yukarıda kayaların çatısı altında
yürüyorduk durmaksızın
ve hep o yok olmuş ses devinim koku vardı
karşımıza çıkan masalda destanda
donup kalmış tarih öncesi ordularına benzer ormanlarda
ne çok yürüdük o gece gözlerimiz ayın görkemli parlaklığında
güneşin sonsuza dek sürecek yokluğu boyunca
ne çok baktık birbirimize gülümseyerek
kesinliğin kılıcı bir anıt gibi dururken aramızda
ve başımızın üstünde o tek gökyüzü
çaresiz bir sevinç çölüne benzer kumu bile boşalmış
kuşları uçmuş
pencerede çıplak yakalıyordu seni şafak
ve işte o zaman çayırların mutlu gölgeliğinden
güneş tayları ayaklandırıyordu gözlerin
benim için hep dingin bir coğrafya oldu bedenin
uysal deniz suyunun gökkuşaklarıyla çevrili
ve sert rüzgarlarına adanmış kız kadırgaların
bin yıllık kepezlerin açığından yelkenler fora
aşıp geçen yıldızların ulu burnunu
eski buluşma yerine geri dönmek istedi
yeniden o koca
gözyaşı damlası mavi bir göz gibi duvarın bir taşı
üstünde yeniden o ayakta ve kanlı çığlık patikada
ve başka bir yerin rüzgarında tek başına
her zaman sarmaş dolaş mercan düşleyenlere dönüşmüşlerdi
kıpırtısız ahtapotların uykusu nöbet tutarken uzun denizlerin dibinde
bu kez iyice yitirdiler birbirlerini
biri öteki oldu ve o anda tersi de
şaşırtıcı biçimde gerçekleşti
bilmiyorlar daha
hiç bilecekler mi
farkında olmadan bırakıp gittiler yatağı odayı yeri göğü
sınırlar ötesindeler şimdi
iç içe sarmaş dolaş
biraz da telaşlı
serüvene kapılmış yürekleri
sonra da bir geceyarısı güneşinin apansız çarpması
tenlerinin en uzak ucunda
birbirlerini bulduklarında
bulabilecekler mi
o iki ayna gibi olacaklar yakın
yüz yüze
alabildiğine dingin
sana doğru iniyordum ve sen bana doğru yükseliyordun
her akşam bizi yaklaştıran boşlukta
o adını anmaya çekindiğimiz şeyin gölgesi ve ışığı vardı yolun üstünde
zaman güneşin kayığının tartımıyla yalpalıyordu
ineğin memelerinin altında
ne kaldı
kasemde o süt maviliği
ve kehanetlerini hiç tüketmeden içebileceğim yüzün
belirgin izi o kırlangıç çığlığı başımın üstünde
ve önümde batan o güneş o yüzyıllardan güçlü şafak
dirençle yükselirken insan sırtımın gerisinde
beller saban demirleri traktörler
koyaklar yamaçlar ovalar boyu
denizde gemi provalarına benzer
çiziyorlardı gökyüzüne yeni burçlar kuşağını
böcek hiyeroglifleri tozda
suyun ve kabukların filigranı
otlarda kuş damarları
havada duvar karalamaları
sabahın içinde yürüyecektik o benzersizle birlikte
ve her gün yeniden biçimlenecekti yüzümüz
açıklanan gizin yasalarına göre