31.05.2014

uzun lafın kısası

cicero: ünü hor görmek üstüne kitap yazanlar, baş sayfaya kendi adlarını koyarlar.

andrew fletcher: eğer bir insan tüm baladları yazma imkanına sahipse, bir ülkenin kanunlarını kim yaparmış, ona vız gelir.

ernesto sabato: sonunda ona benzemeden yıllarca güçlü bir düşmanla dövüşemezsiniz.

alain touraine: egemenlik ilişkilerinin ortak özelliği, kendilerini doğalmış -yani dayatılmamış- gibi göstermektir.

john fowles: bağışlanmayacak kadar günahkar hiç kimse yoktur.

kürşat başar: insanların bir gün büyüyüp düşlerini unuttukları ve artık onları çocuklara ait şeyler sandığı bir dünya hiç de yaşanmaya değer bir yer değil.

mesa selimovic: insan yaşamına günahtan çok, günah işlememek için alınan önlemler zarar getirmiştir.

apostolos doxiadis: dünya üzerindeki hiçbir şey gerçekten yeni değildir. insan ruhunun soylu dramları da öyle.

saltıkov-schedrin: eğer ahmakların elinde yetki olsa tüm akıllıları yeryüzünden silip süpürürler.

thomas bernhard: yaşamımızdaki her uykusuz gece için minnettar olmalıyız; çünkü bizi mutlaka felsefi açıdan ileriye götürür.

henry david thoreau: çoğu insan hayatını sessiz bir umutsuzluk içinde sürdürüyor.

boris pasternak: yaşamı boyunca hiç yanlış yapmamış, doğrudan ayrılmamış insanlardan hiç hoşlanmam. erdemli kişiler, yaşamın güzelliğindeki gizi anlayamazlar.

29.05.2014

fareler ve insanlar

john steinbeck

insan olmak için pek akıllı olmaya gerek yok. hatta bana öyle geliyor ki, bazen tam tersi oluyor. gerçekten zeki ve kurnaz bir adamı al örneğin, iyi bir insan çıkması nadirdir.

bizim gibi çiftliklerde çalışan insanlar dünyada yapayalnızdırlar. ne kimseleri vardır ne bir yurtları. bir çiftliğe gider, orada beş on para biriktirir, sonra şehre inerek hepsini harcarlar. para biter bitmez de başka bir çiftlikte didinmeye giderler. umacak hiçbir şeyleri yoktur yarından.

kimsen olmadığını düşün. zenci olduğun için bir odaya gidip iskambil oynayamadığını düşün. burada oturup kitap okumak zorunda kaldığını düşün. tabii akşama kadar nallarla oynayabilirsin ama, gece oldu mu odana kapanıp kitaplarını okumaktan başka yapacak iş yoktur. kitaplar da beş para etmez. asıl gerekli olan, arkadaştır, yanında bir can bulunmasıdır.

bazen ister istemez yaptığımız şeyler vardır.

burada birinin geceleyin oturup kitap okuduğunu veya düşündüğünü göz önüne getir. bazen arpacı kumrusu gibi düşünür; ama düşündüğü doğru mudur, değil mi, söyleyecek bir can bulunmaz yanında. bir şey görecek olsa, gerçek mi, değil mi, bilemez. yanında oturan birine dönüp sen de görüyor musun bunu, diye soramaz. hiçbir şeyden emin olamaz. bir ölçü yoktur elinde. burada neler gördüm ben. sarhoş da değildim. uykuda mıydım, bilmiyorum. yanımda biri olsaydı, rüyanda görmüşsün sen onu, derdi, ben de artık düşünmezdim. ama şimdi bilemiyorum.

27.05.2014

hayatın sessizliğinde

aslı erdoğan

sözün mucizesi, bir türlü söylenemeyişindedir.

bir insanın sevgisini kaybetmek, zorlukla ulaşılmış bir doruktan aşağı yuvarlanmaktır.

damarlara sızan pastır yalnızlık, bileklerden yüreğe geri döner.

"insan yüreği bir aynadır" derlerdi eskiden. sonsuza dek tutmak isteyeceği görüntüyü arayan, taşla yaşıt bir ayna. elmas sertliğinde, sırları dökülmüş. aynı çamurdan biçimlendirilmiş, dünyanın yüreğiyle. belki bu yüzden, yürek rengi bir resim dünya. boşluğun umursamaz elinde.

her şeyi yitirdiğimde elimde yalnızca hayat kalır.

her yol daha uzun yaşamdan. yollar yolları izler, duvarlar duvarları. ölümler ölümleri, sımsıkı yumulu gözler acıyla açılanları. gölgeler gibi sürükleniriz günden geceye, geceden güne; konaklayabileceğimiz düşlerin peşinde.

insanların mutlak egoizminden usandığınızda, faturayı 'yabancı ülkeye' çıkarmak pek rahatlatıcıdır.

"sil adımı insanlık denen o korkunç alaşımdan." (mısır ölüler kitabı)

24.05.2014

mutluluk

duygu asena

mutlu bir sabah; ne istediğimi biliyorum. kendime inanıyorum. kendimi seviyorum. yaşayacağım, daha çok şey öğreneceğim, savaşacağım. aykırı mı, peki, aykırı olacağım. kendime ihanet etmeyeceğim, onlara uymayacağım; onlar kim, kim öğretmiş onlara bu kuralları, kim karar vermiş bizi etiketlemeye; kim bizi, onların altında yaşamaya mahkum etmiş; onlar için, onların kuralları doğrultusunda, aşksa yaşamımın ilkesi, aşk için yaşayacağım; heyecansa yaşamımın çekirdeği, heyecansız kalmayacağım; ünse ünlü olacağım; işse, işimde en yüksek yere geleceğim; paraysa zengin olacağım; boyun eğmemekse, eğmeyeceğim; tümü birdense tümünü yapacağım; onlar kendi çıkarlarına uygun kalıplarına sokamayacaklar beni, kendi diledikleri etiketi yapıştıramayacaklar üzerime; onların koruması altına girmeyeceğim; benim onlardan hiçbir eksiğim yok; bunu onlara kanıtlayacağım; hiç kimsenin muavini olmayacağım ben.

incineceksiniz, inciteceksiniz. durmadan özveride bulunmak mutluluk sağlamıyor, ne bulunan için ne de bulunulan için.

22.05.2014

zen

osho

gosa hoyen, "insanlar bana zen'in neye benzediğini sorduğunda, onlara bu hikâyeyi anlatıyorum." derdi.

onun giderek yaşlandığını fark eden bir hırsızın oğlu, babasından emekliye ayrıldıktan sonra aile mesleğini devam ettirebilmesi için kendisine bu işi öğretmesini ister. baba kabul eder ve o gece birlikte bir eve girerler. büyük bir dolabı açan baba, oğluna gidip giysileri toplamasını söyler. çocuk içine girer girmez de dolabı kapatır ve sonra bütün evi ayağa kaldıracak gürültüler çıkarır. sonra da sessizce sıvışır.

dolabın içinde kilitli kalan çocuk öfkelenir, dehşete kapılır ve şaşkın bir halde oradan nasıl çıkacağını düşünmeye başlar. sonra aklına bir fikir gelir -kedi gibi ses çıkarır. aile hizmetçilerden birine bir mum alıp dolabı kontrol etmesini söyler. kapak açıldığında çocuk dışarı fırlar, mumu üfler, şaşkın hizmetçiyi iter ve koşmaya başlar. insanlar peşinden koşarlar. yolun kıyısında bir kuyu gören çocuk, kuyuya büyücek bir taş attıktan sonra karanlıkta gizlenir. arkasından gelenler kuyunun etrafında toplanır, kendini kuyuya atan hırsızı görmeye çalışırlar.

çocuk eve döndüğünde babasına çok öfkelidir ve ona hikâyeyi anlatmaya çalışır. "bana ayrıntıları anlatmaya uğraşma. burada olduğuna göre, sanatı öğrendin demektir." der baba.

21.05.2014

otostopçunun galaksi rehberi

douglas adams

galaksinin batı sarmal kolu'nun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşede, gözlerden uzak, küçük ve sarı bir güneş vardır.

bu güneşin yörüngesinde, kabaca yüz kırk sekiz milyon kilometre uzağında, tamamıyla önemsiz ve mavi-yeşil renkli, küçük bir gezegen döner. gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hala çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler.

bu gezegenin şöyle bir sorunu vardı -eskiden vardı: üzerinde yaşayan halkın büyük bölümü çoğu zaman mutsuzdu. bu sorun için pek çok çözüm önerilmişti; ama bunların çoğu genellikle yeşil renkli küçük kağıt parçalarının hareketleriyle ilgiliydi. bu da tuhaftı; çünkü aslında mutsuz olanlar yeşil renkli küçük kağıt parçaları değildi.

bu nedenle sorun varlığını sürdürdü; halkın çoğunun durumu kötüydü ve onların büyük bölümüyse mutsuzdu, dijital kol saatleri olanlar bile.

her şeyden önce, ağaçlardan inmekle büyük bir hata ettiklerini düşünenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. bazıları ağaçlara çıkmanın bile yanlış bir hamle olduğunu ve hiç kimsenin okyanuslardan asla ayrılmamış olması gerektiğini söylüyordu.

sonra, adamın birinin, değişiklik olsun diye bundan böyle halka nazik davranmanın ne kadar iyi olacağını dile getirdiği için bir ağaca çivilenmesinden yaklaşık iki bin yıl sonra, bir perşembe günü, rickmansworth'te küçük bir kafede tek başına oturan bir kız, bunca zamandır ters giden şeyin ne olduğunu birdenbire fark edip en sonunda dünyanın nasıl iyileştirilebileceğini ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir yere dönüştürülebileceğini anlamıştı. bu sefer doğru olanı bulmuştu, bu işe yarayacak ve hiç kimsenin bir yerlere çivilenmesi gerekmeyecekti. ama ne yazıktır ki, bir telefon bulup birilerine bundan söz edemeden yerküre yeni bir hiperuzay kestirme yolunun yapılması için beklenmedik bir şekilde yok edildi ve böylece bu fikir yitip gitti, görünüşe göre sonsuza dek.

bu, o kızın öyküsü değil. ama o korkunç, aptal felaketin ve onun doğurduğu bazı sonuçların öyküsüdür.

20.05.2014

teneke

yaşar kemal

insanı tarif etmek gerekirse, şöyle tarif edebiliriz: insan konuşan hayvan değil, mektup yazan hayvandır.

sen bu hergeleleri bilmezsin. bunlar yeni yetme. bunlar beatnik, yani dayak yemiş kuşak. sen bu saf kafanla anlamazsın onların fendlerini. ne hergeledir onlar, ne hergele!

kendine güvendiğin için yalancı değilsin. yalan dolan bilmediğin için yalan karşısında yenileceksin. yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. yalan teşkilat kurmuş, doğru yalnızdır. yalanın geleneği var, senin doğrunun her gün yeniden yaratılması gerek. her gün bir şafak çiçeği gibi yeniden açması gerek. sen yenileceksin. yenilmenin tadına varacaksın. doğru yenilmeli. yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz. doğru yenile yenile öyle keskin bir hale gelmeli ki.. yüz bin yıl su altında, yıkanmış, düzelmiş çakıl taşı gibi.

böyle uğurlamak sövmektir. kuyruğuna teneke bağladık demektir. zafer işaretidir.

lancelot

walker percy

çağların büyük sırrı şudur ki insanoğlu yalnız ve yalnız bir tek amaç için evrim geçirmiştir; bunun için doğar, yaşar ve ölür: bir başka insana cinsel bir saldırıda bulunmak ya da böyle bir saldırıya teslim olmak için.

bu yeryüzünde aynı kadının başka bir erkeğe bir zamanlar sana baktığı gibi baktığını görmek kadar büyük bir acı yok.

deha insanları gergin yapar.

merlin şimdiye kadar tanıdığım, araba kullanamayan pek az erkekten biriydi. ben çocukken böyle daha çok insan vardı; çoğu da oldukça yetenekli, zeki adamlardı. özellikle yaratıcı insanlar. picasso ve einstein araba kullanmayı hiç öğrenmemişler, öyle değil mi?

bir yaratığın, bedeninin küçük bir parçasını başka bir yaratığın bedenine sokması neden böylesine anlatılamaz bir şey?

felaket; henüz olmuş olsun ya da olmasın; ister savaşla, bombayla, ateşle, ister sadece gerileme ve çökmeyle. çoğu insan ölecek ya da yaşayan ölüler olarak var olacak. her şey yeniden çöl haline gelecek.

"özgürlük sadece başka bir adıdır
kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış olmanın"

bir kadının bir oda içinde hareket ediş biçimini bilir misin; ister orayı temizliyor isterse sadece vakit geçiriyor olsun. bir erkeğin hareket ediş biçiminden farklıdır. kadın bir odada rahattır. oda onun bir uzantısıdır.

kıskançlığın ne olduğunu biliyor musun? kıskançlık, zamanın kendisinin şeklinin bile farklılaşmasıdır. zamanın yapısı bozulur. zaman uzar. o burada değil. nerede? kiminle beraber? o kadar çok zaman vardır ki.. dakikalar ve saatler sürünerek ilerler. ne yapıyor? herhangi bir şey yapıyor olabilir. o burada değildi. onun burada olmayışı oksijenin burada olmayışı gibiydi. günün geri kalanında ne yapacağım? göğsümde bir şeyler sıkışıyordu.

katlanılması şerefsizlikten daha zor bir şey varsa, o da şereftir; kendin hariç her şeyin öylesine hoş; hatta mükemmel olduğu bir ailede büyüyünce.

sevgi nedir? size en yakın olanlara ve en masum olanlara karşı bu korkunç soğukluk niye? birisine korkunç bir şey olduğu zamanlar haricinde aileler hiç birbirini sevmiş midir?

esrar burada ve şimdide yatıyor. esrar şu: insan kendisiyle ne yapmalıdır? yaşın ilerledikçe zamanın sana oynadığı oyunun ve eğer bu konuda bir şeyler yapmazsan, zamanın akışının, geçmişin korkunç banalliğinin, saf geleceği sinsice gasp etmesinden başka bir şey olmadığının farkına varmaya başlıyorsun. geçmiş, bir teyp gibi geleceği yutuyor, saf olasılığı banalliğe dönüştürüyor. şimdiki zaman, teybin kafası, zamanın ağzı.

neyin mutlak ve sonsuz olduğunu söyleyeyim sana. bir kadını sevmek. ama sen nereden bileceksin? görüyorsun, senin kilisen ne yaptığını biliyor. bir mutlaklığı sil ki bir başkasını aramak zorunda kalasın.

en kötüsünü bilmekten daha da kötü bir şey vardır. o da bilmemektir. insan bilmek zorundadır. kötü haberden daha kötü şeyler vardır. yenilgi bile bilmemekten daha iyidir.

nezaket kurallarının gerçek amacı herkes için hayatı kolaylaştırmaktır; hem kendi kabuğuna çekilmeyi hem de huzur kaçırıcı bir kabalık ve hatta hakaret alışverişinden kaçınmayı kolaylaştırır. insan birisiyle ya el sıkışır ya onu görmezden gelir ya da onu öldürür. nezaket kurallarının işlevi işte budur: hiç kimse ne yapacağını bilemez bir duruma düşmez.

pascal hikayenin sadece yarısını anlatmıştı. insanın düşünen bir saz olduğunu söylemişti. oysa insan, düşünen bir saz ve yürüyen bir cinsel organ.

yeryüzündeki üç milyon tür arasında, insanın dişisi daimi bir kızışma halinde yaşayabilen, orgazm olabilen, eşiyle yüz yüze sevişebilen tek tür.

tanrının insan için gizli tasarısı, insan mutluluğunun erkekler için, erkeklerin kadınlar üzerinde şiddet uygulamasında ve kadının mutluluğunun buna teslim olmakta yattığıdır. yaşamın sırrı şiddet ve tecavüzdür ve kutsal kitabı pornografidir. mesele şu ki bu sırra dayanabilir miyiz? son noktanın cinsel saldırganlık olduğuna, onu uygulamak ya da ona maruz kalmak olduğuna dair evrimin hükmünü kabul etmek zorunda mıyız?

diğer zamanlar, birisine ya da bir şeye ya da insanın kendisine aittir ve birisinin ya da bir şeyin ya da insanın kendisinin kokusunu taşır. şimdiki an başka bir şeydir. geçmişte ve gelecekte yaşamak kolaydır. şimdiki anda yaşamak, bir iğneden iplik geçirmek gibidir.

19.05.2014

din

robert burns: tüm dinler kocakarı masalıdır.

shakespeare: dinde her zaman ortaya çıkan yanlış görüşleri, saçmalıkları düşünün. bunların içinde bir tane var mı ki, bilgicin biri çıkıp da kutsal kitapların birinde ona dayanak bulmasın, allı pullu sözlerle akla yakın göstermesin?

nietzsche: tanrı'nın tek mazereti, var olmamasıdır.

vanessa baird: neredeyse tüm dinlerin kişinin inancı için savaşmasını destekleyen ve şehit düşenlere doğaüstü ödüller verileceğini öne süren gelenekleri vardır. bunu yapabilmek için inanmanız gerekir. böylelikle din sadece şiddeti haklı çıkarmakla kalmıyor; intihar bombacısının tanrısı da tıpkı george w. bush'unki gibi ona harekete geçmesi için emir veriyor. 

henry david thoreau: bilimin dini içeriği, dinin bilimsel içeriğinden fazladır.

francis bacon: doğal felsefe [bilim] her çağda zorlu düşmanlarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. bunlar, batıl inançlar ve ölçüsüz dini fanatizmdir.

david bloomberg: bilimsel bir rasyonaliste göre, cüce cinlere, uzaylı kaçırmalarına, duyu ötesi algıya, reenkarnasyona ya da tanrı'ya inanmak arasında bir fark yoktur. hiçbiri nesnel kanıtlara dayanmamaktadır. bunlardan son ikisini diğerlerinden ayırmak ve din olarak adlandırmak -böylelikle onları eleştirel bir incelemeden muaf tutmak- entelektüel açıdan sahtekarcadır. en yaygın ve kutsallık adı verilerek koruma altına alınan batıl inançlar, en fazla karşı çıkılması gerekenlerdir. çünkü en büyük etki alanına onlar sahiptir ve en büyük zararı da onlar verir.

18.05.2014

iyilik neye yarar

bertolt brecht


iyilik neye yarar
öldürülürse iyiler çarçabuk
ya da iyilik görenler

özgürlük neye yarar
yaşarsa bir arada
özgürlerle tutsaklar

akılsız olmak madem ekmek sağlar herkese
akıl neye yarar

2
iyi insan olacağınıza
öyle bir yere götürün ki dünyayı
iyilik beklenmesin

özgür insan olacağınıza
öyle bir yere götürün ki dünyayı
kavuşsun özgürlüğe herkes
özgürlük sevgisi geçersiz olsun

akıllı insan olacağınıza
öyle bir yere götürün ki dünyayı
akılsız zararlı olsun

16.05.2014

john franklin

jon krakauer

sir john franklin, azameti ve dikbaşlılığı yüzünden kendisi de dahil olmak üzere 140 insanı ölüme götüren bir 19. yüzyıl ingiliz deniz subayı idi.

1819 yılında franklin, amirallik tarafından kanada'nın kuzeybatısındaki yabani topraklara yapılacak keşif yolculuğunun başına geçmesi için görevlendirildi. ingiltere'den ayrılmalarının iki yıl sonrasında, barrens (bereketsiz topraklar) adını taktıkları uçsuz bucaksız tundra arazisinde güçlükle ilerlemeye çalışan franklin'in küçük müfrezesi kara kışın ortasında kaldı. yiyecek stokları tükenmişti. avlayabilecek hayvan bulmakta zorlanan askerler, kayalardan kazıdıkları yosunlar ile geyik postu, hayvan kemikleri ve hatta kendi deri çizmelerini yemek zorunda kaldı. en sonunda yamyamlık noktasına gelmişlerdi. yaşadıkları kabus sona ermeden önce en azından iki adamın öldürülerek yendiği biliniyor. bunu yaptığından şüphelenilen asker hemen orada infaz edildi ve sekiz asker daha hastalık ya da açlıktan hayatını kaybetti. geriye kalan bir avuç askeriyle birlikte kanada yerlileri tarafından kurtarılmadan önce franklin'in de bir ya da iki günlük ömrü kalmıştı.

nazik bir viktoryen beyefendisi olan franklin'in iyi niyetli ancak beceriksiz, bilgisizliğine rağmen kafasının dikine giden, bir çocuğun naifliğine sahip bir adam olduğu söylenir; ayrıca yabanda hayatta kalmaya yönelik becerilere dudak büktüğü de bilinmektedir. kutup keşfine hazırlıksız çıkmış ve ingiltere'ye döndükten sonra "kendi çizmelerini yiyen adam" lakabını almıştır. fakat bu lakabı kendisiyle dalga geçmekten ziyade, saygıyla karışık bir korku içinde dile getirilmiştir. geri döndüğünde ulusal bir kahraman olarak selamlanmış, amirallik tarafından albay rütbesi verilmiş ve kuzeyde yaşadıklarını yazması için kendisine yüklü bir meblağ ödenmiştir. 1825 yılında da ikinci kutup keşif emri gelir.

bu keşif nispeten daha olaysız geçer ve 1845'te, bir efsane halini almış kuzeybatı geçidi'ni bulmak için franklin, üçüncü kez kutup bölgesine çıkma hatasını yapar. kendisinden ve emri altındaki 128 adamdan bir daha haber alınamaz. franklin'in keşif ekibini bulmak için gerçekleştirilen kırk küsur sefer sonucunda elde edilen kanıtlar doğrultusunda, askerlerin tümünün c vitamini eksikliğinden ve eksik gıda alımından kaynaklanan hastalıklardan ve açlıktan tarif edilemez acılar içinde can verdiği anlaşılmıştır.

15.05.2014

beni asla bırakma

kazuo ishiguro

her iki taraf da gerçekten istedikten sonra seks çok güzel bir armağandır.

belki daha beş ya da altı yaşındayken içinizden bir ses size: "bir gün, belki de çok yakında, nasıl olduğunu hissetmeye başlayacaksın." diye fısıldıyordur. böylece beklemeye başlarsınız, ne beklediğinizi tam anlamıyla bilmeseniz bile, diğerlerinden gerçekten farklı olduğunuzu anlayacağınız anı beklersiniz. dışarıda, başka insanların, sizden nefret etmeseler, kötülüğünüzü istemeseler bile sizi gördükleri, sizin bu dünyaya nasıl ve neden getirildiğinizi düşündükleri an ürperdiklerini, ellerini sizin elinize değdirmekten çekindiklerini, bunu hiç istemediklerini öğrenirsiniz. böyle birinin gözlerinden kendinize ilk kez baktığınızda buz kesersiniz. her gün önünden geçtiğiniz ayna bir gün aniden size bambaşka bir şey, rahatsız edici ve tuhaf bir şey göstermiştir.

doğru insanı bulursan kendini çok iyi hissedersin.

14.05.2014

intihar

yusuf atılgan

kendini öldürenlerin yaşamayı aşırı sevenler olduğunu düşünürdüm. sonra bir gün "yarın" diyebildim. denizde olacaktı. yanımdaki sığlığın yosunlu, sinsi sokulganlığında değil, ötelerin derinliğinde diyordum. ötekilere benzer bir gündü; ama ben iskeleye yaklaştıkça değişir gibiydim. insanları gerçekten görüyordum. eskiden, vapurda biletini uzatırken bile başını pencereden çevirmeyen adam sanki ben değildim. boyuna onlara bakıyordum. belki giderayak umutsuz bir çağrıydı; ama kimsenin aldırdığı yoktu. direnerek baktığım biri gözlerini benden kaçırırken kaşlarını çattı. yoksa artık aralarında olmadığımın farkında mıydılar? ertesi sabah ayakkabılarımı giyerken gene duraksamam, kapı gıcırdayacak diye çekinmem tuhaftı. son günümde bile kurtulamıyordum. kapıyı çarpmadan kapadım. daha orada "öyleyse yarın" dedim. ertesi gün çıkarken kapıyı çarpacaktım.

sevmek

balzac

insan, saadeti ortasında korkudan titreyecek yerde; lâkayt bir kadının kulağına büyük zahmetlerle bir kelime fısıldayacak yerde; tiyatroda, saçların arasında beyaz mı, yoksa kırmızı çiçek mi olduğuna veya, milano'da, korsika'da âdet olduğu gibi, ormanda bir arabanın camında eldivenli bir el olup olmadığına dikkat edecek yerde; bir uşağın şişe artıklarını kaçamak olarak içmesi gibi, bir kapının arkasında bir kiraz çalacak, bir postacı gibi bir mektup vermek veya almak hususunda bütün zekâsını kullanacak yerde; hudutsuz bir sevgiyi iki satır bir yazıda bulacak, bugün okuyacak kalın beş cilde, yarın ise iki sahifeye malik olacak yerde; jean-jacques rousseau'nun gıpta ettiği tatlı ihtirasa kendini kaptırmak, isaure gibi genç bir varlığı, hisler birbirine açıklandığı zaman kalpler birbirini uygun buldukları taktirde onunla evlenmek niyetiyle sevmek, kısaca, bahtiyar bir werther olmak daha iyidir.

portobello cadısı

paulo coelho

bütün fırtınalar yıkım getirir; ama yağmurla birlikte hem tarlalar sulanır, hem de gökyüzünden bilgelik yağar. bütün fırtınalar gelir geçer. ne kadar şiddetliyse o kadar kısa sürer.

bazı boş inançlar, ne kadar saçma görünürlerse görünsünler, insanoğlunun düş gücüne yerleşip kalırlar ve insanlar tarafından fazla düşünülmeden sık sık kullanılırlar.

dışadönük kişilerin içedönük kişilerden daha mutsuz oldukları, bunu gidermek için de sürekli olarak ne kadar mutlu, hayatla ne kadar barışık olduklarını kendilerine kanıtlamaya çalıştıkları söylenir.

biz kadınlar, hayatımıza ve bilgi yoluna bir anlam ararken, kendimizi hep dört klasik arketipten biriyle özdeşleriz: bakire'nin arayışı bütünüyle bağımsız oluşundan kaynaklanır ve öğrendiği her şey karşısına dikilen güçlüklere tek başına karşı koyabilme yeteneğinin meyvesidir. şehit, kendini tanımanın yolunu acıyla, teslimiyetle, çileyle bulur. azize, yaşamanın gerçek nedenini koşulsuz sevgide ve karşılığında hiçbir şey istemeden verme yeteneğinde bulur. ve son olarak cadı, varlığını eksiksiz ve sınırsız hazzın peşine düşerek doğrular.

robert frost: ormanda iki yol belirdi önümde ve ben, daha az yürünmüş olanı seçtim.

yalnızlık, ne kadar bastırmaya çalışırsak, o kadar güçleniyor; ama yok sayarsak gücünü yitiriyor.

aziz paulus: tanrı en önemli şeyi akıllı kişilerden gizledi; çünkü onlar basit şeyleri anlayamazlar.

gerçeklik, beyne giden bir dizi elektriksel uyarıdan başka bir şey değildir. gördüğümüzü sandığımız şey, beynin tümüyle karanlık bir bölümüne giden bir enerji atışıdır. ama başkalarıyla aynı dalga boyunu yakalarsak, o gerçekliği değiştirmeyi deneyebiliriz. sevinç de, tıpkı heyecan ve sevgi gibi bulaşıcıdır. hüzün, depresyon ya da nefret de öyle.

kahvaltı günün en özel yemeğidir.

"öldüğüm zaman beni ayakta gömün; çünkü bütün ömrüm dizlerimin üstünde geçti."

her şey hem çok basittir, hem de çok karmaşık. basittir; çünkü tek gereken bir tutum değişikliğidir. artık mutluluğu aramazsın. o andan başlayarak bağımsızsındır; hayatı başkalarının gözleriyle değil, kendi gözlerinle görürsün. yaşıyor olmanın serüvenini aramaya çıkarsın.

hayatın zevki farklı olmaktaydı. mutluluk, zaten sahip olduklarıyla -bir sevgili, bir oğul, bir iş- tatmin olma duygusuydu.

insan ne söylüyorsa odur. sen ne olduğuna inanıyorsan osundur.

eğer zihnin yaşadığın ana odaklanmışsa her şey tapınmadır.

hepimiz her şeyi biliriz, bu sadece bir inanma sorunudur.

halil cibran: istendiği zaman vermek iyi bir şeydir; ama istenmeden vermek daha iyi bir şeydir.

"insanlar bildiklerinin %25'ini öğretmenlerinden, %25'ini kendilerine kulak vererek, %25'ini dostlarından, %25'ini de zamandan öğrenirler.

bisikleti sürmeye devam edin; çünkü pedal çevirmeyi bırakırsanız düşersiniz.

hayatta da böyleydi. daha dayanıklı dalların tutuşması için önce ateşin yanması gerekir. gücümüzü gösterebilmemiz için de önce zayıflığımızın kendini gösterebilmesi gerekir.

mutluluğa giden tek yolun kölelik olduğu bir çağda yaşıyorduk. özgür irade çok büyük sorumluluk istiyordu; zorlu bir çabayı gerektiriyor, acı ve keder getiriyordu.

kölelerin yerine ücretli köleleri getirmeyi başardık; ama sağladığımız bütün gelişmeler bilim alanında oldu. insanlar bugün hâlâ atalarının sorduğu soruları soruyorlar. sözün kısası, hiçbir gelişme göstermediler.

13.05.2014

teklif

john fowles

dirseğinin üzerinde doğrulup döndü ve yüzlerimiz birbirine iyice yakın olsun diye başımı kendine çevirdi.

"seninle evlenmemi iste benden."

"benimle evlenir misin?"

"hayır." diğer tarafa döndü.

"neden yaptın bunu?"

"bitsin diye. ben hostes olacağım, sen de yunanistan'a gideceksin. artık özgürsün."

"tabii sen de."

"eğer bu seni mutlu edecekse -evet, özgürüm."

12.05.2014

seçilmişlere

goethe


susmayı sevmez şair taifesi
kendini göstermektir onların tiryakiliği
övgüler ve yergilerdir besinleri
kimse hoşlanmaz günah çıkartmayı düzyazıyla
ama bizler, sanki kilise hücrelerinin kuytuluğunda
ararız ilham perilerinin güvendiğimiz bahçelerini

tüm yanılgılarım ve amaçladıklarım
tüm acılarım ve yaşadıklarım
bu bukette birer çiçektir yalnızca
ve gençlik de, yaşlılık da
erdemler de, kusurlar da
hoş görünür şarkıların kalıbında

sicilya

mario puzo

adonis, ayrılmadan önce, guiliano'nun coşkulu romans öğretmeni rolünü bırakarak, ilk kez, sicilya yaşamının gerçeklerinden söz etti. "sevgili vaftiz oğlum," dedi, "kimse senin niteliklerine benim kadar hayranlık duyamaz. senin, aşısına yardım ettiğimi umduğum yüce gönüllülüğünü seviyorum. fakat şimdi söz konusu olan hayatta kalmak. babaların babası'na karşı kazanmayı asla düşünme. son bin yıldır, bir milyon örümcek gibi sicilya'nın bütün yaşamında dev bir ağ ördüler. don croce, şimdi bu ağın merkezinde duruyor. sana hayran, senin arkadaşlığını istiyor, onunla birlikte zenginleşmeni istiyor. fakat arada onun isteklerine boyun eğmelisin. kendi imparatorluğuna sahip olabilirsin; fakat onun ağında olmalı. kesin olan bir tek şey vardır: ona asla doğrudan karşı çıkamazsın. bunu yaparsan, tarihin kendisi don croce'nin seni ortadan kaldırmasına yardım edecektir."

10.05.2014

hacı murat

tolstoy

kötü bir tartışma iyi bir kavgadan iyidir.

ipin uzunu, lafın kısası makbuldür.

sonu iyi biten her şey iyidir.

geleceği görmek için geçmişe bakın.

"mezarımda toprak kurur; anam, unutursun beni! mezarımı çimen ot bürür; ihtiyar babam, dindirir acını ot. kız kardeşimin gözünde kurur yaşlar, acı uçup gider yüreğinden. ama sen unutmazsın beni, ağabeyim, almadan öcümü. sen de unutmazsın beni, kardeşim, varıp yanıma yatana değin. kızgınsın, kurşun, ölüm taşırsın ya, sen değil miydin sadık kölem? kara toprak, örtersin üstümü; ama ben değil miydim atla çiğneyen seni? soğuksun, ölüm; ama bendim efendin senin. bedenimi alır toprak, ruhumu kucaklar gök."

her halka kendi gelenekleri hoş gelir.

9.05.2014

edepsiz komünist

nazım hikmet

hep aklımda fikrimde sana [kemal tahir'e] "edepsiz komünist" diyen sertabip bey. bir komünist kadar yurtsever, halksever, namuslu olmak kolay iş değildir ve bizler yurdumuzu, milletimizi, insanlarımızı sevmeyi, namuslu olmayı çok ağır ve acı emekler sarfıyla, çok defa hayatımız, hürriyetimiz pahasına elde ettiğimiz, öğrendiğimiz için, birçokları, yurtlarını ve milletlerini sevmeyen birçok baylar bu sevgiden mahrum olduklarından, bizi "edepsiz" görürler. onların gözünde "edepsiz" olmayı, elbette ki onlar gibi yurt ve millet düşmanı olmaya tercih ederim.

ince iş

pınar öğünç

"anlamlı bir iş nedir? yaptığımız işin anlamlı olmasını dilerken istediğimiz şey, başkalarının mutluluğunu artırma şansından, dünyanın bilgi, verim, sağlık, bilgelik ya da güzellik hazinesine, ne denli sınırlı olursa olsun, bir katkıda bulunduğumuzu hissetmekten başka bir şey değildir ve bu arayış, zenginlik ve statü kazanma yönündeki, daha çok bilinen ve herkesçe tanımlanan dürtülerin yanı sıra, bizim yapımızın doğuştan gelen ve kolay kolay yok olmayan bir parçasıdır." (alain de botton)

gazeteci: adını tam koyamadığım bir zamandan beri hayatta gazetecilik yapmak istediğimden eminsem, bunun nedeni hurufatla fazla haşır neşir bir çocuk olmaktan daha fazla, bu işin sağladığı, hiç tanımadığım insanlara soru sorabilme imkanıdır. (pınar öğünç)

simitçi: ermeni ayakkabıcının yanında yetiştim. bana derdi ki: "oğlum, cenazen olsa dahi müşteriye somurtmak yok!" sahneye çıkar gibi. (hüsnü ataç)

doktor: insan isterse hasta olabilir. yeni doktordum, köyde yaşlı bir kadına çağırdılar, yemek yemiyormuş. loş odaya girdim, yer yatağındaki kuş kadar kalmış çok yaşlı teyzeye derdini sordum. "yeter artık dünya malını yediğim" dedi. bana mantıklı geldi, yakınlarının ısrarıyla besleyici bir serum taktım, bir iki gün içinde öldü. bence bizi en çok toplumdaki adaletsizlik duygusu, tuzun kokması, güvenilecek hiçbir kurum ya da kişi bulamamak hasta ediyor. (bora bilgin)

ağdacı: artık lazer epilasyon olayı var. onun da sonuçlarını ileride göreceğiz. kıl, mikrobu vücuttan atmanın bir yöntemidir. kılın çıkmasını engellerseniz bu bir kist olarak size dönmek zorunda. ama bizim insanlarımız çok cesaretli, parası varsa gidiyor. hepsi varis tedavisi yaptırıyor sonra. üç müşterim var böyle. lazer kılı da okuyor, damarı da. şimdi zaten lazeri güzellik merkezlerinden kaldırıyorlar. yasa çıktı, artık sadece kliniklerde olacak. (ayşe yılmaz)

balıkçı: müşteri olmak da bir sanat. her gün yeni bir laf duyuyorlar. televizyonda diyorlar ki, balık taze diye anlamak için üstten basın; ertesi gün gelip herkes balıklara üstten bastırıyor. bunun bir tane yöntemi var: balığın gözü parlayacak, rengi deniz rengi olacak. mavisi deniz mavisi, yeşili deniz yeşili. o kadar! (ergin demiröz)

çiçekçi: bazen erkekler karısına, sevgilisine çiçek alırken bana sorar. bazıları da ne alacağını bilir. evlilik yıldönümüyse başka çiçek alsa da yanına gülünü mutlaka alır. ama aldıklarında ya poşete konsun, ya gazete kağıdına sarılsın istiyorlar. utanıyorlar çiçekle yolda yürümeye. karısına çiçek aldı diye birileri dalga geçecek sanıyorlar; halbuki karısı işte, gurur duyması lazım. ama illa o şekil sardıracaklar. (hamiyet çelik)

dövmeci: bizim kapıdan içeri girenin kafasında genelde nasıl bir dövme istediğine dair fikir vardır. prensip sayılmaz; ama sevgili ismi yazmaktan kaçınıyoruz. ben ikna etmeye çalışıyorum; hele 18-19 yaşındaki bir gençse asla sevgilisinin adını yazmıyorum. zaten 18 yaş altına işlem hiç yapmıyoruz. (ilyas yılmaz)

hoparlörcü: sesin üçte birinin kapalı olması gerekir; en fazla üçte iki açacaksınız. arabanın kadranı 300'se 300 basacaksınız diye bir şey yok, 200 basarsınız. bobinin mıknatıs aralığındaki manyetik alanda o yüksek ses verilir. volümü o kadar kökleyince de bas hoparlör, yukarıda ve aşağıda manyetik alanın dışına çıkar. o yüzden siz sese yüklendikçe daha çok düşebilir de. (musa sezak)

itfaiyeci: bizde yangına ilk müdahale eden birinci arabadır, önemlidir. kendi isteğimle ben hep birinci arabada çalıştım. her sabah 4 tekerini öperim ben onun, ekmek kapımdır. işimiz zor; ama bizi asıl zorlayan, asılsız ihbarlar, yolu tıkayacak şekilde park edilmiş arabalar, dar yollar. bir de vatandaştan "nerdesiniz, geç kaldınız" diye küfredenler olmasa. bizim yüzümüzden değil sonuçta. malı yanıyor, canı yanıyor diye şeker gibi dinlerim ben o kötü lafları. (mehmet bülbül)

kasiyer: en yoğun kalabalık kar yağdığında galiba. bizim millet hemen yollar kapanacak, evde mahsur kalacak sanıyor; ama sonra bir bakıyorsunuz, ertesi gün yine gelmiş. reklamlar ne kadar etkili, anında burada görebilirsiniz. bir ürün günlerce rafta duruyor, bir reklamı çıksın, herkes onu sormaya başlıyor. öyle bir alışveriş modası var yani. (özel koç)

lostracı: bir insanın kişiliği ayakkabısından belli olur. eskiler tersini söyler; ama dost başa da bakar, ayağa da. kadınlar canı sıkkın olunca nasıl gidip saçlarını kestirir; erkekler de gelir ayakkabılarını boyatır. bıraktığı ayakkabıyı 2 sene sonra soran çıkıyor; atamıyoruz. meğer adam cezaevindeymiş. bir de sabah erkenden çorapsız, ayakkabıları bağcıksız gelenler oluyor, başta hiç anlamıyordum. onlar da geceyi emniyet'te geçirenlermiş. (seher örenler)

matbaacı: biz düğün, nişan davetiyesi de basıyoruz. bana ilginç gelen, tek davetiye bastırmak isteyenler. eski kız arkadaşlarına nispet olsun, gösterip "bak evleniyorum" demek için mi anlamıyorum; bununla çok karşılaşıyoruz. ama tek davetiye basmak gibi bir uygulamamız yok. (barış zeybek)

modelist: şimdi hayvanlar için de kıyafetler çıkardılar. ben çok tasvip etmiyorum. zaten o hayvanları eve almakla doğalarına karşı bir şey yapıyoruz, kısırlaştırıyoruz, bırakalım artık kediler, köpekler yağmurluk giymesin. (mutlu meşe demirhan)

turşucu: adile naşit'le münir özkul'un turşulu bir filmi vardır. o film ne zaman oynasa hala gece 11'e kadar nöbetçi kalmamız gerekir. muhakkak ki canı çeken, aklına düşen müşteri çıkar. o film de güzeldir, insan defalarca seyretse sıkılmaz. (ahmet öğretmen)

dansöz: kadın kendini aynada dans ederken görünce bir değişir, kadın olduğunu anlar, ben buymuşum der. kendi ritmini bulacaksın. yolda bir hanım gider, kalçalar küt küt ritim vurur. kadının hiç haberi yoktur ama. bazı insanların kendini bilmeden ellerinde kollarında bir ritim vardır. (sema yıldız)

vapur makinisti: en çirkini, yolcularımızın iskele verilmeden atlaması. çok insan kaybettik böyle. 1982'de haydarpaşa seferini yapıyoruz, buharlı gemi, gözümüzün önünde gitti adam. karaköy iskelesinin altı dubadır, herhalde oraya girdi, çıkamadı da. polislere bildirdik. (sezai çakır)

veteriner: öyle olduğunu iddia eder sahipleri; ama kediler laftan anlamaz; hormonal değişimlerden anlarlar. biz bunlara kabaca "duygu" diyoruz. o an gergin misiniz, heyecanlı mısınız, yaydığınız enerjiden bunu anlayabiliyorlar. insanlar da özellikle köpek seçimlerinde kendilerine benzeyeni seçerler. sokakta yüzlerine bir dikkat edin. (celal karabulut)

vücut geliştirmeci: bir gün çalışınca anında moralize oluyorsunuz zaten. içki, sigara gibi bağımlısı oluyorsunuz. aşırıya kaçmamanız lazım tabi. "plaj vücudu"nu geçmeyeceksiniz. nedir bu; aşırı kaslı olmazsınız; ama göğüs kaslarınız falan hepsi bellidir. tam anlamıyla güzeldir. (zeki şahin)

bilgisayar tamircisi: zaman zaman çok ilginç insanlara denk gelebiliyoruz. mesela bir telefon gelmişti, "external hard disk'i göremiyor" diye. sordum, kablosunu takmamış. (burhan özaydaş)

spor malzemeleri satıcısı: ben size fiyat kataloğu verdim mi? onun üstünde "d. havacıoğlu" diye yazar. bir kere maliyeciler de niye diye sormuştu. dedim, ben onları anadolu'ya gönderiyorum, müslüman mahallesinde salyangoz satmayı sevmem. (diyonis havacıoğlu)

çay ocakçı: "kahve nasıl olsun" diye soruyorum, "fark etmez" diyor bana. fark etmeyecekse, içme o zaman. gençlerin şekerli sevmesini anlarım, bir de zayıflayacağız diye zorla sade içen kadınlar var ki.. bunlar anlamadan içiyorlar işte! (cemil filik)

hamamcı: kadın-erkek karışık girmek isteyenler çıkıyor tabi; ama az. hamam havuza, denize girmek gibi bir şey değil. biraz daha mahremiyet gerektiriyor. üstsüz güneşlenebilirsiniz, denize girebilirsiniz ama işin içine sabun, sıcak, ter girdiğinde insanlar biraz kapalılık istiyor. adetler ayrı. mesela kadınlar yedi-sekiz, on kişilik gruplar halinde gelip saatlerce çıkmıyorlar. düğünden bir gün önce gelme gibi bir gelenek var bir de. (ruşen baltacı)

jinekolog: en zor kısmı gecenizin gündüzünüzün belli olmaması. bir gebenin suyunun ne zaman geleceği belli değil. gecenin bir vakti bir şey sormak için aranabilirsiniz. 10 sene sonra hamile kalabilmiş kadın; tabii ki stresli, arayacak. ben yılbaşı da doğuma geldim, yaş günümde de.

daha çok tüp bebekle uğraşıyorum. varını yoğunu satıp gelenler, bu iş olmazsa yuvası yıkılacak olanlar var. bu işin yüzdesi belli: %65. insanlara tutmadığını söylemek ayrıca zor. gebe kalma işini 35 yaş sonrasına bırakan kadının "çocuğum olmuyor" diye doktora gitme ihtimali %50. herkes kariyer yapıyor, geç evleniyor. e, zaten tüm dünyada sperm sayısı düşüyor, doğal döllenme zorlaşıyor.

benim bir oğlum var; eşimin doktoru bendim; ama doğumu ben yaptırmadım. biraz fazla duygusalım, dışarıda bekledim. baba olma heyecanını kaçıracaktım, mekanik olmam gerekecekti. istemedim. (numan beyazıt)

magazin muhabiri: magazinde bir mantık vardır; bir tanesi birini çekiyorsa, diğerleri de gider onu çeker ünlü biri diye. tanımasan da olur yani; gelirsin, editörler bilir zaten kim olduğunu.

bakırköy'de, beyoğlu'nda bir barda 50 kişi varsa 45'i erkektir; hepsi piyano gibi o 5 kızın başına toplanır.

bu işte önemli olan frikik. açılacak olanı anlarsın, beklersin. o kapılarda "bu benim özel hayatım" falan demeler de hikaye. sonra üstünü başını düzeltip "bir de böyle alın" derler. onun da reklamı oluyor çünkü. (oğuz ekici)

alaaddin'in sihirli dükkanı: bizim arkada mengenli ibrahim bey vardı, herkes oraya giderdi. aşağıda ziya bey vardı bakkal. o zaman market yok tabi. teşvikiye'de hem kasap hem manav olan abdullah vardı, karşımızda foti, yanni vardı, kasap dimitri vardı. istanbul, 6 eylül'ü yaşadı pınar hanım, çok felaketti. küçüktüm ama her şeyi hatırlıyorum. beyoğlu'nda papazları bile kestiler. o beyoğlu'nda altınları maltınları, kumaşları mumaşları götürmüşler. çok acı şeyler. bütün yahudiler de korktu kaçtı; olmaz böyle bir şey. bence türkiye o zaman çöktü. o noktadır yani, giden milli servettir.

eğer bir gün bir dükkan açarsan, kendi tuvaleti olsun. affedersin, tuvalet insanın canıdır. yıllarca çektim, karakola, yana komşuya.. (necdet güler)

çocukluk, ilkgençlik, gençlik

tolstoy

insan, ruhunun derinliğinden kopup gelen coşkuyu yaşadığı anlarda, her zamankinden daha bencil olur. böyle anlarda dünyada kendisinden daha ilgi çekici, daha güzel hiçbir şey olamazmış gibi bir duygu içindedir.

asil insanlar hiçbir zaman genç evlenmezler.

insanın ruhunda mutlu olmak ihtiyacı olduğuna göre, mutlu olmak insanın hakkıdır, doğa yasalarına uygundur. bir insan bu ihtiyacını karşılarken bencil davranırsa, daha doğrusu mutlu olmak ihtiyacını karşılamak için çaba harcarken yalnız kendisi için servet, ün, rahatlık, aşk gibi şeyleri ararsa, bu istekleri karşılamasına olanak vermeyecek koşullar ortaya çıkabilir. demek ki doğa yasalarına aykırı olan mutlu olma ihtiyacının kendisi değil, işte bu isteklerdir.

her an ölmek, üstelik hiçbir iyilik yapmadan, kimsenin haberi olmadan ölmek varken, insanın yalnız kendisi için yaşaması doğru mu?

son zamanlarda birçok şeyleri düşündüm. aynı zamanda çok değiştim; sonunda öyle basit bir gerçeğe vardım ki! mutlu olmak için gereken bir tek şey vardı: sevmek. özveriyle sevmek. her şeyi, herkesi sevmek, sevgiyi bir örümcek ağı gibi çevreye yayarak bu ağın içine her geleni almak.

insan hiç olmazsa bir kez yaşamı bütün o yapmacıktan uzak güzelliği içinde duymalıdır.

mutluluk doğayla baş başa olmak, onu görmek, onunla konuşabilmektir.

8.05.2014

aura

murathan mungan


bir sis bırakır ardında bazı kadınlar
ömre dağılan bir sis
tozlu bir ışık demetinin içinde
gümüş çakımlar gibi hatırlanan
hem cam hem çelik hem tül
çekim alanlarının fiziğini
gizemli şiirler, büyülü dumanlarla değiştiren
beyaz rujlu aura
aldanmalar diri tuttu bizi
gerdanlarımızda inci avcıları geceler boyu sürek
pus bir iklim olarak ele geçirdi benliğimizi
ölümsüz olduk ilk hasardan sonra

beyaz ruj, mendillerde verem aynalarda elveda

isli çay içen, akşamüzeri
yağmur ormanları sözünü güzel bulan, bir anı
kendine yabancı duygularla oynamayı seven, bir tutum
sis, toz, ışık, gümüş olarak duruyordu
diğer somut varlıklar arasında
kendi aurasıyla
işte bu da onlardan biri, dedim
daha önce bir şiirimde sözünü ettiğim
benim de başka şiirlerden tanıdığım o kadınlardan
odaları başka hayatlara başka kapılarla kapanan

yünse karanlığın yünü
yağmursa dağılmış prizma
aşksa herkeste bekleyen soru
ve yazılmamış mektupların kumları içinde
uzak dokunuşlar
küçük bir taşın yıllara dağılan
sudaki halkalarıyla
gelir sizi bulurlar
çekildiğiniz güneşi azalmış avlularda
yüzünüzde yarım bir ışık
yıllar sonra kalakalırsınız

çünkü yıllar bu kadınlardan hiçbir şey alamaz artık
bir sis gibi yaşarlar
başkalarının hayatları içinde
onlarla çınlar cam, tüller erir metalsi bir sessizlikte
şiddet değil süreklilik olarak
yıllar sonra sorulmuş bir soruya
erken verilmiş bir karşılık olarak
büyüyen bir ağaçta yer değiştirir zamanla
kaplanmış boşluk, bilenmiş dönemeç
seyrek karşılaşmalarda yitirilmiş
ruhun bütün imkanları adına
ilk hasarda ödenmiş bedel
puslu aynalarda
ruj
bembeyaz bir elveda

hayat dalgınlaştıkça
an derinleşir maziye
ölümsüzlük tozanlarıyla
geriye sayım başlar
aşk ışınlanmaktır artık
yitirilmiş somutluklara
avludaki güneş, camdaki gölge
aşk ya da aura

tek yön

walter benjamin

bir insanı ancak onu ümitsizce seven tanır.

bir şey vardır ki, hiçbir zaman telafi edilemez: ana-babasından kaçmayı ihmal etmiş olmak.

her iğrenti, kaynağında, dokunmaktan iğrenmedir.

gerek bireyin gerekse toplulukların çilesinin ötesinde artık sürüp gidemeyeceği tek bir sınır vardır: mahvoluş.

iyi bir nesir üzerinde çalışmanın üç aşaması vardır: yazının bestelendiği bir müziksel, yapıldığı bir mimari ve sonunda, örüldüğü bir dokusal aşama.

fikir hayatına karşı dizginlenmek bilmeyen bir düşmanlık ayaktakımının içine işlemiştir.

veda edenin sevilmesi ne kadar daha kolaydır. çünkü uzaklaşan kişi için, gemiden ya da trenin penceresinden sallanan o varla yok arası bez parçasının beslediği alev daha saftır. uzaklık, gözden kaybolmakta olanın içine bir boya gibi işler ve onu munis bir kora çevirir.

eleştirmen edebiyat mücadelesinde strateji uzmanıdır.

gelecek kuşaklar unutur ya da över. sadece eleştirmendir, yazarın yüzüne karşı yargıyı veren.

kitaplar ve fahişeler; her ikisinin de, sırtlarından geçinen ve onları sömüren, ezen, kendilerine özgü erkekleri vardır. kitaplarınki eleştirmenlerdir.

mutlu olmak demek ürküntü duymadan kendinin farkına varabilmektir.

bir aşkta çoğu insan ebedi yurdunu arar. ama başkaları, çok azı, ebedi yolculuğu. bu sonuncular aşkta toprak anayla temasa gelmekten korkan melankoliklerdir. sıla hasretini onlardan uzak tutacak kişiyi ararlar. o kişiye sadık kalırlar.

düşünüldüğü gibi dile getirilivermiş bir gerçekten daha zavallı bir şey yoktur.

resim galerilerinde dolaşan insanların ifadeleri, orada sadece resimlerin asılı olmasından duydukları ve doğru dürüst gizleyemedikleri hayal kırıklığını yansıtır.

"yeryüzü yalnızca evrenin güçlerini emerek yaşayanların olacaktır."

erotik vurguların kamu hayatına götürülmesi feodal ve proleter bir özelliktir. bir kadınla filan filan vesilede beraber görülmek onunla yatmaktan büyük önem taşır.