murathan mungan
çocukluğumda, ankara'da, bir gecekondu semti olan topraklık'ta dayımların evinde kaldığımız sıralar, sabahın bir kör karanlığında bütün ev halkının uyanıp başarısız bir ihtilal girişimini nasıl heyecan, şaşkınlık ve korkuyla radyodan izlediğimizi hayal meyal anımsıyorum. kulağımız radyodaydı ve gözlerimiz semalarda ihtilal habercisi uçaklar arıyordu. sonuçta o ihtilal başarısız olduysa da, ben bütün gençliğimi karartmaya yetecek kadar başarılı 2 ihtilal daha gördüm.
rakamları koca koca dizilmiş, kadranında yem toplayan tavukların ya da kanat çırpan kuşların bulunduğu; kurgusu boşalırken çırpına çırpına zil çalarak kendini sağa sola savuran, o yıllarda hemen her evde görülen o yuvarlak masa saatleri, kaç kadının "mahir" ellerinde yeniden bir başka zamana kuruluyordu? ya da sandalye üzerine çıkılarak camlı kapağı "itinayla" açılan duvar saatinin akrebi, yelkovanı hangi dikkatli parmakların ucuyla bir kez daha şimdiki zamana düzeltiliyordu? o duvar saatleri ki, sarkacı, gecenin ileri zamanlarında boş salonlarda çınlarken, kaç kişinin uykusunun arasına, düşlerinin kuytusuna sızıyor ya da yatağında dönüp duran uykusu kaçmışlara uykusuzluğun saatini söylüyordu?
saat 19.00'da "ajans" başladı mı, evin reisinin komutuyla bütün oturma odaları derin bir sessizliğe gömülür; yalnızca radyoya kulak verilirdi. radyo, televizyon gibi bakışmaya engel değildi; radyo dinlerken çoğu kez göz göze gelir, bakışırdı insanlar; yalnızca radyodan değil, birbirlerinin gözlerinden de dinlerlerdi söylenenleri. bir diğerinin bakışındaki bulutlanma, gözlerdeki kısılma ya da yüzdeki küçük bir değişiklik, söylenenlere yeni anlamlar yükler; aynı haberde, bizim kaçırmış olabileceğimiz, farkına varamadığımız bir başka boyutun varlığını düşündürürdü. böyle zamanlarda radyo, başkalarının bakışlarından alınan yardımla da dinlenirdi.
sabahları yayımlanan "arkası yarın" on civarıdır. "arkası yarın" demek, en heyecanlı yerinde kesilen bir serüvenin, yarına aktarılması demektir. belki de birçoğumuzdaki, daha çok o yıllara özgü o şiddetli "yarın duygusunu" güçlendiren şeylerden biriydi; arkası yarın gelecek olan, devamı hep yarınlara ertelenmiş olan o uzun serüven.. o sonsuz yarın umudu.
türk ve dünya edebiyatının birçok klasiğiyle radyo oyunları sayesinde tanıştık. birçok yazarı böyle tanıdık belki ya da böyle sevdik. seslendirenler diye anons edilen, bir dolu roman, hikaye ve kahramanını sesleriyle oturma odalarımıza taşıyan kimi adları duyduğumuzda yüreklerimiz heyecanla çarpardı. birçok sese öyle sevdalandık. yalnızca sesine sevdalandığımız, yüzünü hiç bilmediğimiz sevgilileri oldu çocukluğumuzun. sonsuz sevgilileri.. sesleriyle ruh verdikleri, yeniden yarattıkları kahramanlarla bir alaşım haline gelerek herkesin hayallerinde farklı farklı gövdelendiler. şimdi bile, zaman zaman tıpkı eski bir sevgili gibi çınlatıyorlar kulaklarımızı.
akşamüstü saat beşte mutlaka fasıl çalar, okul dönüşüdür. tutumlu ailelerin, hava tam kararmadan elektrik açmadıkları, her şeyin loş ve gölgeli olduğu, eşyanın kuytuda kaldığı alaca saatlerdir bunlar. akşam yemeklerinde ya da sonrasında, tavandan sarkan çıplak ampul ışığının muşamba masalarda patlayan çiğ aydınlığında çok daha iyi gizlenebilen, gözlerden saklanabilen bütün aile içi sorunlar, derin mutsuzluklar, onmazlıklar, bütün içe kapanışlar, vazgeçişler, pişmanlıklar, yılların tortusunda birikmiş ya da törpülenmiş söylenmeyen birçok şey, aydınlıkta değil de işte o kuytu saatlerde, o ışığı kıt odalarda, yıllardır saklanmış bütün aile sırlarının birdenbire ortaya dökülüvermesi gibi ansızın bütün çıplaklıklarıyla ortaya çıkıverip kendilerini bir bir ele verirler. her şeyin bir ışık ve gölge sorunu olduğunu, "aydınlanma anları" için ille de çıplak ışığa gerek olmadığını düşünür insan.
erken büyümüş bazı çocukların, bir gün, bir okul dönüşü ansızın anlayıverdikleri şey, belki de budur. bazı şeyleri görmemizi ışığa değil gölgeye borçluyuzdur.
yıllardır herkesin birbirinden sakladığı onca şey, herkesin fasıl şarkılarıyla kendi iç yolculuklarına çıktığı, herkesin hesaplaşmalarını tuttuğu bir kuytu defterin sayfalarını geçmişten gelen eski bir rüzgarın usulca dalgalandırdığı o içedönük akşam saatlerinde, uzun sürmüş bir sonbaharın ya da erken gelmiş bir kışın akşamüzerinde, birdenbire, yarısı gölgede kalmış yüzlerden, herkesin içindeki sızıyı istemeden ele verdiği dalgın duruşlardan, koltuğun kenarından sonsuza bırakılmış gibi sarkan bir elin ya da arkasındaki pencereden vuran ışıkta boynubükük duruşu bambaşka bir anlam kazanan yorgun bir başın havada asılı kalışından, içlerinden birinin durduk yerde iç çekişinden, arada bir su damlatan mutfak musluğundan ya da tam o saatte sokaktan geçen yoğurtçunun yorgun ve hüzünlü sesinden, bütün bunların toplamından oluşan o sisin kalınlığından herkesin hayatına yetecek kadar derin gölgeler kalır. gün perdelerde ağır ağır söner. ağır perdelerden sızan günün son ışıklarının eprimiş eşyaların üzerinde bıraktığı koyulaşarak derinleşen ve bir zaman sonra eşyanın dokusuna karışarak görünmez olan izlerde, yalnızca aile olmanın mutsuz tarihi değil, belki varoluşun kederi gizlenir. bir bilgi olarak değilse bile, bir sezgi, bir duygu, bir sızı olarak.. en çok da okuldan dönen çocuk.. erken büyüyen ve bir daha hiç büyümeyen çocuk.
müzik susar. koro söner. radyodaki ses söyler: fasıl heyeti'nden şarkılar dinlediniz.