16.06.2017

sahilde kafka

haruki murakami

başka bir insan haline gelmek pek kolay değildir. ancak, başka bir ad kullanmak kolaydır.

eskiden dünya erkek ve kadından değil, erkek-erkek, erkek-kadın ve kadın-kadın'lardan oluşurmuş. yani günümüzdeki iki kişilik malzemeyle bir kişi ortaya çıkıyormuş. herkes bundan memnun bir halde yaşıyormuş. fakat tanrı kılıcını kaptığı gibi hepsini ikiye bölmüş. muntazam bir şekilde tam ikiye. bunun sonucunda dünyada yalnızca erkek ve kadın kalmış, insanlar da öteki yarılarını bulmak için arayış içinde yaşamlarını sürmeye başlamışlar.

bazı şeylerin değerinin anlaşılması için zaman gerekir.

dönüş yolunu bilemez hale gelince panik başlar. gözünün önü kararıverir. her şeyi birbirine karıştırırsın. cinsel istek bela bir şeydir. yine de, o an ondan başka bir şeyi düşünmezsin. biraz sonrasını bile aklına getirmezsin.

vücudumuz aslında süreklilik üzerine kurulmuş çok güçlü bir sistemdir ve geçici olarak dışsal bir sistemin etkisi altında kalsa bile, belirli bir süre geçtiğinde, tabir yerindeyse, alarm zilleri çalmaya başlar ve özünde sahip olduğu süreklilik sistemini bloke eden dışsal etmen, söz konusu olayda uyku durumunu devre dışı bırakmak üzere acil durum işlevleri çalışmaya başlar.

insan kendini bir şeylerle özdeşleştirerek yaşar. böyle yapmak zorundadır zaten. goethe'nin dediği gibi, dünyadaki her şey metaforlardan ibarettir.

bir tür tamamlanmamışlık barındıran eserler, o tamamlanmamışlıklarından ötürü güçlü bir cazibe yaratırlar. en azından, belli türde insanlar üzerinde.

şu dünyada insanlar can sıkıcı olmayan şeylerden hemen bıkarlar. bıkmadıkları şeyler ise çoğunlukla can sıkıcı şeylerdir.

bu alemdeki kararların çoğu anlamsızdır.

savaş başlayınca askere alınırsın. askere alınınca, elinde tüfekle cepheye gidip düşman askerlerini öldürmen gerekir. mümkün olduğunca çok sayıda. senin insan öldürmeyi sevmen ya da sevmemen, kimsenin umurunda olmaz. yapmak zorundasındır. aksi takdirde, öldürülen sen olursun.

insan bir şeyleri ne kadar isterse istesin, o şeyler asla kendiliğinden çıkıp gelmez. insan bir şeylerden özel olarak uzak durmaya çalıştığında ise, o şeyler kendiliğinden insanın üzerine üzerine gelir.

mutluluğun tek bir türü vardır; ama mutsuzluk binbir şekilde ve büyüklükte gelebilir. tolstoy'un dediği gibi: "mutluluk masal, mutsuzluk ise öyküdür."

ayrımcılığa uğramanın nasıl bir şey olduğunu, ne kadar derin yaralar bıraktığını, o ayrımcılığa maruz kalan dışında kimse anlayamaz. acısı kişiye özeldir ve kendine özgü bir yarası vardır. o yüzden, iş eşitlik ve adalet istemeye geldiğinde, başkalarından aşağı kalacağımı sanmam. yalnız, çok daha fazla canımı sıkan şey, hayal gücünden yoksun insanlardır. t.s. eliot'ın ifadesiyle "içi boş insanlar". o hayal gücünden yoksun oldukları kısmı, hissiz perdelerle örtmeye kalktıkları halde, kendileri bunun farkında olmadan ortalıkta dolaşıp dururlar. sonra o hissizliklerini içi boş laflarla başkalarına dayatmaya kalkarlar.

ister gay olsun ister lezbiyen, ister homoseksüel ister feminist, isterse faşist bir domuz ya da komünist, isterse hare krishnacı olsun. ne olduğunun hiç önemi yok. elinde hangi bayrağı salladığının hiçbir önemi yok. benim tahammül edemediğim içi boş tipler. öyle insanlar karşıma çıktığında sabrım taşıyor, gereksiz laflar etmeye başlıyorum.

fevri kararların yol açacağı hatalar, çoğu durumda, bir daha asla düzeltilemezler. yanlışı kendiliğinden kabul edebilme cesaretin varsa, geri dönebilirsin. fakat hayal gücünden yoksun, sığ ve hoşgörüsüz bir yaşam, parazitlerinkinden farksızdır. ev sahibini değiştire değiştire, kendileri de şekil değiştirirler. bunun kurtuluşu yoktur.

farklı insanları severim. şu alemde, yüzlerindeki sıradanlığı bozmamaya çalışarak, düzenli bir hayat yaşıyor gibi görünenler daha güvenilmez olur çünkü.

varsayımlar, zihnin savaş alanıdır.

dışarıdaki karanlık tamamen silindi; ama yüreklerimizdeki karanlık varlığını olduğu gibi koruyor. bizim ego veya bilinç olarak adlandırdığımız şeyler, buzdağları gibi, kütlelerinin büyük kısmını karanlıkta gizliyorlar. böylesi bir yabancılaşma, bazı durumlarda içimizde derin karşıtlıklara ve karmaşaya da yol açabiliyor.

insanın sahip olduğu şiddetli duygular, çoğu zaman bireysel ve negatif duygulardır. dahası, yaşayan hayaletler, şiddetli duyguların doğal yan ürünleri olarak doğarlar. maalesef, insanoğlunun barışı ya da mantığın her alanda hakim olması amacıyla yaşayan hayalet haline gelen yok.

güven, insanın canından daha değerli bir şeydir.

aşk dediğin, dünyayı yeniden inşa etmek demektir. o yüzden, insana her şeyi yaptırabilir.

sanatçı dediğin, muğlaklığın üstesinden gelebilen insandır.

deha, hangi yönde ilerleyeceği tahmin edilemeyecek bir şeydir. hiç fark edilmeden uçup gittiği de olur. hatta yeraltı suyu gibi, yeraltında derinlere gömülüp oradan da başka bir yerlere akıp gittiği de olur.

gerçek şimdiki an, geleceği yiyip bitiren geçmişin ele avuca sığmaz ilerleyişidir. işin gerçeği, her türlü duyu, belleğin parçalarından başka bir şey değildir.

dışavurum, gündelik bağların tamamını kopartmak demektir. dışavurum olmayan bir yaşamın anlamı yoktur. yalnız, gözlemci olmak mantığından, eylemci olma mantığına sıçramak gerekir.

her kütle sürekli hareket halindedir. yeryüzü, zaman, kavramlar, aşk, yaşam, adalet, kötülük.. her şey ama her şey, akışkan bir geçiş anındadır. tek bir yerde, tek bir şekilde sonsuza kadar kalabilen hiçbir şey yoktur. uzayın kendisi de, başlı başına kocaman bir karakedi kargocusudur.

anton çehov: eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa, sonunda mutlaka patlaması gerekir.

insan kendisinin eksik bir parçasını bulmak umuduyla aşık olur. o yüzden de, aşık olduğu insanı düşünürken, kişisine göre değişmekle birlikte, az ya da çok hüzünlenir. çok eski bir zamanda kaybettiği, özlemle andığı, uzaklarda kalan bir odaya adımını atmış gibi hislere kapılır.

dünya her şey kendi istediğin gibi gitmediği için eğlenceli bir yerdir.

özgürlük sembolü olabilecek bir şeye sahip olmak, özgürlüğün kendisine sahip olmaktan daha önemli olabilir.

belki de dünyadaki hiç kimse özgürlüğü azrulamıyordur. arzuladıklarını sanıyorlar sadece. her şey bir ütopya. eğer ellerine özgürlük gerçekten geçecek olsa, çoğu insan ne yapacağını şaşırır. insanlar aslında özgürlüklerinin kısıtlanmasından hoşlanırlar.

nihayetinde bu dünyada, yüksek ve sağlam çitler inşa edebilen insanlar ayakta kalır. bunu reddetmeye kalkarsan, kendini çorak arazilere sürgün edilmiş bulursun.

insan gücünü duvar olarak kullanıp kendisini arkasına gizleyemez. güç, yine güç tarafından eziliverir çünkü. en azından prensipte öyledir.

varsayımın haklılığını kanıtlaması gereken, varsayımı ortaya atan kişidir.

insan yaşamı hangi şekle girerse girsin, solucandan bir adım öteye geçmez.

polis dediğin böyle çalışır. o tipler senin saçma sapan öykünü duyar duymaz, üzerine bir çizgi çeker, sonra da gelişigüzel bir ifade tutanağı hazırlarlar. yani kendilerine uygun bir öyküyü, oturup kendileri hazırlarlar. söz gelimi, hırsızlık için eve girdin; ama evde biriyle karşılaşınca bıçağı kapıp öldürdün gibi. işte öyle, herkesin kolayca anlayacağı bir öykü yaratırlar. gerçeğin ne olduğu, adaletin ne olduğu gibi şeyler, onların hiç umurlarında değildir. kendi başarı puanlarını artırmak için suçlular yaratmak, onlar için çocuk oyuncağıdır. sonra da seni, ya hapishaneye ya da sıkı korumalı bir akıl hastalıkları hastanesine gönderirler. ikisi de feci yerlerdir. herhalde ömür boyu çıkamazsın. ne de olsa doğru dürüst bir avukat tutmaya paran yetmez; ancak işini memur gibi yapan bir devlet avukatı atarlar.

labirent kavramını ilk bulanlar, eski mezopotamyalılar. onlar, hayvanların bağırsaklarını, belki de duruma göre insan bağırsağını çekip çıkararak fal bakarlarmış. elbette o karmaşık şekil dikkatlerini çekmiş olmalı. işte bu yüzden, labirentin o şeklinin temeli bağırsağa dayanır. yani labirentin temel prensibi aslında senin içindedir. üstelik, dış dünyadaki labirentlerle paralellik gösterir. senin dışında olan bir şey içinde olan bir şeyin yansıması, senin içinde olan bir şey dışında olan bir şeyin yansımasıdır. işte o yüzden de, kendi dışında olan bir labirente adım atmak yoluyla, kendi içindeki labirente de adım atmış olursun. bu da, çoğu durumda bir hayli tehlikelidir.

dağ kulübesindeki ikinci günüm de tüm yavaşlığıyla geçti. bir günü diğer günden farklı kılacak tek şey havadaki değişimdi. hava da aynı olduğunda, tarih algılaması yok oluveriyordu. dün ve bugün, bugün ve yarın arasındaki ayrım tamamen kayboluyordu. zaman, demirini kaybetmiş bir kayık gibi engin denizde dolaşıp duruyordu yalnızca.

büyük adamların sıkıntıları da büyük oluyor.

müziğin bir insanı değiştirme gücü var mıdır? yani bir gün bir müziği dinleyince, insanın içinde bir şeylerin tamamen farklılaştığı olur mu? elbette. öyle durumlar olur. bazı şeyleri tecrübe ettiğimizde, içimizde bir şeyler olur. kimyevi tepkime gibi. sonrasında, bizler kendimizi incelediğimizde, yerinde durması gereken ibrenin bir basamak daha yukarı çıkmış olduğunun farkına varırız. dünyamızın biraz daha genişlediğinin. benim de öyle tecrübelerim vardır. çok nadiren de olsa, evet, var. aşk gibidir.

anılar, insanın vücudunu içten içe ısıtan şeylerdir. fakat aynı zamanda insanın içini lime lime de edebilirler.

benim için yaşam yirmi yaşındayken bitti. sonraki yaşamım uzatmalardan başka bir şey değildi. loş karanlık, kıvrım kıvrım, hiçbir yere ulaşmayan bir koridor gibiydi. fakat yaşamak zorundaydım. her gelen günü tüm sahteliğiyle kabullenip yaşadım yalnızca. o günlerde birçok hata yaptım. hayır, daha doğrusunu söylemek gerekirse, hatalardan başka bir şey yapmadım. bir dönem, tek başıma kendi iç dünyama kapandım. derin bir kuyunun dibinde tek başına yaşamak gibi bir şeydi. dışarıdaki her şeyden nefret ettim, her şeyi lanetledim. bir dönem de dışarı çıkıp yaşarmış taklidi yaptım. her şeyi kabullenip duygusuzca yaşadım. fakat tümü anlamsız şeylerdi. hepsi göz açıp kapayıncaya kadar geçti gitti, arkalarında hiçbir şey bırakmadan. içimdeki suçluluk duygusu ve açılan yaralardan başka.

yazmaktı önemli olan. yazılmış halinin, tamamlanmış halinin hiçbir önemi yok.

saeki hanım nihayet gözlerini kapatıp kendini anılar denizinin koynuna bıraktı. artık orada acı yoktu. birileri acıyı sonsuza kadar çekip almıştı oradan. çember bir kez daha tamamlanmıştı. uzaklardaki bir kapının kapısını açıp oradaki duvarda iki hoş akortun kertenkele gibi yapışmış, uyumakta olduğunu gördü. o kertenkelelere usulca dokundu. onların huzur dolu uykusunu parmaklarıyla hissedebiliyordu. hafif bir rüzgar esiyordu. eski perdelerin arada sırada sallanmasından anlıyordu bunu. üzerinde uzun etekli çivit mavisi bir elbise vardı. çok eskiden bir yerlerde giydiği bir elbise. yürüdükçe, etekleri hafifçe hışırdıyordu. pencerenin ardında sahil vardı. dalgaların sesi duyuluyordu. birilerinin seslerini de duyuyordu. rüzgardaki deniz kokusunu hissedebiliyordu. mevsimlerden yazdı. mevsim sürekli yazdı orada. gökyüzünde hiç kımıldamayan beyaz küçücük bir bulut vardı.

bir kadınla çıkarken asla başka bir kadınla yatmamıştı. hiçbirini bir kez bile aldatmamıştı. eh, en azından bu açıdan düzgün bir adamdı. fakat çıktığı kadın en ufak bir şikayette bulunsun; herkesin normal kabul edeceği şeyleri kabul etmesini istesin, kıskançlık göstersin, para biriktirmesini önersin, hafif bir histeri krizine kapılsın ya da gelecekle ilgili endişelerinden söz etsin, onun ağzından tek sözcük çıkıyordu: "elveda!" kadınlarla ilişkilerde en önemli şeyin, ilişkinin sürüncemeye girmesine izin vermemek olduğuna, başını ağrıtacak bir durum olduğunda derhal ortadan sıvışması gerektiğine inanıyordu. sonra da, bir sonraki kadını bulup her şeye sıfırdan başlıyordu. normal insan davranışının böyle olması gerektiğini düşünüyordu.

zamanın göreceli ağırlığı, çok anlamlı kadim bir rüya gibi üzerine çöküyor. o zamandan kurtulabilmek için hareket etmeye devam ediyorsun. dünyanın öteki ucuna gitsen bile, o zamandan kaçamayabilirsin. fakat öyle bile olsa, dünyanın öteki ucuna gitmek zorundasın. dünyanın öteki ucuna gitmedikçe yapamayacağın şeyler de var çünkü.