oğuz atay
akşam oluyordu, sınıfa bir gariplik çökmüştü. bana yeni devredilen talebelerimin yüzlerine şöyle bir baktım. bir kütle olduklarını düşünürüm onlarım; yalnız ön sırada oturanlar biraz insana benzer; ötekiler onları saran bir yığındır. ben de ön sıraya baktım, şöyle bir baktım yani. onların bakışları, her zamanki gibi donuktu, ifadesizdi; ama gene her zamanki gibi, bilinmeyene karşı duyulan korkuyla doluydu: beni tanımak istiyorlardı.
"hocamız rahatsız" dedim onlara. "biz" diliyle konuşuyordum her zamanki gibi: "bir süre birlikte yürüteceğiz dersleri." biri, arka sıralardan biri adımı sordu. tahtaya yazdım. sonra profesör olduğumu da öğrendiler. bunları hep arka sıralardakiler sordu. ön sıradakiler daha ciddi görünmeye çalışırlardı. onlar da hangi kitapları tavsiye edeceğimi sordular.
refik bey'in kitabı yoktu: kitabın icadından önce profesör olmuştu. benim kitabım vardı. biraz ısrar etmelerini bekledikten sonra kitabımın adını da yazdım tahtaya. yılda bir iki kere yayımlanan dergilerde de bazı makalelerim çıkmıştı. uzak ülkelerde yaşayan ve matematik dünyasında bile çok az kişiyi ilgilendiren konularla uğraşan meslektaşlarımın işine yarayabilecek şeyler.. bilim denizinde sonsuz küçük birkaç nokta. başka araştırmalarda, "prof. s. gözbudak'ın aynı konudaki araştırması" şeklinde bir dip notu. bunların adlarını tahtaya yazmadım tabii. henüz o kadar kendimden geçmemiştim. başka kitap adları da yazdım: tavsiyelerime tarafsız bir görünüm vermek için.
"siz hangisini tavsiye edersiniz?" diye sordu ön sıradan biri. hep bunu sorarlardı. talebe denilen şekilsiz kütle her yıl başkalaşır; fakat içlerinden bazıları sanki yarıştaki bayrak gibi yıldan yıla hiç değişmeden aktarılırdı. bu öğrenciyi sanki yıllardır tanıyordum. sanki yıllardır aynı soruyu bıkmadan usanmadan soruyordu bana. ben de yıllardır gene bir bayrak gibi taşıdığım, "kendi kitabımı tavsiye etmem" karşılığını verecektim ve yıllardır değişmeyen biçimde gülünecekti cevabıma. ne bitmez bir bayrak yarışıydı bu, allahım!