ernesto sabato: banka, burjuva ruhunun tapınağıdır.
harper lee: selam vermeden önce çekip vurmak gereken türde insanlar vardır; o zaman bile harcanan kurşuna değmezler.
cicero: hazinesini nereye gizlediğini unutan ihtiyar yoktur.
jeannette walls: eşyalardan vazgeçmek zorunda kaldığınızda, onlara hiç de ihtiyacınız olmadığını anlıyorsunuz.
konfüçyüs: ne kadar yavaş gittiğinizin önemi yok; yeter ki durmayın.
andre maurois: kadınlar doğal olarak yaşamları bir devinim olan, bu devinim içinde kendilerini de alıp götüren, kendilerine bir görev veren, çok şey isteyen erkeklere bağlanırlar.
melih cevdet anday: çoğu başyapıt bir arka odada doğmuştur.
alfred north whitehead: büyük hayalperestlerin düşleri asla gerçekleşmez. onlar her zaman daha fazlasını ister.
oscar wilde: ütopya içermeyen bir dünya haritasına bakmaya bile değmez.
pascal: insan doğal bir anlatım gördü mü hem şaşırır, hem sevinir; çünkü bir yazar görmeyi beklerken bir insan bulmuştur.
yann martel: müslümanların medeniyetsizlikleri islam'ın ne denli kötü bir din olduğunun kanıtıdır.
tagore: eğer gerçeği kavramak istiyorsan kendini tamamıyla ona vermelisin. gerçeğe ulaşmanın başka yolu yoktur.
29.09.2014
28.09.2014
müslüman bir ülkede
leyla erbil
bana göre müslüman ülkelerde düşünceyi açıklama özgürlüğünün, din ortadan kalkmadan ya da müzelerde meraklıların incelemelerine sunulmadan gerçekleşmesi hemen hemen olanaksızdır.
allah'tan ve onun peygamber eliyle indirdiği buyruklardan -kuran- başka düşünme yollarına, akla, bilime, felsefeye kapalı ve düşman ve suçlayıcı, cezalandırıcı, infaz edici bir toplumun özgürlükten neyi murat ettiği sorgulanmalıdır önce.
bilindiği gibi islam, bu dünyanın ve öteki dünyanın işlerinin tek elde toplandığı, dolayısıyla o ele; çıkara "yaranmaya" dayalı bir ahlak yapısını dayatır.
allah'a yaranmaktan başlayarak, ideolojiye, iktidara, hacıya hocaya, tarikata efendiye, ağaya paşaya, başmüdüre başhekime, ödül jürisine eleştirmene vb. yaranma gibi örtülü bir dizge içinde özgürlük kavramının yer alabilmesine olanak var mıdır? bu durumun saygıyla da ilişkisi olmadığı açıktır; ünlü "şark kurnazlığı"nın ta kendisidir yaşanılanlar. elbette görece özgürlükler her vakit gündemdedir. biraz gözlemle, hepimizin çevresinde her an döndüğünü gördüğü tavizcilik, kolaycılık, korkaklık, ülke halklarının içini delik deşik eden, kendi kendisine yabancılaştıran bir kurttur sanki! dışta kalanların uğrayacağı riskler göze alındığında kimseyi suçlamak da mümkün olmaz. burada belirtmek gerekir: sadece cahil ve kandırılmış halk kitleleri değil, aydınlar da aynı ahlaktan pay almıştır. marx'ın sözünü ettiği, insanın bağrından çıktığı toplumun üretim biçiminin bir ürünü olduğu tezi, müslüman ülkelerde bu olguya birer minare eklemek koşuluyla katmerli bir biçimde yerine oturur!
bizde de bir ara sıkça tartışılan, ülkemiz sanatçısının, insanı neden dolayı doğru yansıtmaktan kaçındığı, örneğin roman ya da sinema sanatının batı'nın bir taklidi, bir hayali gibi kaldığı, yetkin örnekler oluşturamadığı -istisnalar dışında- sorusunun yanıtı, batı'nın sanayi devrimini bizden çok önce başlatıp tamamladığı gerçeği kadar, din kökenli bu yaranma duygusunun, sanatçımızın koyu, gözümüzün kara, boyumuzun kısa oluşu gibi adeta genetik bir biçimde içine doğduğumuzda ve içimizde taşıdığımızda aranabilir sanıyorum.
asıl yozlaşma islam cephesinden gelmektedir. bugün ülkede kin, nefret, intikam, öldürme duygularında erbaplığa ancak dindarlıkla erişilebileceği gibi bir tablo yaşanmaktadır. bunun en yakın örneği 37 canın, aydının diri diri yakıldığı sivas olayıdır.
gene bence vahşi kapitalizm bu kez kendine yeni bir kaynak bulmuş, yoksul ve masum dindarları da içine alan sömürülecek yeni bir sınıf "ihdas" etmiştir: sanayi devrimini de ihracatı gibi "hayali" olarak becermek, talan düzeninde düşünceyi özgürce açıklamak lüksü abesle iştigal yerine geçmektedir.
devletin, atatürk dönemi dışında her sıkıştığında -hep de sıkışır zaten- dincilerle işbirlikçilik yapmasının; ilerici kesimi sadece "komünist" diye değil, aynı zamanda "allahsız", "kitapsız", "müstehcen" ilan ederek cezalandırmasının kanıtı burada saklıdır. ayrıca bu durum sömürülerek, yüzlerce yıl halkla aydınların arasının açılması ve okumanın tu-kaka edilmesi de başarılmıştır.
politik iktidarın hışmına uğramış yazarlar, ilk akla gelen nazım hikmet, kemal tahir, kerim sadi, hasan izzettin dinamo, kerim korcan, ismail beşikçi, rıfat ılgaz, ahmed arif ve saymakla tükenmeyecek pek çok aydın, aslında sadece siyasal açıdan değil "allahsız" oldukları için de suçludurlar!
bu ülkede düşünceyi doğrulukla açıklamak, gerçekleri ortaya dökmek, "kendi için varlık olma" durumu, hayatını ortaya koymakla eşittir. biraz da bu gerçek doğrultusunda, sorumluluklar ve sorunlardan yılmış, usanmış, 12 mart ve 12 eylül sonrasının depolitize ettiği genç yazar tipleriyle karşılaşıyoruz. onlar eskilerden daha çok, yeni toplumun rahat ve eğlenceye düşkün, oldukça özentili, marka düşkünü yeni okur kitlesinin gereksinimlerini karşılayabiliyorlar. tabii depolitizasyonun ne okurun ne de genç yazarların suçu olmadığı doğrusuyla birlikte.
yazımı izninizle, ilk öykümden başlayarak (1956) romanlarımda hep savunageldiğim, yukarıda yansıtmaya çalıştığım bu görüşlerimi onaylayan gene kendi romanımdan, şizoid dindar bir babanın oğlu zeki'nin intihar etmeden önceki son sözleriyle bağlamak istiyorum:
"tanrı insanın riyasıdır. riya insanın tanrısıdır."
bana göre müslüman ülkelerde düşünceyi açıklama özgürlüğünün, din ortadan kalkmadan ya da müzelerde meraklıların incelemelerine sunulmadan gerçekleşmesi hemen hemen olanaksızdır.
allah'tan ve onun peygamber eliyle indirdiği buyruklardan -kuran- başka düşünme yollarına, akla, bilime, felsefeye kapalı ve düşman ve suçlayıcı, cezalandırıcı, infaz edici bir toplumun özgürlükten neyi murat ettiği sorgulanmalıdır önce.
bilindiği gibi islam, bu dünyanın ve öteki dünyanın işlerinin tek elde toplandığı, dolayısıyla o ele; çıkara "yaranmaya" dayalı bir ahlak yapısını dayatır.
allah'a yaranmaktan başlayarak, ideolojiye, iktidara, hacıya hocaya, tarikata efendiye, ağaya paşaya, başmüdüre başhekime, ödül jürisine eleştirmene vb. yaranma gibi örtülü bir dizge içinde özgürlük kavramının yer alabilmesine olanak var mıdır? bu durumun saygıyla da ilişkisi olmadığı açıktır; ünlü "şark kurnazlığı"nın ta kendisidir yaşanılanlar. elbette görece özgürlükler her vakit gündemdedir. biraz gözlemle, hepimizin çevresinde her an döndüğünü gördüğü tavizcilik, kolaycılık, korkaklık, ülke halklarının içini delik deşik eden, kendi kendisine yabancılaştıran bir kurttur sanki! dışta kalanların uğrayacağı riskler göze alındığında kimseyi suçlamak da mümkün olmaz. burada belirtmek gerekir: sadece cahil ve kandırılmış halk kitleleri değil, aydınlar da aynı ahlaktan pay almıştır. marx'ın sözünü ettiği, insanın bağrından çıktığı toplumun üretim biçiminin bir ürünü olduğu tezi, müslüman ülkelerde bu olguya birer minare eklemek koşuluyla katmerli bir biçimde yerine oturur!
bizde de bir ara sıkça tartışılan, ülkemiz sanatçısının, insanı neden dolayı doğru yansıtmaktan kaçındığı, örneğin roman ya da sinema sanatının batı'nın bir taklidi, bir hayali gibi kaldığı, yetkin örnekler oluşturamadığı -istisnalar dışında- sorusunun yanıtı, batı'nın sanayi devrimini bizden çok önce başlatıp tamamladığı gerçeği kadar, din kökenli bu yaranma duygusunun, sanatçımızın koyu, gözümüzün kara, boyumuzun kısa oluşu gibi adeta genetik bir biçimde içine doğduğumuzda ve içimizde taşıdığımızda aranabilir sanıyorum.
asıl yozlaşma islam cephesinden gelmektedir. bugün ülkede kin, nefret, intikam, öldürme duygularında erbaplığa ancak dindarlıkla erişilebileceği gibi bir tablo yaşanmaktadır. bunun en yakın örneği 37 canın, aydının diri diri yakıldığı sivas olayıdır.
gene bence vahşi kapitalizm bu kez kendine yeni bir kaynak bulmuş, yoksul ve masum dindarları da içine alan sömürülecek yeni bir sınıf "ihdas" etmiştir: sanayi devrimini de ihracatı gibi "hayali" olarak becermek, talan düzeninde düşünceyi özgürce açıklamak lüksü abesle iştigal yerine geçmektedir.
devletin, atatürk dönemi dışında her sıkıştığında -hep de sıkışır zaten- dincilerle işbirlikçilik yapmasının; ilerici kesimi sadece "komünist" diye değil, aynı zamanda "allahsız", "kitapsız", "müstehcen" ilan ederek cezalandırmasının kanıtı burada saklıdır. ayrıca bu durum sömürülerek, yüzlerce yıl halkla aydınların arasının açılması ve okumanın tu-kaka edilmesi de başarılmıştır.
politik iktidarın hışmına uğramış yazarlar, ilk akla gelen nazım hikmet, kemal tahir, kerim sadi, hasan izzettin dinamo, kerim korcan, ismail beşikçi, rıfat ılgaz, ahmed arif ve saymakla tükenmeyecek pek çok aydın, aslında sadece siyasal açıdan değil "allahsız" oldukları için de suçludurlar!
bu ülkede düşünceyi doğrulukla açıklamak, gerçekleri ortaya dökmek, "kendi için varlık olma" durumu, hayatını ortaya koymakla eşittir. biraz da bu gerçek doğrultusunda, sorumluluklar ve sorunlardan yılmış, usanmış, 12 mart ve 12 eylül sonrasının depolitize ettiği genç yazar tipleriyle karşılaşıyoruz. onlar eskilerden daha çok, yeni toplumun rahat ve eğlenceye düşkün, oldukça özentili, marka düşkünü yeni okur kitlesinin gereksinimlerini karşılayabiliyorlar. tabii depolitizasyonun ne okurun ne de genç yazarların suçu olmadığı doğrusuyla birlikte.
yazımı izninizle, ilk öykümden başlayarak (1956) romanlarımda hep savunageldiğim, yukarıda yansıtmaya çalıştığım bu görüşlerimi onaylayan gene kendi romanımdan, şizoid dindar bir babanın oğlu zeki'nin intihar etmeden önceki son sözleriyle bağlamak istiyorum:
"tanrı insanın riyasıdır. riya insanın tanrısıdır."
cimri
moliere
evlilikte aşk olmadı mı saadet de olmaz.
bol yemekli sofralar birer cinayet sofrasıdır. çağırdığımız insanlara dostluk göstermek istiyorsak; hafif, sade yemekler vermeli ve unutmamalıyız ki, eski bir filozofun dediği gibi, insan yemek için yaşamaz; yaşamak için yer.
bütün erkekler birdir konuşurken; zamanla anlaşılır her birinin ne olduğu.
insanları kazanmak için en iyi çare onların sevdiklerini sever görünmek, doğru dediklerine doğru demek, kusurlarını övmek, her yaptıklarını alkışlamak. yaranacak mısın, aşırı gitmekten hiç korkma. yalan söylediğin istediği kadar belli olsun, suratından aksın, en zeki insanlar bile kanıveriyor dalkavukluğa. pohpohu bastınız mı, en gülünç, en yüzsüzce söylenmiş sözleri bile yutuyorlar. insanlara muhtaç oldunuz mu, uymak zorundasınız onlara. onları başka yoldan kazanamıyorsa insan, kabahat pohpohlayanda değil, pohpohlananda.
hırsızlara gel al demek gibi bir şey parasını kasaya koymak, uluorta.
evlilik sanıldığından çok daha önemli bir iştir. insanı ömrü boyunca mutlu da edebilir, mutsuz da. ölünceye kadar sürecek bir bağlılığa razı olmadan önce iyice düşünüp taşınmalı.
kimi işlerde en ummadığın insan canını ciğerini verir.
bol yemekli sofralar birer cinayet sofrasıdır. çağırdığımız insanlara dostluk göstermek istiyorsak; hafif, sade yemekler vermeli ve unutmamalıyız ki, eski bir filozofun dediği gibi, insan yemek için yaşamaz; yaşamak için yer.
bütün erkekler birdir konuşurken; zamanla anlaşılır her birinin ne olduğu.
insanları kazanmak için en iyi çare onların sevdiklerini sever görünmek, doğru dediklerine doğru demek, kusurlarını övmek, her yaptıklarını alkışlamak. yaranacak mısın, aşırı gitmekten hiç korkma. yalan söylediğin istediği kadar belli olsun, suratından aksın, en zeki insanlar bile kanıveriyor dalkavukluğa. pohpohu bastınız mı, en gülünç, en yüzsüzce söylenmiş sözleri bile yutuyorlar. insanlara muhtaç oldunuz mu, uymak zorundasınız onlara. onları başka yoldan kazanamıyorsa insan, kabahat pohpohlayanda değil, pohpohlananda.
hırsızlara gel al demek gibi bir şey parasını kasaya koymak, uluorta.
evlilik sanıldığından çok daha önemli bir iştir. insanı ömrü boyunca mutlu da edebilir, mutsuz da. ölünceye kadar sürecek bir bağlılığa razı olmadan önce iyice düşünüp taşınmalı.
kimi işlerde en ummadığın insan canını ciğerini verir.
katran bebek
toni morrison
yaşlanmanın en kötü yanlarından biri yemek yemektir. önce yiyebileceğin bir şey bulman, sonra da yediğin şeyi üstüne dökmemeye çaba göstermen gerekir.
içinde insanların uyuduğu bir ev hem kapalıdır hem de ardına kadar açık. tıpkı bir kulak gibi kolay kolay içeri bir şey bırakmaz; ancak saldırılara karşı koyamaz.
bilerek masum olan bir adam kadar tiksinti veren bir şey daha var mıdır? pek az. masum bir adam tanrının gözünde bir günahtır, insanlık dışıdır; bu yüzden de hiçbir şeye layık değildir. hiçbir insan kendi türünden olanların günahlarını, kendi masumiyetinin yaydığı iğrenç kokuyu özümsemeden yaşamamalıdır, bu koku sıra sıra melek borularını soldurup asmalardan dökülmelerine neden olsa da.
yaşlanmanın en kötü yanlarından biri yemek yemektir. önce yiyebileceğin bir şey bulman, sonra da yediğin şeyi üstüne dökmemeye çaba göstermen gerekir.
içinde insanların uyuduğu bir ev hem kapalıdır hem de ardına kadar açık. tıpkı bir kulak gibi kolay kolay içeri bir şey bırakmaz; ancak saldırılara karşı koyamaz.
bilerek masum olan bir adam kadar tiksinti veren bir şey daha var mıdır? pek az. masum bir adam tanrının gözünde bir günahtır, insanlık dışıdır; bu yüzden de hiçbir şeye layık değildir. hiçbir insan kendi türünden olanların günahlarını, kendi masumiyetinin yaydığı iğrenç kokuyu özümsemeden yaşamamalıdır, bu koku sıra sıra melek borularını soldurup asmalardan dökülmelerine neden olsa da.
26.09.2014
dostlar beni hatırlasın
aşık veysel
dünyaya bakmadım ben kana kana
kader böyle imiş çiçek bahana
levhi kalem kara yazmış yazımı
on kuruş bulursan beşini harca
doğru hak yoluna düşersin borca
eğer zengin isen paraca malca
yabancılar sana kardeş bac'olur
evlattan uşaktan fayda bekleme
binde bir bulunur o da tekleme
cahil insan gül ise de koklama
ayvası turuncu nar belli değil
ne oğluna güven ne de kızına
doğru söylen kulak vermez sözüne
yalvar yakar getiremen izine
içimde bir ateş kor belli değil
bu kahpe dünyanın sonu vefasız
beş günlük ömrünü geçir kavgasız
diyorlar veysel'e sersem kafasız
başımda duman var kar belli değil
veysel ne ararsan kendinde ara
nice varlık verilmiştir kullara
çalışıp yaklaşan hakiki yare
geçirir gününü saadet içinde
başımdan geçeni bir bir anlattım
ne yanlış söyledim ne yalan kattım
veysel der alana mücevher sattım
alan alır almayana ac'olur
indiana
insanlar kendilerini oldukları gibi görmekten hoşlanmazlar.
aşk kadının erdemidir. kadın, aşk uğruna işlediği günahlarla gurur duyar. pişmanlıklarına katlanma kahramanlığını aşktan alır. işlediği günah ona ne kadar pahalıya mal olursa olsun, sevdiğini o kadar hak etmiş sayılır. işte din fanatiklerinin eline hançeri veren de bu fanatizmdir.
egoizm bizi insanların bize kötülük yapmasını engellemek amacıyla iyilik yapmaya götürür.
erkekler ve özellikle de aşıklar, kadınlardaki cesarete hayranlık duymaktansa, zayıflıklarını korumayı istemek gibi masum bir kendini beğenmişlik gösteriyor.
şefkat ve özverili bir dostluktan gayrı her şey geçicidir.
yüce gönüllülerin uzak durduğu bazı sistemlere bağlı olan bir ruhun iyi olduğunu nasıl kabul ederim? idam cezasının gerekliliğini destekleyen bir adamla aramda, ne kadar bilinçli ve aydın olursa olsun, emin olun herhangi bir sempati oluşamaz. bu adam bana reddettiğim gerçekleri kabul ettirmek isteyecek ama asla başarılı olamayacaktır. çünkü ona güven duymak elimde olan bir şey değildir.
zayıf varlıklar büyük korkular ve önsezilerden başka bir şey yaşamaz.
kadınlar tavsiye vermek için değil itaat etmek için yaratılmıştır.
toplum yalnızca küçük ve yaygın hatalara karşı serttir. nadir rastlanan bir cesaret karşısında şaşırır, isyan eden bir bahtsız insan bütün silahlarını elinden alır. toplum bazen kendisine meydan okunmasını ister. var olan yollardan tırmananlara hayranlık göstermez.
yaşadığımız çağdan ne kadar ilerde olursak ondan o kadar ıstırap çekeriz.
bizi kadınların yanında aptallaştıran isteklerimizin şiddeti, aşkımızın verdiği aceleciliktir. bu heyecanları biraz da olsa törpülemeyi başarmış bir erkek, kendi seveceğine karşısındaki tarafından beğenilmek konusunda aceleci davranır.
duyarlılıklarını bol keseden harcamayan insanlar, yeri geldiğinde bazen fazlasıyla duyarlı olabilirler.
dostum, insanlar sizi suçluyorsa, mutluluğunuz en iyi yanıt olur.
insanların kirletemediği saf ve naif vicdanınızla sizin için mutluluğumuz erdemimizin işareti; oysa insanlar için, günahımızın ta kendisi. boşverin. yalnızlık iyidir. insanlar pişmanlığa değmez.
dünyadan kopmak için çok fazla güç, bu gücü bulmak içinse çok fazla acı gerekiyor.
insanın öküz gibi bir sabrı, taşı parçalayacak güçte bir bileği olunca, anlatmaya değer ne iyi ne de değişik olayları vardır; ne de heyecanları olabilir.
bu dünyadan bir bütün olarak ayrılan insan, ölümle her şeyin bittiğine inanan insandır.
geziye çıkınca en güç şey saf doğayı bulabilmektir; çünkü insanoğlu her yeri düzenlemiş, hemen her yeri bozmuştur.
anlayış için gereken şey kafada, takdir etmek için gereken ise gönülde bulunur.
25.09.2014
bilemiyorum
ziya osman saba
bilemiyorum yıllardır neredeyim?
her gün yediğim ekmek, susayıp içtiğim su
kolundan tutup gitmek istediğim kadın
yaşamak kaygısı, gök hasreti, ölüm korkusu
ve rabbim senin adın!
yıllar var ki içindeyim hayatın
anıyorum gençliğimi, özlüyorum çocukluğumu
fakat bilemiyorum yarını
bilemiyorum rabbim, maksadını, kararını
hepimiz işte dünyadayız
yataktaki hastamız, topraktaki ölümüz
neyiz, ne olacağız?
bir şey bilmiyorum.. nefes almaktayım yalnız
rabbim! beni yaratmışsın
insan şeklinde görünürüm
terlerim yazın, üşürüm kışın
düşünürüm, düşünürüm
24.09.2014
oz
soğuk katı gerçek, basit bir gerçek kadar güzel değildir.
insanlar, "o kız kalbimi kırdı." derler. saçmalık adamım. kalp kırılamaz, kastır. kas kanar, kasa kramp girer. evet, kalp kastır. beyin de öyle, sik de öyle.
her evladın, babasının evini terk etme zamanı gelir; çünkü kendi yolunu bulmalıdır.
"cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir."
rüyalarımızın amacı, toplumun kabullenemeyeceği belirli içgüdüsel dürtülerimizi tatmin etmektir.
bir insanı eşsiz kılan nedir? savaşlar kazanmak, ödüller elde etmek mi? hayır. bir insanı sıradanlıktan çıkartan şey, kimi sevdiği ve kim tarafından sevildiğidir.
insanın bu dünyada hayatta kalabilmesi için lanet bir milyoner olması gerekiyor.
öfke mutluluğu barındırmaz. öfke ruhu karartır, ta ki onu yok edene kadar.
"kibirle gelen kişi karanlığa gömülecektir ve ismi karanlıkta kaybolacaktır. bir daha ışık göremeyecektir."
bütün tutkularını tatmin ettikten sonra, tutkularının anlamsız olduğunu fark edersin.
insanlar, "o kız kalbimi kırdı." derler. saçmalık adamım. kalp kırılamaz, kastır. kas kanar, kasa kramp girer. evet, kalp kastır. beyin de öyle, sik de öyle.
her evladın, babasının evini terk etme zamanı gelir; çünkü kendi yolunu bulmalıdır.
"cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir."
rüyalarımızın amacı, toplumun kabullenemeyeceği belirli içgüdüsel dürtülerimizi tatmin etmektir.
bir insanı eşsiz kılan nedir? savaşlar kazanmak, ödüller elde etmek mi? hayır. bir insanı sıradanlıktan çıkartan şey, kimi sevdiği ve kim tarafından sevildiğidir.
insanın bu dünyada hayatta kalabilmesi için lanet bir milyoner olması gerekiyor.
öfke mutluluğu barındırmaz. öfke ruhu karartır, ta ki onu yok edene kadar.
"kibirle gelen kişi karanlığa gömülecektir ve ismi karanlıkta kaybolacaktır. bir daha ışık göremeyecektir."
bütün tutkularını tatmin ettikten sonra, tutkularının anlamsız olduğunu fark edersin.
mektuplar
mayakovski
"belki zamanla yaşlandım; ama sevmeye başladım her şeyi olduğu gibi.
görülmemiş biçimde bezginim kendimden. nereye gidebilir insan; kendinden kaçamaz ki..
volodya amca, bütün dünyada birini sevmiyorum. sanırım buna gücüm yetmiyor. ama sen, sen mutlusun. senin için böyle bir sevecenlik duyuyorum. değilse her şey dilsiz ve ölüm. ne iyi olurdu insan bir an duymak ve öğrenmek gücünü yitirebilseydi. örneğin uyur gibi. ne denli iyi olurdu!
çoğu kez inanmışımdır; insan büsbütün açık yürekle yazmamalı. kimi zaman gülünç duruma düşülür, bundan başka, belki de inanılmaz. ama gerçek, hiçbir zaman bir tek ufacık sözcük yazmadım sana, ne yazdığımı iyice denetlemeden önce. yalnız şu var ki, insan her zaman doğru sözcüğü bulamıyor.
her şeyde korkunç bir şanssızlığım var. neye el uzatsam, elimden düşüp gidiyor her şey. hiçbir şeye istek duymuyorum. bu gerçek volodya, her şeyden usandım. hiçbir şey bulamıyorum. çok da çirkinleştim ve aynaya bile bakmayı göze alamıyorum." (elsa)
mayakovski: güzellik nedir biliyor musunuz? onun, boş bir bahçeye bakan ak bir sütuna yaslanmış gül yanaklı bir kız olduğuna inanırsınız. güzellik, bilimin ellerinde bir mikroskoptur. orda milyonlarca ufacık basil, aptallar özümler.
şiirim ulaşacak size
ama değil ozansı başıboşlukla
değil bir ok gibi
lirin aşk sertliğinin
ve değil küflenmiş bir beş kopek
para babalarına
ya da sönen yıldızların ışığı gibi (mayakovski)
lili brik: aşk benim için her şey midir? her şey; ama başka biçimde. aşk bir yaşamdır. bu işte en önemlisi. şiir, iş, kısacık her şey buna bağlı. aşk her şeyin kalbi. bu kalp ölünce her şey ölüpgider, anlamsızlaşır. ama yürek çalışırsa, her şey üzerine konuşulabilir. yüreğimin çalışmasından yoksun kalırsam ölürüm.
kin duyuyorum
her çeşit ölü etine
ama tapıyorum
yaşam olan her şeye (mayakovski)
nazım hikmet: ben mayakovski'yi şahsen tanıdım. bir kere, bir yılbaşı gecesi, bir şairin evindeki toplantıda kendisine takdim edildim. sonra şiir okurken de dinledim; fakat hala en az tanıdığım şair odur. sonra tersine, üstadı bize tercüme etselerdi aramızda ne kadar az benzerlik olduğu o zaman meydana çıkardı. kısaca söyleyeyim: üstat, bir çeşit müstezatlı aruzla yazar; bendeniz böyle müstezatlı bir ölçü kullanmam. üstatta kafiye meselesi, edindiğim, edinebildiğim bilgiye göre ön planda geliyor. bendeniz ise bunu ancak gerektiği zaman bir unsur olarak kullanırım.
topraktan
ateşten
ve denizden
doğanların
en mükemmeli doğacak bizden (nazım hikmet)
"belki zamanla yaşlandım; ama sevmeye başladım her şeyi olduğu gibi.
görülmemiş biçimde bezginim kendimden. nereye gidebilir insan; kendinden kaçamaz ki..
volodya amca, bütün dünyada birini sevmiyorum. sanırım buna gücüm yetmiyor. ama sen, sen mutlusun. senin için böyle bir sevecenlik duyuyorum. değilse her şey dilsiz ve ölüm. ne iyi olurdu insan bir an duymak ve öğrenmek gücünü yitirebilseydi. örneğin uyur gibi. ne denli iyi olurdu!
çoğu kez inanmışımdır; insan büsbütün açık yürekle yazmamalı. kimi zaman gülünç duruma düşülür, bundan başka, belki de inanılmaz. ama gerçek, hiçbir zaman bir tek ufacık sözcük yazmadım sana, ne yazdığımı iyice denetlemeden önce. yalnız şu var ki, insan her zaman doğru sözcüğü bulamıyor.
her şeyde korkunç bir şanssızlığım var. neye el uzatsam, elimden düşüp gidiyor her şey. hiçbir şeye istek duymuyorum. bu gerçek volodya, her şeyden usandım. hiçbir şey bulamıyorum. çok da çirkinleştim ve aynaya bile bakmayı göze alamıyorum." (elsa)
mayakovski: güzellik nedir biliyor musunuz? onun, boş bir bahçeye bakan ak bir sütuna yaslanmış gül yanaklı bir kız olduğuna inanırsınız. güzellik, bilimin ellerinde bir mikroskoptur. orda milyonlarca ufacık basil, aptallar özümler.
şiirim ulaşacak size
ama değil ozansı başıboşlukla
değil bir ok gibi
lirin aşk sertliğinin
ve değil küflenmiş bir beş kopek
para babalarına
ya da sönen yıldızların ışığı gibi (mayakovski)
lili brik: aşk benim için her şey midir? her şey; ama başka biçimde. aşk bir yaşamdır. bu işte en önemlisi. şiir, iş, kısacık her şey buna bağlı. aşk her şeyin kalbi. bu kalp ölünce her şey ölüpgider, anlamsızlaşır. ama yürek çalışırsa, her şey üzerine konuşulabilir. yüreğimin çalışmasından yoksun kalırsam ölürüm.
kin duyuyorum
her çeşit ölü etine
ama tapıyorum
yaşam olan her şeye (mayakovski)
nazım hikmet: ben mayakovski'yi şahsen tanıdım. bir kere, bir yılbaşı gecesi, bir şairin evindeki toplantıda kendisine takdim edildim. sonra şiir okurken de dinledim; fakat hala en az tanıdığım şair odur. sonra tersine, üstadı bize tercüme etselerdi aramızda ne kadar az benzerlik olduğu o zaman meydana çıkardı. kısaca söyleyeyim: üstat, bir çeşit müstezatlı aruzla yazar; bendeniz böyle müstezatlı bir ölçü kullanmam. üstatta kafiye meselesi, edindiğim, edinebildiğim bilgiye göre ön planda geliyor. bendeniz ise bunu ancak gerektiği zaman bir unsur olarak kullanırım.
topraktan
ateşten
ve denizden
doğanların
en mükemmeli doğacak bizden (nazım hikmet)
23.09.2014
rosa
knut hamsun
"destek ol, tut beni, destek ol!
bahar öyle yavaş, öyle yavaş, serili gecenin üzerinde. hiçbir şeyi kesinleştiremez bahar; iletir beni yalnız bilinmeze, acıya. ah, bahar, güçlü, kolay anlaşılır değildir etkisi: gelir işte, kalır yanımda ve yenik düşürür beni.
böyledir bahar.
ah, bütün her şey, bu dünyada olanlar!
seni gözyaşlarımla sevindirebilseydim. seni; ki uzaklarda, orada yollardasın hep! sen ki, beni gençliğimde çok kısa bir süre iki kere mutlu kıldın; ömrünün hazinesini üç büyük yaşantıda harcayan, sen! fakat artık gözyaşı kalmadı bende.
hatırlar mısın, gelmiştim, öpmüştüm seni ve gitmek istedim gene. hemen çevirdin başını, baktın uzun uzun; çünkü öyle candan seviyordum.
böyleyim ben.
ah, fakat böyledir hayat:
ebediyen ayrılmak senden. böyledir hayat. ve hiç kimse yaşayamaz çılgınlıkla kutsanmadıkça ve kutsanmayan ancak bilmece olarak anlar hayatı.
ah, haydi gel, bahara; sen ki yüce, sevilen.."
"destek ol, tut beni, destek ol!
bahar öyle yavaş, öyle yavaş, serili gecenin üzerinde. hiçbir şeyi kesinleştiremez bahar; iletir beni yalnız bilinmeze, acıya. ah, bahar, güçlü, kolay anlaşılır değildir etkisi: gelir işte, kalır yanımda ve yenik düşürür beni.
böyledir bahar.
ah, bütün her şey, bu dünyada olanlar!
seni gözyaşlarımla sevindirebilseydim. seni; ki uzaklarda, orada yollardasın hep! sen ki, beni gençliğimde çok kısa bir süre iki kere mutlu kıldın; ömrünün hazinesini üç büyük yaşantıda harcayan, sen! fakat artık gözyaşı kalmadı bende.
hatırlar mısın, gelmiştim, öpmüştüm seni ve gitmek istedim gene. hemen çevirdin başını, baktın uzun uzun; çünkü öyle candan seviyordum.
böyleyim ben.
ah, fakat böyledir hayat:
ebediyen ayrılmak senden. böyledir hayat. ve hiç kimse yaşayamaz çılgınlıkla kutsanmadıkça ve kutsanmayan ancak bilmece olarak anlar hayatı.
ah, haydi gel, bahara; sen ki yüce, sevilen.."
22.09.2014
günce
bertolt brecht
yazılacak en iyi şey, hiçbir şeydir.
cehennemde korkunç bir şey olacağını sanmıyorum. orada hiçbir şey olmayacak.
çoğa tamah eden, bunun yükü altında kalsın. ama elindeki azı vermeyenin, elleri kurusun.
kızgın güneşi depolamak için yürüyorum.
bir arabadaki dört tekerin yürüyüşü onun hoşuna gidiyor. ya da bir suyun köşeyi dönerek akışı.
büyük şeyler hep şüphelidir. duygusal olarak kavranılamazlar. büyük şeylerin kokusu alınmaz. o, gözü olan küçük tümceleri seviyor. ve batırıldıkları zaman kanarlar.
başarı göstermiş insanları, daha başarılı olmaya yöneltmek, çok seyrek olanaklıdır.
yağmur insanın kafasındaki son düşünceleri de siliyor. düşünceler, pisliklerdir. bu yüzden, kışın birikirler. kağıt beni çekmiyor artık. bir yarasa gibi tembelliğin çatısına asılıyorum.
akşamüstü hoş bir alacakaranlık öyküsü.
insan, bıldırcın gibi tembel olmalı.
her şeyi candan ve yürekten yapmalı.
tabes dorsalis halinde tuhaf biçimde tepinen kişiler görülür, göze çarpan kişiler, garip garip kişiler, garip olana mahvedici bir eğilimi taşıyan kişiler. normal kişilerden üç kat daha sağlam basarlar. ayaklarında demir çarıklar varmış gibi ayaklarını yere vururlar, altta olduklarının ayırdına varmazlar. kuvvetli kişiler değildirler. gözü kara değildir onlar. bu kişiler aynı zamanda çoğunlukla hayranlık uyandıran dik bir duruşa sahiptirler. eğilip bükülebilen kişiler değildirler, karakterleri vardır. ya öyle ya böyle insanları değildirler. sıyrılmazlar, sinmezler, idareimaslahatçı değildirler. her şeyi en son sınırına kadar tırmandırırlar, sırça yüreklerinden korktukları için duruş sahibidirler. kısaca zavallı kişilerdir.
bir kuramı olan bir adam yitiktir. birden fazlasına sahip olmalı.
akıllılar ahmaklardan yaşıyor, ahmaklar da çalışarak.
çok şey yapmadım. biraz yüzdüm. bazı şeyler okudum. bir şey sevmedim. ama zaman yoksul değildi. altını üstüne getirmek ve ceset görmeye alışmak zorunda kaldım. hiçbir şeyin yapılmamasından da daha kötüsü, pek çok şeye başlamış olmak. yine de birkaç balad bitti. kendi oturduğum dalı kesme işi de ilerliyor, yavaş da olsa. ama güveni kovacağım kendimden daha.
insan, neyi almazsa, ona sahiptir.
insan hem büyük, hem de mutsuz olamaz.
hiçbir şey karanlık bir odada yalnız oturmaktan daha hüzünlü ve insanın içini allak bullak edici değildir.
sanatla doyum sağlamak için, insan bütün ruhuyla ve vücuduyla sanat yapmalı, bunun içinse, insanın hala ruhu ve gövdesi olmalı.
yazma sanatı, bütün sanatlar içinde en bayağısı ve en sıradanıdır. çok açık, belli ve denetlenebilir.
gizem yok ve gizem olmayan yerde doğru da yoktur.
yaşamak, bazen görülmemiş bir çabadır.
serinkanlılık bir mucizedir, tehlike altında yiğitlik ister. atölyede değil.
kıskanç ve zorbalar gerçeği çok seyrek işitirler.
ben, çocukça kavgalar için çok tembelim ve gerçek uğruna odun yığınlarında yanmak istemeyecek denli de asyalıyım.
canlı olan ahlaksız değildir. ama cenaze konuşması bile ahlaksızdır.
sapıklık normal bir şehvetin hastalıklı abartısıdır.
julius meier-graefe: onda sıcak bir yürek soğuk bir insanda atıyor.
yazılacak en iyi şey, hiçbir şeydir.
cehennemde korkunç bir şey olacağını sanmıyorum. orada hiçbir şey olmayacak.
çoğa tamah eden, bunun yükü altında kalsın. ama elindeki azı vermeyenin, elleri kurusun.
kızgın güneşi depolamak için yürüyorum.
bir arabadaki dört tekerin yürüyüşü onun hoşuna gidiyor. ya da bir suyun köşeyi dönerek akışı.
büyük şeyler hep şüphelidir. duygusal olarak kavranılamazlar. büyük şeylerin kokusu alınmaz. o, gözü olan küçük tümceleri seviyor. ve batırıldıkları zaman kanarlar.
başarı göstermiş insanları, daha başarılı olmaya yöneltmek, çok seyrek olanaklıdır.
yağmur insanın kafasındaki son düşünceleri de siliyor. düşünceler, pisliklerdir. bu yüzden, kışın birikirler. kağıt beni çekmiyor artık. bir yarasa gibi tembelliğin çatısına asılıyorum.
akşamüstü hoş bir alacakaranlık öyküsü.
insan, bıldırcın gibi tembel olmalı.
her şeyi candan ve yürekten yapmalı.
tabes dorsalis halinde tuhaf biçimde tepinen kişiler görülür, göze çarpan kişiler, garip garip kişiler, garip olana mahvedici bir eğilimi taşıyan kişiler. normal kişilerden üç kat daha sağlam basarlar. ayaklarında demir çarıklar varmış gibi ayaklarını yere vururlar, altta olduklarının ayırdına varmazlar. kuvvetli kişiler değildirler. gözü kara değildir onlar. bu kişiler aynı zamanda çoğunlukla hayranlık uyandıran dik bir duruşa sahiptirler. eğilip bükülebilen kişiler değildirler, karakterleri vardır. ya öyle ya böyle insanları değildirler. sıyrılmazlar, sinmezler, idareimaslahatçı değildirler. her şeyi en son sınırına kadar tırmandırırlar, sırça yüreklerinden korktukları için duruş sahibidirler. kısaca zavallı kişilerdir.
bir kuramı olan bir adam yitiktir. birden fazlasına sahip olmalı.
akıllılar ahmaklardan yaşıyor, ahmaklar da çalışarak.
çok şey yapmadım. biraz yüzdüm. bazı şeyler okudum. bir şey sevmedim. ama zaman yoksul değildi. altını üstüne getirmek ve ceset görmeye alışmak zorunda kaldım. hiçbir şeyin yapılmamasından da daha kötüsü, pek çok şeye başlamış olmak. yine de birkaç balad bitti. kendi oturduğum dalı kesme işi de ilerliyor, yavaş da olsa. ama güveni kovacağım kendimden daha.
insan, neyi almazsa, ona sahiptir.
insan hem büyük, hem de mutsuz olamaz.
hiçbir şey karanlık bir odada yalnız oturmaktan daha hüzünlü ve insanın içini allak bullak edici değildir.
sanatla doyum sağlamak için, insan bütün ruhuyla ve vücuduyla sanat yapmalı, bunun içinse, insanın hala ruhu ve gövdesi olmalı.
yazma sanatı, bütün sanatlar içinde en bayağısı ve en sıradanıdır. çok açık, belli ve denetlenebilir.
gizem yok ve gizem olmayan yerde doğru da yoktur.
yaşamak, bazen görülmemiş bir çabadır.
serinkanlılık bir mucizedir, tehlike altında yiğitlik ister. atölyede değil.
kıskanç ve zorbalar gerçeği çok seyrek işitirler.
ben, çocukça kavgalar için çok tembelim ve gerçek uğruna odun yığınlarında yanmak istemeyecek denli de asyalıyım.
canlı olan ahlaksız değildir. ama cenaze konuşması bile ahlaksızdır.
sapıklık normal bir şehvetin hastalıklı abartısıdır.
julius meier-graefe: onda sıcak bir yürek soğuk bir insanda atıyor.
şenlikli toplum
ivan illich
okullardaki ders programları ya da evlilik yasaları, belli bir amaç doğrultusunda biçimlendirilmiş toplumsal düzenekler olma açısından otoyollardan aşağı değildir.
kütüphaneler kullanılmıyor; çünkü insanlar kendilerine "öğretilmesini" talep etmek üzere yetiştirilmiştir.
kapitalist ülkelerde, ne sıklıkta uzun mesafeler kat edebileceğiniz, ne kadar ödeyebileceğinize bağlıdır. sosyalist ülkelerde hızınız, bürokrasinin size verdiği toplumsal öneme bağlıdır. her iki durumda da yolculuk ettiğiniz belirli hız sizi ait olduğunuz sınıfa ve topluluğa yerleştirir. hız, verimliliğe yönelik bir toplumun katmanlaşma yollarından biridir.
inşaat sektörü, modern ulusal devletlerin toplumlara dayatarak yurttaşlarının yoksulluğunu modernleştirdiği endüstrilere bir başka örnektir. bu endüstriye sağlanan yasal koruma ve mali destek, çok daha verimli olabilecek, kendi evini inşa etme fırsatını azaltır ve yok eder.
bir toplumda hep daha iyi konut sağlama aldatmacası, hekimlerin daha iyi sağlık, mühendislerin daha yüksek hız sağlama aldatmacasıyla aynı türden bir sapkınlıktır. soyut ve imkansız hedefler belirleyince, bunlara erişmek için kullanılacak araçlar da amaç durumuna gelir.
mevcut araçlarımız profesyonel enerjilere olanak sağlayacak biçimde yapılmaktadır. bu enerjiler belirli miktarlar halindedir. belli bir miktardan daha azı verilemez. dört yıldan az okula gitmek, hiç gitmemekten daha kötüdür.
halkın çoğunluğunun, pek çok mal ve hizmet için bir başka toplumun kaprisine, lütfuna ya da becerisine bağımlı olduğu toplumlara "azgelişmiş" denir. yaşamanın, ne ararsan bulunur türünden bir mağazanın kataloğundan mal sipariş etme sürecine dönüştüğü toplumlara ise "ileri" denir.
özgül bir çarenin taşıdığı özgül tehlikelerle yaşam boyu içli dışlı olmak, bunalım anında onu kabullenmeye ya da reddetmeye hazırlıklı olmanın en iyi yoludur.
amaçların meslekler tarafından belirlenmesi, başka mesleklerin ürettiği bir çevreye göre mallar üretir. yüksek hıza ve apartmanlara dayalı bir hayat, hastaneleri kaçınılmaz kılar. tüm bunlar tanımları gereği kıttır ve sürekli evrim halinde olan bir mesleğin yeni koyduğu standartlara yaklaştıkça daha da kıtlaşırlar. böylelikle pazarda görülen her birim ya da her miktar, tatmin ettiği sayıda kişiden daha fazlasını tatminsiz kılar.
profesyonel emperyalizmin bilgi kapitalizmi, uluslararası sermaye ve silahlardan daha zor hissedilir ve onlar kadar etkili biçimde insanları boyunduruğu altına alır.
aşırı nüfuslaşma, öğrenme dengesindeki bir çarpıklığın; refaha bağımlılık, kurumsal değerlerin kişisel değerler üstündeki tekelinin; yanlış teknoloji, araçların amaca dönüştürülmesinin sonucudur.
insanların birinci tür bilgileri, birbirleriyle yüz yüze ilişkilerinden ve şenlikli araçları kullanmalarından kaynaklanır. ikincisi, tabi kılındıkları amaçlı ve programlı öğrenimin sonucu olarak gerçekleşir.
bir insanın üretkenliğini ölçmenin en saygın yolu, o kişinin tükettiği eğitimin fiyat etiketlerine bakmaktır. bir kişinin bilgi sermayesi ne kadar yüksekse, "aldığı" kararlara verilen toplumsal değer o kadar yüksek, üst düzey endüstri ürünü paketleri talep etmesi de o kadar meşrudur.
bir araç insanın denetimi dışına çıkarak önce onun efendisi, sonra da celladı olabilir. insanlar, sandıklarından daha kısa sürede araçların egemenliğine girebilir: saban insanı bir bahçenin efendisi kılar; ama aynı zamanda kurak bölgelerden göç etmek zorunda da bırakır.
şenlikli yaşamın savunulması, araçlarını denetleyebilen insanlarca üstlenildiği takdirde mümkündür. emperyalistlerin paralı askerleri, şenlikli yaşam adına araçlarına sınırlar koyan bir halkı zehirleyebilir ya da belki zayıf düşürebilirler; ama asla yenemezler.
okullardaki ders programları ya da evlilik yasaları, belli bir amaç doğrultusunda biçimlendirilmiş toplumsal düzenekler olma açısından otoyollardan aşağı değildir.
kütüphaneler kullanılmıyor; çünkü insanlar kendilerine "öğretilmesini" talep etmek üzere yetiştirilmiştir.
kapitalist ülkelerde, ne sıklıkta uzun mesafeler kat edebileceğiniz, ne kadar ödeyebileceğinize bağlıdır. sosyalist ülkelerde hızınız, bürokrasinin size verdiği toplumsal öneme bağlıdır. her iki durumda da yolculuk ettiğiniz belirli hız sizi ait olduğunuz sınıfa ve topluluğa yerleştirir. hız, verimliliğe yönelik bir toplumun katmanlaşma yollarından biridir.
inşaat sektörü, modern ulusal devletlerin toplumlara dayatarak yurttaşlarının yoksulluğunu modernleştirdiği endüstrilere bir başka örnektir. bu endüstriye sağlanan yasal koruma ve mali destek, çok daha verimli olabilecek, kendi evini inşa etme fırsatını azaltır ve yok eder.
bir toplumda hep daha iyi konut sağlama aldatmacası, hekimlerin daha iyi sağlık, mühendislerin daha yüksek hız sağlama aldatmacasıyla aynı türden bir sapkınlıktır. soyut ve imkansız hedefler belirleyince, bunlara erişmek için kullanılacak araçlar da amaç durumuna gelir.
mevcut araçlarımız profesyonel enerjilere olanak sağlayacak biçimde yapılmaktadır. bu enerjiler belirli miktarlar halindedir. belli bir miktardan daha azı verilemez. dört yıldan az okula gitmek, hiç gitmemekten daha kötüdür.
halkın çoğunluğunun, pek çok mal ve hizmet için bir başka toplumun kaprisine, lütfuna ya da becerisine bağımlı olduğu toplumlara "azgelişmiş" denir. yaşamanın, ne ararsan bulunur türünden bir mağazanın kataloğundan mal sipariş etme sürecine dönüştüğü toplumlara ise "ileri" denir.
özgül bir çarenin taşıdığı özgül tehlikelerle yaşam boyu içli dışlı olmak, bunalım anında onu kabullenmeye ya da reddetmeye hazırlıklı olmanın en iyi yoludur.
amaçların meslekler tarafından belirlenmesi, başka mesleklerin ürettiği bir çevreye göre mallar üretir. yüksek hıza ve apartmanlara dayalı bir hayat, hastaneleri kaçınılmaz kılar. tüm bunlar tanımları gereği kıttır ve sürekli evrim halinde olan bir mesleğin yeni koyduğu standartlara yaklaştıkça daha da kıtlaşırlar. böylelikle pazarda görülen her birim ya da her miktar, tatmin ettiği sayıda kişiden daha fazlasını tatminsiz kılar.
profesyonel emperyalizmin bilgi kapitalizmi, uluslararası sermaye ve silahlardan daha zor hissedilir ve onlar kadar etkili biçimde insanları boyunduruğu altına alır.
aşırı nüfuslaşma, öğrenme dengesindeki bir çarpıklığın; refaha bağımlılık, kurumsal değerlerin kişisel değerler üstündeki tekelinin; yanlış teknoloji, araçların amaca dönüştürülmesinin sonucudur.
insanların birinci tür bilgileri, birbirleriyle yüz yüze ilişkilerinden ve şenlikli araçları kullanmalarından kaynaklanır. ikincisi, tabi kılındıkları amaçlı ve programlı öğrenimin sonucu olarak gerçekleşir.
bir insanın üretkenliğini ölçmenin en saygın yolu, o kişinin tükettiği eğitimin fiyat etiketlerine bakmaktır. bir kişinin bilgi sermayesi ne kadar yüksekse, "aldığı" kararlara verilen toplumsal değer o kadar yüksek, üst düzey endüstri ürünü paketleri talep etmesi de o kadar meşrudur.
bir araç insanın denetimi dışına çıkarak önce onun efendisi, sonra da celladı olabilir. insanlar, sandıklarından daha kısa sürede araçların egemenliğine girebilir: saban insanı bir bahçenin efendisi kılar; ama aynı zamanda kurak bölgelerden göç etmek zorunda da bırakır.
şenlikli yaşamın savunulması, araçlarını denetleyebilen insanlarca üstlenildiği takdirde mümkündür. emperyalistlerin paralı askerleri, şenlikli yaşam adına araçlarına sınırlar koyan bir halkı zehirleyebilir ya da belki zayıf düşürebilirler; ama asla yenemezler.
zorba
nikos kazancakis
dünyada çiçek, çocuk ve kuş olduğu sürece korkma; her şey yolunda demektir.
yalnızca çalınmış etin tadı vardır. insanın kendi karısı, çalınmış et değildir.
anayurdumuz. görev. bunlar hiçbir şey demek değil. yine de bizler, bir hiç uğruna, seve seve yok olmaya koşarız.
insan canavardır! büyük canavar! ona kötülük mü ettin, senden çekinir ve titrer. iyilik mi yaptın, gözlerini oyar. aradaki uzaklığı koru. insanlara umut verme. hepimizin eşit olduğunu, hepimizin eşit haklara sahip olduğunu söyleme; çünkü hemen senin hakkını çiğner, elinden ekmeğini kapar, açlıktan gebermeye bırakırlar seni.
güzellikler kalpsizdir ve insanın acısıyla ilgilenmez.
bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız.
gerçek hoca, öğrencisinden öğrenebileceği her şeyi öğrenmeli, gençliğin ne yöne gittiğini anlamalı, o da ruhunu oraya doğru yöneltmelidir.
iyi bir öğretmen, şundan daha belirli bir armağan istemez: kendinden üstün öğrencisi olması!
aşk, yeryüzündeki en kuvvetli sevinçtir.
dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. sonuna kadar git be insan, avara et ve korkma! tanrı, baş şeytandan çok yarım şeytandan iğrenir!
bir şeyin olmasını istiyorsan onu çok iste; gerçek dediğimiz şey, kan ve gözyaşıyla sulanmış hayalden başka bir şey değildir.
dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. sonuna kadar git be insan, avara et ve korkma! tanrı, baş şeytandan çok yarım şeytandan iğrenir!
iyi bir hareket, en uzak bir çölde bile yapılmış olsa, yankıları tüm dünyayı sarar.
o benim karım. benden daha çok bıyığı var; ama ne fark eder? ondan hoşlanıyorum.
okumak, sıradan insanlar ve öğretmenler içindir; bir yargıcın oğlu ise iyi bir yaşam, eskimiş şarap ve başkalarının kadınları için yaratılmıştır.
şeytandan kurtulmak mümkün; ama insanlardan, asla!
dünyada çiçek, çocuk ve kuş olduğu sürece korkma; her şey yolunda demektir.
yalnızca çalınmış etin tadı vardır. insanın kendi karısı, çalınmış et değildir.
anayurdumuz. görev. bunlar hiçbir şey demek değil. yine de bizler, bir hiç uğruna, seve seve yok olmaya koşarız.
insan canavardır! büyük canavar! ona kötülük mü ettin, senden çekinir ve titrer. iyilik mi yaptın, gözlerini oyar. aradaki uzaklığı koru. insanlara umut verme. hepimizin eşit olduğunu, hepimizin eşit haklara sahip olduğunu söyleme; çünkü hemen senin hakkını çiğner, elinden ekmeğini kapar, açlıktan gebermeye bırakırlar seni.
güzellikler kalpsizdir ve insanın acısıyla ilgilenmez.
bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız.
gerçek hoca, öğrencisinden öğrenebileceği her şeyi öğrenmeli, gençliğin ne yöne gittiğini anlamalı, o da ruhunu oraya doğru yöneltmelidir.
iyi bir öğretmen, şundan daha belirli bir armağan istemez: kendinden üstün öğrencisi olması!
aşk, yeryüzündeki en kuvvetli sevinçtir.
dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. sonuna kadar git be insan, avara et ve korkma! tanrı, baş şeytandan çok yarım şeytandan iğrenir!
bir şeyin olmasını istiyorsan onu çok iste; gerçek dediğimiz şey, kan ve gözyaşıyla sulanmış hayalden başka bir şey değildir.
dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. sonuna kadar git be insan, avara et ve korkma! tanrı, baş şeytandan çok yarım şeytandan iğrenir!
iyi bir hareket, en uzak bir çölde bile yapılmış olsa, yankıları tüm dünyayı sarar.
o benim karım. benden daha çok bıyığı var; ama ne fark eder? ondan hoşlanıyorum.
okumak, sıradan insanlar ve öğretmenler içindir; bir yargıcın oğlu ise iyi bir yaşam, eskimiş şarap ve başkalarının kadınları için yaratılmıştır.
şeytandan kurtulmak mümkün; ama insanlardan, asla!
21.09.2014
yazma sanatı
hermann hesse: yazmak iyidir; ama düşünmek daha iyi, akıllılık iyidir; ama sabretmek daha iyi.
cesare pavese: tedirginliğinde ve yazı yazma çabanda sana yardımcı olan şey, her sayfada söylenmemiş bir şey kaldığını kesinlikle bilmendir.
ernesto sabato: yazmak, en azından bir şeyi sonsuzlaştırmak için yazmak: bir aşkı, bir kahramanlık eylemini, bir kendinden geçme anını. mutlak olana ulaşmak. ya da belki tutkunun ve kahramanlığın o mutlak eylemlerinde yeteneksiz olanlar için gereklidir yazmak. çünkü ne bir gün kendini prag'ın bir meydanında ateşe veren o çocuk, ne che guevara, ne marcelo carranza yazmaya ihtiyaç duymuştu. sahici hiçbir kişilik sözlerden yaratılmış bir suret değildi; onlar kandan, hayaller ve umutlardan, gerçek üzüntülerden yapılmışlardı ve bu karmaşık hayatın ortasında, varoluş için bir anlam ya da hiç olmazsa bu anlamın bulanık belirtisini bulmamıza, bilinmeyen bir şekilde hizmet eder gibi görünüyorlardı.
murathan mungan: yazmak, aşkı ya da hayatı öğretmez insana. marguerite duras'ın dediği gibi, yazarak sadece yazmayı öğrenirsiniz, daha iyi yazmayı.
bertrand russell: kendileri için dünyada yapacak hiçbir şey kalmamış olduğu kanısını taşıyan yetenekli gençlere öğüdüm şudur: yazmaya çalışmaktan vazgeçin; bunun yerine yazmamaya çalışın. dünyaya açılın, bir korsan olun, borneo'da bir kral, rusya'da bir işçi olun; ilkel fizik gereksinimlerin hemen bütün enerjinizi yutacağı bir hayata başlayın.
cesare pavese: tedirginliğinde ve yazı yazma çabanda sana yardımcı olan şey, her sayfada söylenmemiş bir şey kaldığını kesinlikle bilmendir.
ernesto sabato: yazmak, en azından bir şeyi sonsuzlaştırmak için yazmak: bir aşkı, bir kahramanlık eylemini, bir kendinden geçme anını. mutlak olana ulaşmak. ya da belki tutkunun ve kahramanlığın o mutlak eylemlerinde yeteneksiz olanlar için gereklidir yazmak. çünkü ne bir gün kendini prag'ın bir meydanında ateşe veren o çocuk, ne che guevara, ne marcelo carranza yazmaya ihtiyaç duymuştu. sahici hiçbir kişilik sözlerden yaratılmış bir suret değildi; onlar kandan, hayaller ve umutlardan, gerçek üzüntülerden yapılmışlardı ve bu karmaşık hayatın ortasında, varoluş için bir anlam ya da hiç olmazsa bu anlamın bulanık belirtisini bulmamıza, bilinmeyen bir şekilde hizmet eder gibi görünüyorlardı.
murathan mungan: yazmak, aşkı ya da hayatı öğretmez insana. marguerite duras'ın dediği gibi, yazarak sadece yazmayı öğrenirsiniz, daha iyi yazmayı.
bertrand russell: kendileri için dünyada yapacak hiçbir şey kalmamış olduğu kanısını taşıyan yetenekli gençlere öğüdüm şudur: yazmaya çalışmaktan vazgeçin; bunun yerine yazmamaya çalışın. dünyaya açılın, bir korsan olun, borneo'da bir kral, rusya'da bir işçi olun; ilkel fizik gereksinimlerin hemen bütün enerjinizi yutacağı bir hayata başlayın.
Kategori:
.kolaj,
#yazmak,
bertrand russell,
cesare pavese,
ernesto sabato,
hermann hesse,
murathan mungan
20.09.2014
ölüm
charles dickens
ah, insanın candan sevdiği birinin hayatı sallantıdayken, elleri böğründe beklemek zorunda kalmanın heyecanı; bu keskin, korkunç heyecan! ah, insanın beynine doluşan ve canlandırdıkları düşlerin gücüyle yüreği deli gibi çarptırıp soluğu sıklaştıran kahredici düşünceler! sevdiğimiz insanın acısını dindirip tehlikeyi hafifletebilmek için bir şeyler yapmak ihtiyacı ve hiçbir şey yapamayacağımızı bilmek! çaresizliğimizin doğurduğu iç çöküntüsü ve hüzün! hangi işkence bu kadar ağır olabilir! o anın ateşi içinde, kendimizi ve kafamızı ne kadar zorlarsak zorlayalım bu işkenceden imkanı yok kurtulamayız!
çevremizdekilere karşı dikkatli olmalıyız. çünkü her ölüm geride kalan bir avuç kimseye öyle düşünceler miras bırakır ki; yapılabilecekken yapılmamış, unutulmuş, boş verilmiş şeyler.. onarılabileceği halde onarılmamış kırgınlıklar, giderilmemiş eksiklikler.. insan için bunlardan daha acı bir düşünce olamaz! hiçbir pişmanlık, iş işten geçtikten sonra duyulan pişmanlık kadar acı değildir.
ah, insanın candan sevdiği birinin hayatı sallantıdayken, elleri böğründe beklemek zorunda kalmanın heyecanı; bu keskin, korkunç heyecan! ah, insanın beynine doluşan ve canlandırdıkları düşlerin gücüyle yüreği deli gibi çarptırıp soluğu sıklaştıran kahredici düşünceler! sevdiğimiz insanın acısını dindirip tehlikeyi hafifletebilmek için bir şeyler yapmak ihtiyacı ve hiçbir şey yapamayacağımızı bilmek! çaresizliğimizin doğurduğu iç çöküntüsü ve hüzün! hangi işkence bu kadar ağır olabilir! o anın ateşi içinde, kendimizi ve kafamızı ne kadar zorlarsak zorlayalım bu işkenceden imkanı yok kurtulamayız!
çevremizdekilere karşı dikkatli olmalıyız. çünkü her ölüm geride kalan bir avuç kimseye öyle düşünceler miras bırakır ki; yapılabilecekken yapılmamış, unutulmuş, boş verilmiş şeyler.. onarılabileceği halde onarılmamış kırgınlıklar, giderilmemiş eksiklikler.. insan için bunlardan daha acı bir düşünce olamaz! hiçbir pişmanlık, iş işten geçtikten sonra duyulan pişmanlık kadar acı değildir.
18.09.2014
sözün gücü
zülfü livaneli
new york'un brooklyn köprüsü'nde dilenen bir kör varmış. köprüden gelip geçenlerden biri, adamcağıza günlük kazancının ne kadar olduğunu sormuş. dilenci 2 dolara zar zor ulaştığını söylemiş. yabancı, bunun üzerine, kör dilencinin göğsünde taşıdığı ve sakatlığını belirten tabelayı almış, tersini çevirip üzerine bir şeyler yazdıktan sonra tekrar dilencinin boynuna asmış ve şöyle demiş: "tabelaya, gelirinizi artıracak bir yazı yazdım. bir ay sonra uğradığımda sonucu söylersiniz bana." dediği gibi bir ay sonra gelmiş. "bayım, size nasıl teşekkür etsem acaba?" demiş dilenci. "şimdi günde 10-15 dolar kadar topluyorum. olağanüstü bir şey. tabelaya ne yazdınız da bu kadar sadaka vermelerini sağladınız?" "çok basit" diye yanıtlamış adam, "tabelanızda, 'doğuştan kör' yazıyordu, onun yerine, 'bahar geliyor ama ben göremeyeceğim' diye yazdım."
bir arzuhalci, çınarın altına sandalyesini atmış, önündeki eski remington daktiloya eser-i cedit kağıdı takmış, derdini anlatan köylüyü dinliyor. zavallı adam, köyde kendisine nasıl zulmedildiğini, topraklarının nasıl elinden alındığını anlatıyor kesik kesik cümlelerle. arzuhalci, "anladım" diyor. "biraz bekle." başlıyor remington daktilonun yıpranmış tuşlarına vurmaya. yazıyor da yazıyor. sayfalar dolusu uzun bir dilekçe. bitirdiği zaman, köylüye okumaya başlıyor. zavallı köylünün nasıl perişan edildiğini, çoluğunun çocuğunun aç sefil kaldığını, aman dilediği kapıların nasıl tek tek yüzüne kapatıldığını okurken gözü köylüye ilişiyor. bakıyor ki zavallı adam başını iki elinin arasına almış, hüngür hüngür ağlamakta. "ne oldu sana böyle?" diye soruyor. "niye ağlıyorsun?" "ben ağlamayayım da kimler ağlasın?" diyor köylü. "baksana, meğer bana neler yapmışlar!"
yıl 1954. erzurum hasankale'de korkunç bir deprem olmuş. cumhuriyet gazetesi'nden genç bir gazeteci bir ay kalıyor deprem bölgesinde. gazetesine izlenimlerini aktarıyor. genç gazeteci, yaşar kemal. yanında sürekli sakıp hatunoğlu isimli genç dolaşıyor. her şeyi birlikte izliyorlar. çadırların içinde donmuş ölüleri, katılaşmış cesetleri görüyorlar. hatta bir gün buz gibi bir çadırda, donmuş bir bebek buluyorlar. yaşar kemal bütün bunları o benzersiz üslubuyla yazıyor, anadolu ağıtlarıyla örüyor ve gazeteye gönderiyor. bir süre sonra istanbul'dan gazeteler geliyor ve yaşar kemal'in yazılarını okuyan sakıp hatunoğlu hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. hele bebek bölümünde iyice artıyor feryadı. yaşar kemal'e dönüp "meğer" diyor, "biz ne korkunç şeyler görmüşüz be usta!"
new york'un brooklyn köprüsü'nde dilenen bir kör varmış. köprüden gelip geçenlerden biri, adamcağıza günlük kazancının ne kadar olduğunu sormuş. dilenci 2 dolara zar zor ulaştığını söylemiş. yabancı, bunun üzerine, kör dilencinin göğsünde taşıdığı ve sakatlığını belirten tabelayı almış, tersini çevirip üzerine bir şeyler yazdıktan sonra tekrar dilencinin boynuna asmış ve şöyle demiş: "tabelaya, gelirinizi artıracak bir yazı yazdım. bir ay sonra uğradığımda sonucu söylersiniz bana." dediği gibi bir ay sonra gelmiş. "bayım, size nasıl teşekkür etsem acaba?" demiş dilenci. "şimdi günde 10-15 dolar kadar topluyorum. olağanüstü bir şey. tabelaya ne yazdınız da bu kadar sadaka vermelerini sağladınız?" "çok basit" diye yanıtlamış adam, "tabelanızda, 'doğuştan kör' yazıyordu, onun yerine, 'bahar geliyor ama ben göremeyeceğim' diye yazdım."
bir arzuhalci, çınarın altına sandalyesini atmış, önündeki eski remington daktiloya eser-i cedit kağıdı takmış, derdini anlatan köylüyü dinliyor. zavallı adam, köyde kendisine nasıl zulmedildiğini, topraklarının nasıl elinden alındığını anlatıyor kesik kesik cümlelerle. arzuhalci, "anladım" diyor. "biraz bekle." başlıyor remington daktilonun yıpranmış tuşlarına vurmaya. yazıyor da yazıyor. sayfalar dolusu uzun bir dilekçe. bitirdiği zaman, köylüye okumaya başlıyor. zavallı köylünün nasıl perişan edildiğini, çoluğunun çocuğunun aç sefil kaldığını, aman dilediği kapıların nasıl tek tek yüzüne kapatıldığını okurken gözü köylüye ilişiyor. bakıyor ki zavallı adam başını iki elinin arasına almış, hüngür hüngür ağlamakta. "ne oldu sana böyle?" diye soruyor. "niye ağlıyorsun?" "ben ağlamayayım da kimler ağlasın?" diyor köylü. "baksana, meğer bana neler yapmışlar!"
yıl 1954. erzurum hasankale'de korkunç bir deprem olmuş. cumhuriyet gazetesi'nden genç bir gazeteci bir ay kalıyor deprem bölgesinde. gazetesine izlenimlerini aktarıyor. genç gazeteci, yaşar kemal. yanında sürekli sakıp hatunoğlu isimli genç dolaşıyor. her şeyi birlikte izliyorlar. çadırların içinde donmuş ölüleri, katılaşmış cesetleri görüyorlar. hatta bir gün buz gibi bir çadırda, donmuş bir bebek buluyorlar. yaşar kemal bütün bunları o benzersiz üslubuyla yazıyor, anadolu ağıtlarıyla örüyor ve gazeteye gönderiyor. bir süre sonra istanbul'dan gazeteler geliyor ve yaşar kemal'in yazılarını okuyan sakıp hatunoğlu hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. hele bebek bölümünde iyice artıyor feryadı. yaşar kemal'e dönüp "meğer" diyor, "biz ne korkunç şeyler görmüşüz be usta!"
özgürleşen seyirci
jacques ranciere
tüm tarihi boyunca tiyatronun konu olduğu çok sayıda eleştiri aslında özlü bir ifadeye indirgenebilir. "seyirci paradoksu" adını vereceğim ben buna; meşhur oyuncu paradoksundan belki daha temel bir paradokstur bu. gayet basit ifade edilecek bir paradoks: seyircisiz tiyatro olmaz. oysa suçlayanlar seyirci olmanın iki nedenden ötürü kötü bir şey olduğunu söyler. ilk olarak, bakmak bilmenin zıddıdır. seyirci bir görünüşün karşısına geçer; ama o görünüşün üretim sürecini veya gizlediği gerçekliği bilmez. ikinci olarak, bakmak eylemenin zıddıdır. edilgen olan seyirci yerinde olduğu gibi, hareketsiz durur. seyirci olmak, hem bilmek kabiliyetinden hem de eylemek kudretinden kopmak demektir.
tiyatro, cahillerin acı çeken insanları görmeye davet edildikleri yerdir. tiyatro sahnesinin onlara sunduğu, bir pathos gösterisidir; bir hastalığın, arzu ile ıstırabın, yani cehaletin yol açtığı benlik bölünmesinin tezahürüdür. tiyatronun yaptığı şeu, bu hastalığı bir başka hastalığa başvurarak aktarmaktır: gölgelerin esir aldığı bakışın hastalığına. tiyatro, kişilere acı çektiren cehalet hastalığını bir cehalet makinesi sayesinde aktarır; öyle bir optik makinedir ki bu, bakışları yanılsama ve edilgenliğe alıştırır.
guy debord'a göre, gösterinin özü dışsallıktır. gösteri, görüşün hükümranlığıdır ve görüş de dışsallıktır, yani benliğinden yoksun kalmaktır. seyreden insanın hastalığı şu kısa ifadeyle özetlenebilir: "seyre daldıkça daha az var olur." (guy debord)
cehalet bilgi kıtlığı değil, bilginin zıddıdır.
muhalif veya eleştirel sanatçı, görüntülerin teşhir edilmesiyle saklanan sırrın ifşa olmasını sağlayan kısadevreler ve çarpışmalar üretmeyi amaçlar hep.
melankoli, kendi güçsüzlüğünden beslenir.
kurmaca, gerçek dünyaya karşıt olan hayali bir dünyanın yaratılması değildir. uyuşmazlıklar meydana getirme; duyumsanabilir sunum tarzlarını değiştirme; çerçeveleri, ölçüleri veya ritimleri değiştirerek böylece ifade biçimlerini değiştirme; görünüşle gerçeklik, biricikle genel, görünür olanla görünürün anlamı arasında yeni bağlar kurma çalışmasıdır kurmaca.
güney afrikalı fotoğrafçı kevin carter tarafından sudan'da çekilmiş bir fotoğrafın görünürlük uzay-zamanını inşa etmek için bulduğu bir enstalasyon: fotoğrafta, yerde emekleyen ve açlıktan ölmek üzere olan küçük bir kız görürüz; bu esnada arkadaysa leş yiyici bir akbaba kızın ölmesini beklemektedir. görüntünün ve fotoğrafçının kaderi, egemen haber düzeninin ikircikliğine iyi bir örnektir. fotoğraf, sudan çölüne gidip oradan bu denli çarpıcı, batılı seyirciyi uzaklarda yaşanan kıtlıktan ayıran duvarı yıkmaya bu derece uygun bir görüntü getiren kişiye pulitzer ödülü kazandırmıştır. aynı zamanda sahibini bir öfke kampanyasının hedefi haline getirmiştir: çocuğa yardım etmek yerine, kusursuz fotoğrafı yakalayacağı anı beklemiş olmak da insansı bir akbabalık değil midir? bu kampanyaya tahammül edemeyen kevin carter intihar etti.
tüm tarihi boyunca tiyatronun konu olduğu çok sayıda eleştiri aslında özlü bir ifadeye indirgenebilir. "seyirci paradoksu" adını vereceğim ben buna; meşhur oyuncu paradoksundan belki daha temel bir paradokstur bu. gayet basit ifade edilecek bir paradoks: seyircisiz tiyatro olmaz. oysa suçlayanlar seyirci olmanın iki nedenden ötürü kötü bir şey olduğunu söyler. ilk olarak, bakmak bilmenin zıddıdır. seyirci bir görünüşün karşısına geçer; ama o görünüşün üretim sürecini veya gizlediği gerçekliği bilmez. ikinci olarak, bakmak eylemenin zıddıdır. edilgen olan seyirci yerinde olduğu gibi, hareketsiz durur. seyirci olmak, hem bilmek kabiliyetinden hem de eylemek kudretinden kopmak demektir.
tiyatro, cahillerin acı çeken insanları görmeye davet edildikleri yerdir. tiyatro sahnesinin onlara sunduğu, bir pathos gösterisidir; bir hastalığın, arzu ile ıstırabın, yani cehaletin yol açtığı benlik bölünmesinin tezahürüdür. tiyatronun yaptığı şeu, bu hastalığı bir başka hastalığa başvurarak aktarmaktır: gölgelerin esir aldığı bakışın hastalığına. tiyatro, kişilere acı çektiren cehalet hastalığını bir cehalet makinesi sayesinde aktarır; öyle bir optik makinedir ki bu, bakışları yanılsama ve edilgenliğe alıştırır.
guy debord'a göre, gösterinin özü dışsallıktır. gösteri, görüşün hükümranlığıdır ve görüş de dışsallıktır, yani benliğinden yoksun kalmaktır. seyreden insanın hastalığı şu kısa ifadeyle özetlenebilir: "seyre daldıkça daha az var olur." (guy debord)
cehalet bilgi kıtlığı değil, bilginin zıddıdır.
muhalif veya eleştirel sanatçı, görüntülerin teşhir edilmesiyle saklanan sırrın ifşa olmasını sağlayan kısadevreler ve çarpışmalar üretmeyi amaçlar hep.
melankoli, kendi güçsüzlüğünden beslenir.
kurmaca, gerçek dünyaya karşıt olan hayali bir dünyanın yaratılması değildir. uyuşmazlıklar meydana getirme; duyumsanabilir sunum tarzlarını değiştirme; çerçeveleri, ölçüleri veya ritimleri değiştirerek böylece ifade biçimlerini değiştirme; görünüşle gerçeklik, biricikle genel, görünür olanla görünürün anlamı arasında yeni bağlar kurma çalışmasıdır kurmaca.
güney afrikalı fotoğrafçı kevin carter tarafından sudan'da çekilmiş bir fotoğrafın görünürlük uzay-zamanını inşa etmek için bulduğu bir enstalasyon: fotoğrafta, yerde emekleyen ve açlıktan ölmek üzere olan küçük bir kız görürüz; bu esnada arkadaysa leş yiyici bir akbaba kızın ölmesini beklemektedir. görüntünün ve fotoğrafçının kaderi, egemen haber düzeninin ikircikliğine iyi bir örnektir. fotoğraf, sudan çölüne gidip oradan bu denli çarpıcı, batılı seyirciyi uzaklarda yaşanan kıtlıktan ayıran duvarı yıkmaya bu derece uygun bir görüntü getiren kişiye pulitzer ödülü kazandırmıştır. aynı zamanda sahibini bir öfke kampanyasının hedefi haline getirmiştir: çocuğa yardım etmek yerine, kusursuz fotoğrafı yakalayacağı anı beklemiş olmak da insansı bir akbabalık değil midir? bu kampanyaya tahammül edemeyen kevin carter intihar etti.
17.09.2014
mantissa *
john fowles
faşistler seksten nefret eder ve asla kendilerine gülmeyi başaramazlar.
insan neyse odur, aynı zamanda ne giyerse de odur.
doğru dürüst yazılar, mesela burjuva olmayan yazılar hep politiktir.
en kötü felsefelerde bile bir iki iyi nokta bulunabilir.
çatıdan kopup kafana düşse bile gerçek umutsuzluğun ne olduğunu anlayamazsın.
bağırsak boşaltma ve mesane boşaltma eylemlerine gönderme yapan terimlerin kullanılmasının anlamı, kültürel bir tetikleyici sonucu ortaya çıkan cinsel suçluluk ve bastırılmış duygulardır.
insanlar, var olmak için tanınmak gibi bir kanıta ne kadar ihtiyaç duyduklarını fark etmezler. bu tür şeyler olduğunda da korku duyarlar. emniyet hissini yitirirler.
temel metinleri bile okumamışken nasıl olur da bir teoriyi tartışmaya kalkar insan?
yaptığım iş konusunda hassas davranmasaydım yaşamla yüz yüze gelemezdim.
insanın var olabilmesi için birtakım temel özgürlükleri olmalıdır.
sen ana mizansen travmasından yapıyorsun bunları. her zamanki gibi bu da yıkıcı bir intikam duygusu bırakıyor sende. her zaman olduğu gibi bunu eşit ölçüde abartılmış röntgencilik ve teşhircilikle ifade ediyorsun. çözümlenememiş travmanla baş edebilmek için tekrar tekrar yazmak ve yayımlatmak gibi sözde geriletici faaliyetlere girmenle de bilinen patolojiye uyuyorsun. aslında bu iki faaliyetten tamamen ve açıkça kendini geri çeksen daha sağlıklı bir insan olabileceğini söyleyebilirim.
* mantissa: özellikle edebi bir çabaya ya da söyleme yapılan ve nispeten küçük bir önem taşıyan ekleme.
faşistler seksten nefret eder ve asla kendilerine gülmeyi başaramazlar.
insan neyse odur, aynı zamanda ne giyerse de odur.
doğru dürüst yazılar, mesela burjuva olmayan yazılar hep politiktir.
en kötü felsefelerde bile bir iki iyi nokta bulunabilir.
çatıdan kopup kafana düşse bile gerçek umutsuzluğun ne olduğunu anlayamazsın.
bağırsak boşaltma ve mesane boşaltma eylemlerine gönderme yapan terimlerin kullanılmasının anlamı, kültürel bir tetikleyici sonucu ortaya çıkan cinsel suçluluk ve bastırılmış duygulardır.
insanlar, var olmak için tanınmak gibi bir kanıta ne kadar ihtiyaç duyduklarını fark etmezler. bu tür şeyler olduğunda da korku duyarlar. emniyet hissini yitirirler.
temel metinleri bile okumamışken nasıl olur da bir teoriyi tartışmaya kalkar insan?
yaptığım iş konusunda hassas davranmasaydım yaşamla yüz yüze gelemezdim.
insanın var olabilmesi için birtakım temel özgürlükleri olmalıdır.
sen ana mizansen travmasından yapıyorsun bunları. her zamanki gibi bu da yıkıcı bir intikam duygusu bırakıyor sende. her zaman olduğu gibi bunu eşit ölçüde abartılmış röntgencilik ve teşhircilikle ifade ediyorsun. çözümlenememiş travmanla baş edebilmek için tekrar tekrar yazmak ve yayımlatmak gibi sözde geriletici faaliyetlere girmenle de bilinen patolojiye uyuyorsun. aslında bu iki faaliyetten tamamen ve açıkça kendini geri çeksen daha sağlıklı bir insan olabileceğini söyleyebilirim.
* mantissa: özellikle edebi bir çabaya ya da söyleme yapılan ve nispeten küçük bir önem taşıyan ekleme.
16.09.2014
istanbul vs. viyana
gerard de nerval
ne garip bir kent konstantinopolis! ihtişam ve sefalet, gözyaşları ve sevinç, başka yerlerdekinden çok daha fazla keyfi davranış; ama aynı zamanda da daha fazla özgürlük var burada; dört farklı halk birbirinden çok da nefret etmeden birlikte yaşıyorlar. türkler, ermeniler, rumlar ve yahudiler; aynı toprağın evlatları olan bu insanlar, bizim çeşitli taşra halklarımızın ya da farklı taraftar gruplarının beceremediği gibi değil, çok daha fazla hoşgörü gösteriyorlar.
genel bir gözlem olarak, bu kentte, hiçbir kadının doğal bir yürüyüşü olmadığını öğreneceksin. bir tanesini gözüne kestiriyorsun, peşinden gidiyorsun; o sokaktan bu sokağa hiç beklenmedik dönüşler yapıyor, zikzaklar çiziyor. sonra, yanaşmak için biraz ıssız bir yeri gözüne kestiriyorsun ve cevap vermemezlik etmiyor hiçbir zaman. herkesin bildiği bir şey bu. viyanalı bir kadın, kimseyi başından savmaz. eğer birisinin kadınıysa -esamesi okunmayan kocasından söz etmiyorum- ve eğer kırk tarakta bezi varsa, sana söyleyecektir bunu ve ancak bir hafta sonra kendisinden randevu istemeni ya da belli bir tarih söylemeden sabırlı olmanı tavsiye edecektir. bu pek uzun sürmez; daha önceki aşıklar da senin en iyi dostların haline gelir.
ne garip bir kent konstantinopolis! ihtişam ve sefalet, gözyaşları ve sevinç, başka yerlerdekinden çok daha fazla keyfi davranış; ama aynı zamanda da daha fazla özgürlük var burada; dört farklı halk birbirinden çok da nefret etmeden birlikte yaşıyorlar. türkler, ermeniler, rumlar ve yahudiler; aynı toprağın evlatları olan bu insanlar, bizim çeşitli taşra halklarımızın ya da farklı taraftar gruplarının beceremediği gibi değil, çok daha fazla hoşgörü gösteriyorlar.
genel bir gözlem olarak, bu kentte, hiçbir kadının doğal bir yürüyüşü olmadığını öğreneceksin. bir tanesini gözüne kestiriyorsun, peşinden gidiyorsun; o sokaktan bu sokağa hiç beklenmedik dönüşler yapıyor, zikzaklar çiziyor. sonra, yanaşmak için biraz ıssız bir yeri gözüne kestiriyorsun ve cevap vermemezlik etmiyor hiçbir zaman. herkesin bildiği bir şey bu. viyanalı bir kadın, kimseyi başından savmaz. eğer birisinin kadınıysa -esamesi okunmayan kocasından söz etmiyorum- ve eğer kırk tarakta bezi varsa, sana söyleyecektir bunu ve ancak bir hafta sonra kendisinden randevu istemeni ya da belli bir tarih söylemeden sabırlı olmanı tavsiye edecektir. bu pek uzun sürmez; daha önceki aşıklar da senin en iyi dostların haline gelir.
salkımsöğütlerin gölgesinde
melisa gürpınar
kara bir büyüdür beni hayata bağlayan.
her zaman, gökyüzü kadar yüksek tavanı olan bir odadır, hayattan arta kalan.
sahibinin kokusunu taşıyan, geniş tozlu hasır iskemlelerinde, artık kimsecikler oturmayan, ışığı soluk yanan bir odadır, ölümü en çok duyumsayan.
hiçbir şey daha masum değildir suskunluktan.
işte eşlerimiz. onlar ki, ödünç tohum aldığımız tüccar gibidirler, borçlarımızı ödemekle bitiremediğimiz. ve bütün çocuklarımız, "hayırsız" olmak zorundadırlar biraz. aklı kıt olanları saymazsak.
siz hiç saksıdaki pembe bir begonya çiçeğiyle göz göze geldiniz mi?
yazılan ile yaşanan, yan yana yarışan iki at gibidirler. sonunda, biri mutlaka öne geçer. az farkla da olsa.
bir yanardağın ağzında soluğunu tutmuş bekliyor bile olsa, bir sözü olmalı insanın, son anında haykıracağı hayata.
yazı, bana her zaman hayatı anımsatıyor da; ne yazık ki, başka bir hayat oluyor artık o yazıldığında.
sevgilim, bir yolculuk resmi gibi nicedir asılı kaldın gözlerimde.
kara bir büyüdür beni hayata bağlayan.
her zaman, gökyüzü kadar yüksek tavanı olan bir odadır, hayattan arta kalan.
sahibinin kokusunu taşıyan, geniş tozlu hasır iskemlelerinde, artık kimsecikler oturmayan, ışığı soluk yanan bir odadır, ölümü en çok duyumsayan.
hiçbir şey daha masum değildir suskunluktan.
işte eşlerimiz. onlar ki, ödünç tohum aldığımız tüccar gibidirler, borçlarımızı ödemekle bitiremediğimiz. ve bütün çocuklarımız, "hayırsız" olmak zorundadırlar biraz. aklı kıt olanları saymazsak.
siz hiç saksıdaki pembe bir begonya çiçeğiyle göz göze geldiniz mi?
yazılan ile yaşanan, yan yana yarışan iki at gibidirler. sonunda, biri mutlaka öne geçer. az farkla da olsa.
bir yanardağın ağzında soluğunu tutmuş bekliyor bile olsa, bir sözü olmalı insanın, son anında haykıracağı hayata.
yazı, bana her zaman hayatı anımsatıyor da; ne yazık ki, başka bir hayat oluyor artık o yazıldığında.
sevgilim, bir yolculuk resmi gibi nicedir asılı kaldın gözlerimde.
14.09.2014
sevdalım hayat
zülfü livaneli
hiçbir ideoloji, bir toplumda mevcut olan ilkellik ve şiddeti ortadan kaldıramaz.
okullardaki tek boyutlu insan yetiştirme programı; hayatı anlamayan, değişik disiplinleri kavramadan, vida gibi hep aynı noktada dönüp duran bireyler yaratıyor.
erasmus: gerçek bilgi okuldan değil kitaptan edinilir.
bir sabah babaannemi hüngür hüngür ağlarken gördüm. elinde bir gazete tutuyordu. ne olduğunu sordum, gazeteyi gösterdi. birinci sayfadaki büyük resimde adnan menderes beyaz idam gömleğiyle, ipin ucunda sallanmaktaydı. menderes karşıtı babaannem, "karga gibi astılar koskoca adamı!" diyerek hıçkırıklara boğuluyordu. 27 mayıs tartışılırken hep bu sahne gözümün önüne gelir. o barbarca idamların, insan vicdanlarını nasıl yaraladığını hatırlarım. diğerleriyle birlikte menderes ailesine yapılan kötülükler içimi sızlatır.
hermann göring: kültür lafını duyunca elim tabancama gidiyor.
ispanyol film yapımcısı luis megino'nun bakış açısına göre normal bir çocukluk geçiremeyen, kendilerini diğer çocuklardan ayrı gören insanlarda, birtakım nevrozlar gelişiyordu. bu nevrozlar, bir süre sonra onları sanat yapmaya itiyordu. bu yüzden bütün sanatçılar nevrotikti. sanat, nevrozlarını dışavurmanın bir aracıydı sadece.
bir gün
çok bunalırsan
denizin dibinde, yosunlara takılmış gibi soluksuz
sakın unutma gökyüzüne bakmayı
gökyüzü senindir
gökyüzü herkesindir
ne yazık ki bütün dünyada üniversite eylemleri olarak başlayan olaylar, türkiye'de öğrencilerin hunharca öldürülmeleri sonunda intikam örgütleri doğurdu ve türkiye'yi yıllarca sürecek kanlı hesaplaşmalara sürükledi. çünkü o dönemde strateji yapan asker ve sivil "türk büyükleri"nin müthiş sosyolojik buluşu olan "iti ite kırdırma" politikası uygulanmalıydı. soğuk savaş'ın cephe ülkesi olan türkiye'de solcu öğrenci hareketleri geliştiğine göre, bunun karşısına bir ülkücü gençlik çıkarılmalı ve bunlar birbirine kırdırılmalıydı. bu strateji sonucunda beş bin genç hayatını kaybetti. daha sonra solun karşısına islam'ı çıkarmaya karar verdiler. sol düşmanı olarak yarattıkları ve destekledikleri hareketler ileri gidince de bu sefer ondan kurtulmak için başka örgütlenmelerden medet umdular. dolayısıyla türkiye'nin doğal dengesi altüst oldu. birbirine düşman gruplar yaratıldı, iç savaş provaları yaşandı, kısacası halkın deneme yanılma yöntemiyle demokrasiyi öğrenmesine ve olgunlaştırmasına hiçbir zaman izin verilmedi.
bir kenti böylece bırakıp gitmek
içinde bin kaygı bin bir soruyla
ilhan koman: aslında, cumhuriyet'te olan biten şu: hasta adamın çevresini türk bayraklarıyla kapladık, törenle, bando mızıkayla caddelerden geçirdik. ve buna yeni bir isim taktık. oysa hasta adam yatıyordu içinde.
"çanağında balın olsun, arısı bağdat'tan gelir."
konserde, bizim devletin niteliğini anlatan bir olay daha gelişti: millenium konseri'nin üç sunucusu vardı: ünlü hollywood aktörleri gregory peck, sydney poitier ve büyük ingiliz oyuncu peter ustinov. konserden önce bizim dışişleri'nden bazıları beni aradılar ve bir uyarıda bulundular: "gregory peck'in aslı ermeni'dir. asıl adı gregor pekmezciyan."
"yılanın sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş." (via ahmed arif)
yaşam dalga dalga uzar giderdi
ölüm gözümüzde bir arpa boyu
çocuk gibi öper, okşar, severdim
yediğim ekmeği, içtiğim suyu
gerçekten kumbara gibi bir ülkeydi türkiye; girmesi kolaydı ama çıkması zordu.
peter ustinov: ben, okullarda bana öğretilenleri unutabilmek için 15 yılımı verdim.
alvin toffler: ucuz iş gücüne dayalı bir ihracatla ayakta kalmak zor. çünkü bir gün sizden daha ucuzu çıkıverir. yüksek teknolojiye yönelmelisiniz. devletiniz silikon vadisi'nde 5 türk şirketi kurulmasını desteklesin. bu şirketler birkaç yıl zarar etsinler ama yüksek teknolojiyi, kadroları, üretim ilişkilerini kavrasınlar. bu yöntemin türkiye'ye çok büyük yararı olur.
değerli parfümler küçük şişelerde saklanır.
hans eisler: sadece müzikten anlayan bir kişi, müziği de anlayamaz.
dünyaya gelmek ve var olmak bir mucizedir ama insanların çoğu bunu düşünmez. dünyaya gelmiş olmalarını ve var oluşlarını çok doğal karşılar ve bunun sayılamayacak kadar çok parametrenin kesişmesiyle oluştuğunu akıllarına getirmezler.
hiçbir ideoloji, bir toplumda mevcut olan ilkellik ve şiddeti ortadan kaldıramaz.
okullardaki tek boyutlu insan yetiştirme programı; hayatı anlamayan, değişik disiplinleri kavramadan, vida gibi hep aynı noktada dönüp duran bireyler yaratıyor.
erasmus: gerçek bilgi okuldan değil kitaptan edinilir.
bir sabah babaannemi hüngür hüngür ağlarken gördüm. elinde bir gazete tutuyordu. ne olduğunu sordum, gazeteyi gösterdi. birinci sayfadaki büyük resimde adnan menderes beyaz idam gömleğiyle, ipin ucunda sallanmaktaydı. menderes karşıtı babaannem, "karga gibi astılar koskoca adamı!" diyerek hıçkırıklara boğuluyordu. 27 mayıs tartışılırken hep bu sahne gözümün önüne gelir. o barbarca idamların, insan vicdanlarını nasıl yaraladığını hatırlarım. diğerleriyle birlikte menderes ailesine yapılan kötülükler içimi sızlatır.
hermann göring: kültür lafını duyunca elim tabancama gidiyor.
ispanyol film yapımcısı luis megino'nun bakış açısına göre normal bir çocukluk geçiremeyen, kendilerini diğer çocuklardan ayrı gören insanlarda, birtakım nevrozlar gelişiyordu. bu nevrozlar, bir süre sonra onları sanat yapmaya itiyordu. bu yüzden bütün sanatçılar nevrotikti. sanat, nevrozlarını dışavurmanın bir aracıydı sadece.
bir gün
çok bunalırsan
denizin dibinde, yosunlara takılmış gibi soluksuz
sakın unutma gökyüzüne bakmayı
gökyüzü senindir
gökyüzü herkesindir
ne yazık ki bütün dünyada üniversite eylemleri olarak başlayan olaylar, türkiye'de öğrencilerin hunharca öldürülmeleri sonunda intikam örgütleri doğurdu ve türkiye'yi yıllarca sürecek kanlı hesaplaşmalara sürükledi. çünkü o dönemde strateji yapan asker ve sivil "türk büyükleri"nin müthiş sosyolojik buluşu olan "iti ite kırdırma" politikası uygulanmalıydı. soğuk savaş'ın cephe ülkesi olan türkiye'de solcu öğrenci hareketleri geliştiğine göre, bunun karşısına bir ülkücü gençlik çıkarılmalı ve bunlar birbirine kırdırılmalıydı. bu strateji sonucunda beş bin genç hayatını kaybetti. daha sonra solun karşısına islam'ı çıkarmaya karar verdiler. sol düşmanı olarak yarattıkları ve destekledikleri hareketler ileri gidince de bu sefer ondan kurtulmak için başka örgütlenmelerden medet umdular. dolayısıyla türkiye'nin doğal dengesi altüst oldu. birbirine düşman gruplar yaratıldı, iç savaş provaları yaşandı, kısacası halkın deneme yanılma yöntemiyle demokrasiyi öğrenmesine ve olgunlaştırmasına hiçbir zaman izin verilmedi.
bir kenti böylece bırakıp gitmek
içinde bin kaygı bin bir soruyla
ilhan koman: aslında, cumhuriyet'te olan biten şu: hasta adamın çevresini türk bayraklarıyla kapladık, törenle, bando mızıkayla caddelerden geçirdik. ve buna yeni bir isim taktık. oysa hasta adam yatıyordu içinde.
"çanağında balın olsun, arısı bağdat'tan gelir."
konserde, bizim devletin niteliğini anlatan bir olay daha gelişti: millenium konseri'nin üç sunucusu vardı: ünlü hollywood aktörleri gregory peck, sydney poitier ve büyük ingiliz oyuncu peter ustinov. konserden önce bizim dışişleri'nden bazıları beni aradılar ve bir uyarıda bulundular: "gregory peck'in aslı ermeni'dir. asıl adı gregor pekmezciyan."
"yılanın sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş." (via ahmed arif)
yaşam dalga dalga uzar giderdi
ölüm gözümüzde bir arpa boyu
çocuk gibi öper, okşar, severdim
yediğim ekmeği, içtiğim suyu
gerçekten kumbara gibi bir ülkeydi türkiye; girmesi kolaydı ama çıkması zordu.
peter ustinov: ben, okullarda bana öğretilenleri unutabilmek için 15 yılımı verdim.
alvin toffler: ucuz iş gücüne dayalı bir ihracatla ayakta kalmak zor. çünkü bir gün sizden daha ucuzu çıkıverir. yüksek teknolojiye yönelmelisiniz. devletiniz silikon vadisi'nde 5 türk şirketi kurulmasını desteklesin. bu şirketler birkaç yıl zarar etsinler ama yüksek teknolojiyi, kadroları, üretim ilişkilerini kavrasınlar. bu yöntemin türkiye'ye çok büyük yararı olur.
değerli parfümler küçük şişelerde saklanır.
hans eisler: sadece müzikten anlayan bir kişi, müziği de anlayamaz.
dünyaya gelmek ve var olmak bir mucizedir ama insanların çoğu bunu düşünmez. dünyaya gelmiş olmalarını ve var oluşlarını çok doğal karşılar ve bunun sayılamayacak kadar çok parametrenin kesişmesiyle oluştuğunu akıllarına getirmezler.
Kategori:
.kitap,
.xyz,
adnan menderes,
alvin toffler,
erasmus,
hans eisler,
hermann göring,
ilhan koman,
luis megino,
peter ustinov,
zülfü livaneli