charles baudelaire
on beş gün odama kapanmıştım ve çevremde hep, o zamanlar (16-17 yıl önce) moda olan kitaplar vardı; halkı bir günde mutlu, bilge ve zengin kılan kitaplar demek istiyorum. ben de bir güzel sindirmiştim -yani yalayıp yutmuştum, bütün o -mutluluk tacirlerinin, -halka köleleşmeyi önerenlerin, tüm yoksulları tahtlarını yitirmiş krallar olduklarına inandıranların harıl harıl yazdıklarını. -söylememe gerek yok, o sıralar ben de aptallığın kıyısında dolaşan, beyni sulanmışlardan biriydim.
ancak, kafamın derinliklerinde, sanki, yenile kapattığım kitaplardaki bütün kocakarı reçetelerinden üstün bir şeyler, karanlık bir tohum yeşerir gibiydi. ama henüz suyunun suyu diyebileceğim pek belirsiz bir düşündü bu.
dışarı çıktım, boğazım kurumuştu. okunan şeyler ne kadar kötüyse insan o kadar hava almak ve serinlemek gereksinimi duyuyor.
tam bir meyhaneye girerken bir dilenci şapkasını uzattı, öylesine acıklı bakıyordu ki, ruhun maddeyi kıpırdatması, bir hipnotizmacının üzümü gözleriyle olgunlaştırması mümkün olsa, o bakış da öyle, tahtları devirirdi.
aynı anda çok iyi bildiğim bir sesin kulağımda fısıltısını duydum: iyilik meleği'nin ya da yanımdan hiç ayrılmayan iyilik iblisi'nin sesiydi bu. ve fısıldayan sesi şunları söylüyordu: "eşitlik yalnızca eşit olduğunu kanıtlayanın, özgürlük özgürlüğe layık olanın, onu kazananın hakkıdır."
hemen sıçradım dilencinin üstüne. bir yumrukla gözünü öyle bir morarttım ki bir saniye içinde balon gibi şişti. iki dişini dökerken tırnaklarımdan birini kırdım. doğuştan narin yapılı olduğum ve boksa da az çalıştığım için o yaşlıyı çabucak yere serecek kadar güçlü bulmuyordum kendimi. bu nedenle, bir elimle ceketinin yakasına yapışırken öteki elimle de gırtlağını sıkıp başını şiddetle duvara vurmaya başladım. şunu hemen söyleyeyim, çevreye önceden göz atıp kolaçan etmiş, bu ıssız dış mahallede polis falan olmadığını görmüştüm. daha sonra o cılız altmışlık dilencinin sırtına, kürek kemiğini kırmaya yetecek kadar güçlü bir tekme yapıştırdım, yerdeki iri bir dalı kapıp, ahçıların eti yumuşatmak için dövdükleri gibi ara vermeden sürekli vurdum, vurdum.
birden, ne hikmettir! kuramının gerçekleştiğini gören filozofun kıvancı gibi, bu ne kıvançtır! -o kadit kemik yığınının bana döndüğünü, öylesine bozuk bir makineden hiç ummadığım bir güçle doğrulduğunu ve bana göre iyiye işaret sayılan kin dolu bir bakışla, tiridi çıkmış serserinin üstüme atıldığını, gözlerimi şişirdiğini, dört dişimi kırdığını ve aynı ağaç dalıyla beni bir güzel dövüp hamurumu çıkardığını gördüm. -güçlü yöntemimle onu iyileştirmiş, onuruna, yaşama kavuşturmuştum.
o zaman, bu tartışmanın artık bitmesi gerektiğini belirtmek için, "tamam" anlamında bir işaret yaptım. stoacı bir filozofun hoşnut haliyle yerden kalktım ve ona: "şimdi benimle eşit oldunuz, bayım! lütfen cüzdanımdaki parayı paylaşıp onurlandırın beni; ve şunu da unutmayın, insanları gerçekten seviyorsanız, sizden bir sadaka istendiğinde bütün dilenci meslektaşlarınıza siz de sırtınızda acısını çekerek denediğim kuramı uygulayın."
kuramımı anladığına ve öğütlerime uyacağına yemin etti.