her ne kadar hayıflansak da, yazılı dil, bundan beş bin yılı aşkın bir süre evvel ilk olarak ortaya çıktığı zaman, ozanlar değil muhasebeciler tarafından icat edilmişti. iktisadi nedenlerle, iktisadi vakaları, örneğin mülkleri, ticari alışverişleri ve alım satım anlaşmalarını kayıt altında tutma gayesiyle ortaya çıkmıştı.
her toplum kendini tanımlamak için kendisinin girift ve çok yönlü bir tasavvuru kadar, bir başkasıyla karşıtlık ilişkisine de ihtiyaç duyar. her sınır içeriye aldığı kadar da dışarıda bırakır ve ulusun bu ardışık yeniden tanımlamaları, birbirleriyle örtüşmek ya da kesişmek suretiyle, kümeler kuramındaki dairelerle aynı işi görür.
alfred döblin: sanatta yönteme yer yoktur, ahmaklık daha iyidir.
alfred döblin: bitmiş kitap beni ilgilendirmez; ancak yazılmakta olan, sıradaki kitap beni ilgilendirir.
eric ormsby: kimi zaman, kelimelerin bizden bağımsız, kendilerine ait hususi bir varoluş sürdüklerine inanıyorum ve bana, bilhassa güçlü duygularla dolu olduğumuz anlarda konuştuğumuzda ya da yazdığımızda, yardımımıza nazır birtakım hecelere ya da birtakım uygun ifadelere atlayıp bir gezintiye çıkmaktan başka pek bir şey yapmıyormuşuz gibi geliyor.
sokrates bilinçli bir şekilde şunu öğretmişti: "kendini bil!" ama kendimi nasıl bilebilirdim; hem bilecek hem de bilinecek olan bensem?
ölüm yalnızca kaçınılmaz ortak kaderimiz değildir; insanlığın ona dair ortaklığı bizzat yaşamın içine dek yayılır; yaşamımız asla bireysel değildir, öteki'nin varlığıyla ilelebet zenginleştiği gibi yokluğunda da fakirleşir. bir başımıza, bir adımız ve bir yüzümüz yoktur, bize seslenecek biri ve ayırt edici özelliklerimizin farkına varmamızı sağlayacak bir yansımamız yoktur.
"her şeyi görmüş, coşkudan yeise bütün duyguları tatmıştı.
her şeyin, her gizli yerin, tufan'dan önce olup bitenin sırrına ermişti.
dünyanın ucuna kadar gitmiş ve uzun yolculuktan bitkin; fakat sapasağlam olarak dönmüştü." (gılgamış destanı)
franz kafka: ilerlemeye inanmak, onun zaten gerçekleşmiş olduğuna inanmak anlamına gelmez. çünkü buna inanmak denmez.
bütün hikayeler, aslen, yorumladığımız hikayelerdir ve hiçbir okuma masum değildir.
oscar wilde: ölüm kalım meselelerinde dirimsel olan samimiyet değil, üsluptur.
her edebi ilişki, az çok bilinçli bir biçimde, öteki'ni görmenin üç yolunu içerir: hayali, yarı-kurmaca, tahayyülümüzde sembolik ya da alegorik ağırlığı olan bir varlık olarak; mülkiyetimize ve kimliğimize göz diken ve mücadele ederek yok edilmesi gereken bir tehdit olarak; bizi yöneten, bize bilgece öğretmenlik eden, sevmemiz ve gözüne girmemiz gereken yaratıcı bir yardımsever olarak.
jorge luis borges: iyi bir dize ya hiç kimseye ait değildir ya da edebiyata aittir.
kierkegaard: filozofların gerçeklik üzerine söyledikleri bitpazarında bulunan bir tabelada yazanlar kadar yanıltıcıdır: "burada ütü yapılıy." çamaşırlarını getirirsin ve kandırıldığının farkına varırsın: tabela, satılmak üzere oradadır.
bellek, zamanın akışının yanı sıra, geçmişimizin mahzenleriyle olan bağımızdır.
jorge luis borges: gerçeğin ilginç olma zorunluluğu hiç mi hiç yoktur.
cervantes: eskilerin altın çağ dedikleri çağ ne mutlu bir çağmış, ne mutlu yüzyıllarmış. içinde bulunduğumuz demir çağda bu kadar değerli olan altın, o talihli çağda kolaylıkla bulunabildiği için değil; o çağda yaşayanlar "senin" ve "benim" kelimelerini bilmedikleri için.
tarihsel gerçek, olup bitenler değildir; tarih, bizim olduğuna hükmettiğimiz olaylardır.
don quijote'u düzenli bir toplumdaki deli bir adam yerine koyan her okumaya karşılık, onu delirmiş ve adaletsiz bir dünyanın en rasyonel adalet arayıcısı olarak gören biri mutlaka çıkacaktır.
berkeley: var olmak algılanmaktır. (esse est percepi)