ihsan oktay anar
allahü teala'nın adem ile havva'yı cennetten kovmasının neticeleri pek iyi olmamıştı. çünkü ademoğullarından bazıları dünyayı cennet bellemiş ve zorbalığa meyletmişlerdi. işte zevatın başında şöhretli kral sargon geliyordu. bin bir zahmetle ekip biçip süt sağmadan bu adam, beleşten geçinmenin ve ondan bundan zorbalıkla avanta koparmanın bir yolunu bulmuştu. çünkü adamın ceddi serseriydi. önce üç beş kişiyle çiftlik basıp hayvanları afiyetle yer, o devirlerde nam ve şöhret ancak zulümle yayıldığından, hatta hem zalim hem mazlum tayfasınca aynı görüldüğünden çiftçileri öldürür, sadece birini sağ bırakarak onun, zorbalıktan ibaret efsanelerini civardaki ahaliye anlatmasını sağlar, bu çiftçi de zaten olan bitenleri bire bin katıp anlattığı için adamın şöhreti çarçabuk bütün havaliye yayılırdı.
aslında kral sargon, ziraatçılardan çok şey öğrenmişti. çiftçilerin hayvanları evcilleştirdiği gibi o da çiftçileri evcilleştirdi: artık ineğin kanı değil, sütü içilecekti. böylece ceddi vaktiyle serseri iken o, krallığını genişletti. sarayında bir eli yağda bir eli baldaydı. ayrıca çoluğu çocuğu torunu tosununun istikballeri, bu krallık sayesinde teminat altındaydı. ama allah'ın sopası yok, krallığı o vefat ettikten çok sonra yıkılıverdi. işte bu yüzden, dünya hayatından ne kadar kam alıyorlarsa vefat da onlar için büyük bir korku kaynağıydı.
sargon gibi diğer bir zorbanın, ramses'in de vefat etmekten ödü patlar, bu yüzden sadece askerlerden değil, hekimlerden oluşan bir ordu da beslerdi. ama adam bu yüzden aklını oynatmıştı! bu firavun ilahlığını ilan etti ve tebaasını ölümsüz olduğuna itikat ettirdi. ancak kendisi, iman zayıflığından olsa gerek, ölümsüz bir ilah olduğuna pek o kadar inanmıyordu. bu sebeple akrabalarından, helal süt emmiş, itimat ettiği şahıslara, eğer günün birinde emri hak vaki olursa hekimler ordusunu seferber edip onların, bedenindeki ölüm denilen hastalığı iyileştirmelerini sağlamalarını, hekimler bunu başaramazlarsa onların tek tek öldürülmelerini vasiyet etmişti.
ama hekimler anasının gözüydü ve merhum firavunun akrabalarına, ölüm denilen hastalık için gereken ilaçları verdiklerini ama ilaçların tesirinin asırlar sonra görüleceğini yemin billah ede ede anlatmışlardı. böylece bir mimarlar ordusu seferber edilerek ramses'in bedeninin asırlarca muhafaza edileceği bir piramit inşa edildi. firavunları birer müşteri olarak kabul eden mumyacı hekimler ve piramit mimarlarının başı çektiği bir ahiret sanayii ortaya çıktı. önce bir talep patlaması olmuştu. ama ilmin sırlarının saklanmayıp ona buna öğretilmesiyle arz arttı ve nihayet sıradan bir köylü bile, kendini karınca kararınca mumyalatabiliyor ve mütevazı piramidine defnedilebiliyordu.
gerçi ramses kendine piramit yaptırmıştı ama, bunda kibir mibir yoktu. bu sadece sağlık sıhhat nedeniyleydi ve zavallı, ahirette selamette kalmak azmindeydi. gerçi adam ilahlığını da ilan etmişti. ama o devirdeki ilahların hemen hepsi alçakgönüllüydü ve hiçbiri "dünyayı ben yarattım!" demiyordu. ama tüccarlar yok mu! hani şu yunanlı tüccarlar! işte bu hergele takımı ne sargon'a ne de ramses'e benzerdi. para hırsları, attıkları kazıklar ve hesapları sayesinde zamanla öyle zengin oldular ki, sikkeleri kadar akılları da som ve saf oldu. işte bu akılla felsefe denilen faaliyetin mucidi oldular. eflatun nam bir feylesof, "bu dünya, fikirler aleminin bir taklididir" dediğinde, fars kralı dara, "nah! asıl fikirler, bu dünyanın bir taklididir" demişti.
yunan milletinin bir kralı bile yoktu ve bu cibilliyetsizler, menfaatlerini kollamak için reislerini rey ile seçerlerdi. zaten reislik onlar tarafından zul ve zahmet addedildiğinden, devlet meseleleriyle uğraşmayana ceza kesilirdi. bu yüzden dara, ordusunu toplayıp öfkeden ağzından köpükler saça saça yunanistan üzerine yürüdü ve taş üstünde taş bırakmadı. ama daha sonra zuhur edecek filip nam bir kral vardı ki bu diğer yunanlılara pek benzemiyordu. bu adamın parada pulda gözü yoktu. anlaşılan o ki, oğlu iskender de kendisi gibi olsun, fetihlerle krallığını genişletsin isterdi. hatta oğlunun istikbali için onun tahsilini de düşünüp aristo nam bir feylesofu iskender'e hoca tuttu. işte bu oğlan daha sonra muhteşem iskender namıyla ordusunu fars diyarına sürecek, bu diyar ahalisinin canına yasin okuyup fars krallığı'nın çırasını yakacaktı. hocası aristo ona, insanoğlu denilen çiğ süt emmiş yaratığın "düşünen hayvan" olduğunu anlatmıştı.
bu sıralarda bir hayvan, bir kurt, romus ve romulus nam rum ikizini emzirmekteydi ki, bunlardan ikincisinin zürriyeti dünyanın anasını ağlatacaktı. roma'yı da zaten ikincisi kurdu. bu şehirde "aman kimse kral olmasın da hürriyetimizi kaybetmeyelim!" diye, "senato" adı altında bir moruklar meclisi bile vardı. gayet haklı olarak o kadar ödlek, o kadar tabansızlardı ki, kendi askerlerinden bile ödleri kopardı. çünkü allah korusun, ordunun paşası şeytana uyar da elindeki askeri kuvvetle roma'yı işgal ederse al sana bir zorba! bu yüzden kendi ordularının roma'ya girmesini yasaklamışlardı. ama günün birinde sezar nam bir paşa, ordusuyla alkışlar arasında roma'ya girdi. herkes onun iktidarı alıp ona buna çatarak zorbalık yapmak istediğini zannetmişti. ama onun amacı iktidarı değil, çocukluğundan kalma gülgoncası'nı almaktı. fakat nerede ve kimde olduğunu bilmiyordu. asker olmasına rağmen sormaya da cesareti yoktu; sadece senatoda moruklar onu bıçaklarken evlatlığı brütüs'e "sende mi brütüs?" diye sorabilmişti.
sezar'ı öldürdükten ve gömdükten sonra harpler ve fetihler devam etti. cümle alem rum mezalimi altında inim inim inliyordu. anlaşılan bu dünya cennet falan değil, cehennemin ta kendisiydi. cennet olmasaydı onu icat etmek gerekecekti. nitekim biri etti ve onu da çarmıha gerdiler. fakat hatırası unutulmayacaktı. o, büyük bir krallığı müjdeliyordu. işte bu kralın tebaası, ölümden sonra cennette yaşayacaktı. işin tuhaf yanı, dünyada kim en çok çile çekerse bu kralın gözdesi olacaktı. rum zulmü, bu dinden olanlar için biçilmiş kaftandı. ancak konstantin nam bir kral, zahmetli bir harbi, rüyasında haç gördüğü için kazandığını zannetti ve bu dini rum diyarının resmi dini ilan etti. fakat fetihlerle akan zenginliğin getirdiği rehavet bir yandan, tokat şakladıktan sonra diğer yanağı çevirme düsturu diğer yandan, rumlar zayıflamıştı. nihayet alarik nam bir barbar roma'yı yağma etti ve odavakar adlı bir diğer barbar da, artık rum kralının bizzat kendisi olduğunu cümle aleme duyurdu.
roma'da rumlardan iz eser kalmamıştı ama bir tek şey dışında: papa! işte bu şahıs rahiplerini saf ve vahşi barbarların arasına saldı. papa'nın adamlarının anlattığı doğruysa barbarları büyük bir tehlike bekliyordu. barbar sormuştu: "nerede bu tehlikeli şey? göster de mahvedeyim onu!" bu sırada kanlı baltasını kaldırmıştı. papa'nın adamı, "işte! tam arkanda!" deyince, barbar arkasını dönmüş ama kimseyi görememişti. bunun üzerine papa'nın adamı olan rahip, "nereye dönersen dön, o her zaman arkandadır. o seni yaratan ilahtır ve şu anda canını almaya hazır! diz çök! af dile! vaftiz ol!" demişti. böylece barbarlar, papa'nın sözünü ettiği varlıktan korkmakta bir sakınca görmediler. varsın böyle bir ilah olsundu. zararı yoktu. böylece barbarlardan ezkaza kral olanların kafalarına, bizzat papa tarafından taç yerleştirildi. ayrıca sevap kazanmak için papa, bu cahillere az buçuk ilim irfan bile öğretti. ama yine de pek vahşiydiler. hele içlerinde bir piç vardı ki, vilyam adını taşıyordu. piç diye alay edilen bu adam, sonunda bismillah deyip ordusuyla britanya'yı fethetti. fespinister kilisesi'nde ingiltere tacını giyip derhal fatih vilyam diye anılmaya başladı.
vilyam'ın zürriyetinden rişar, kahramanlığıyla nam salmıştı. papa ona ve sair krallara, ilahlarının çarmıha gerildiği mukaddes toprakları fethetmeleri için fitil verince, binlerce serseri ve zorba yola revan olmuş; ama papa'nın bu şekilde kıl atmasının neticesi hüsranla sonuçlanmıştı. arslan yürekli rişar gurbetten memleketine dönemeden vefat etti. o cesur biriydi. fakat işe bak ki, ondan sonraki con, epey tıynetsiz çıkmıştı. milletine laf lakırdı dinletemedi. tebaası büyük bir kartona arzuhal yazıp adamcağızın önüne koydu. kral da bu büyük karton'a mührünü basmaya mecbur oldu. papa'nın pompaladığı harp, yine tüccarların işine yaramış, bu taife ziyadesiyle zengin olmuştu. ama bu, birçok kişinin işine geldi.
gel gör ki elalem dünya kadar para kazandıkça adamın birinin ağzının suyu akıyordu. bu zat, para ve sabit bir gelir peşindeydi. az buçuk bilgisi ve yarım aklıyla kraliçe izabella'nın huzuruna çıkan bu adam allem etti kallem etti ve kadıncağızı, kendisine üç sefine vermeye ikna etmeyi başardı. kolomb nam bu zat, sefinelerle hindistan'a varacak ve oranın valisi olacaktı. derken uçsuz bucaksız deryaya yelken açtı ve hakikaten de haftalar sonra karaya vasıl oldu. işte bu yepyeni dünya, altun ve gümüş kaynağıydı.
çok geçmeden sefineler, yüzlerce ton altun ve gümüşü limanlara taşıyorlardı. ama bu madenler ne yenilir ne de içilirdi. bu işler, zevk ü sefa içinde yaşayan krallara ve kişizadelere bırakılmayacak kadar nazikti. böylece hindistan'a ticaret yapacak şirketler kurulmaya başlandı. şark sultanlarının zenginlikleri harplerde kazanılan altun, gümüş, zümrüt, elmas gibi abuk sabuk şeylerden gelirken, hindistan kumpanyası'nın zenginliği pamuk, tütün, baharat, ipek gibi daha mütevazı mallardan oluşuyordu.
para oluk gibi akmakta, hemen herkes zengin olmaktaydı. papa bile endüljansla ihtiyacı olan günahkarlara cennetten parsel parsel arsa satmıştı. ama papazın biri bu koftiyi yutmamış ve papa'nın gazabını celp edecek şekilde, bir beyanname karalayıp bunu mabedinin kapısına çivilemişti. bu yetmiyormuş gibi bir de, ilahlarının sözlerini, kulağı olan işitsin, okuması olan söksün diye kendi lisanına tercüme ederek fitne çıkarmıştı. daha da kötüsü, papa'nın alimleri latince okurlarken, zamane alimler kitapları fırlatıp atmış, rasathanelere, tabiplerin teşrih odalarına ve laboratuvarlara girmeye başlamışlardı. artık kitaplar değil, tabiatın kendisi okunuyordu. bu da elbette küfürdü.
bütün bunlar yetmiyormuş gibi ingiltere kralı, karısını boşamak için kız tarafını tutan papa'yı yok bile saymıştı. ama bu adamın ülkesinden daha sonra, kendi dini hürriyetleri için bir grup hacı, mayısçiçeği adını taşıyan bir sefineyle yeni dünya'ya göç edip orada kendilerine, itikatlarına yaraşır bir hayat kuracaktı. zamanla bu kıtaya daha da fazla muhacir geldi. bunlar rum lisanındaki tabirle birer "kolonus" yani birer çiftçiydiler. yaşadıkları yere de koloni deniyordu.
bu çiftçiler aralarından azalar seçip onları meclise yolluyor; ama mecliste daima, ingiltere kralının valisi söz sahibi oluyordu. üstelik bu adamlar ingiltere'ye dünyanın vergisini veriyorlardı. nihayet vergiler bellerini büktü. şimdi ve burada seçme ve seçilme hakları olduğu halde dağa çıkanlardan farklı olarak bu çiftçilerin, ingiltere meclisinde kendilerini temsil etme hakları yoktu. buna tahammül edemeyip isyan ederek bir bağımsızlık beyannamesi kaleme aldılar. fransa kralı lui'den de yardım görüp galip geldiler.
ama fransa kralı hem bu harp hem de zevcesi mari antuanet'in müsrifliğiyle milletini fakir düşürmüştü. zaten ekmek derdinde olan insanları "ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" sözü galeyana getirmişti. baldırı çıplaklar böylece bastil denilen kaleye yürüdüler ve burayı zapt ettiler. derken bu namussuzlar, kendi krallarının kafasını kesti. demek ki kralların da kafaları kesilebiliyordu. haydi bu bir derece haklı görülebilirdi. ama "ihtilalin alimlere ihtiyacı yok!" dedikten sonra tabiat aliminin kellesini uçuran donsuz serseriye ne demeliydi? derken ortalıkta kan gövdeyi götürmeye başladı. baldırı çıplak ahali birbirlerine, krallarının onlara yaptığından çok daha fazla zulmettiler. çünkü mağlupken mazlum, galipken zalimdiler.
kralın kafasının koparılmasının ardından, ortalıkta sargon'dan ve hatta firavun'dan bile daha zalim bir canavar peyda oluverdi. bu canavar, leviathan, halk yığınlarının ta kendisiydi. asırlardır kendilerinden emilen kanı, bir anda iştahla ondan bundan, hatta birbirlerinden emmek istiyorlardı. ardından napolyon nam bodur bir topçu bu keşmekeşe son verdi. canavarlarını kavmiyetçilikle ta rusya'ya sürüp telef etti. kleopatra'nın burnu iki santim kısa, topçunun da boyu on santim uzun olsaydı tarihin akışı değişirdi.
derken iştirakiler payitahtta barikatlar kurdular. kendilerinin köle olduklarını da söylüyorlardı. oysa cemahir-i müttehide'deki köleliğe son vermek için çıkan dahili harpte ölen beyazların sayısı neredeyse orada bulunan zenci kölelerin sayısına eşitti. öte yandan karl nam bir germen, "kral değil köleyim" diye bağırıp haysiyet kazanan amelelere dünya cenneti vaat edince çılgına döndüler. bu germen, onlara imalattan gelen kudretlerini kullanmalarını tembih ediyordu. oysa kitleler üretimden çok yıkıma yarıyordu. şehirlerin sokaklarına barikatlar kurup iştiraki bir hayat için muharebe ettiler. medeniyet adına ne varsa, silmesinin bizzat kendilerinin mamulü olduğunu, dolayısıyla başka hiçbir şahsın bu kalemler üzerinde hak iddia edemeyeceğini söylüyorlardı.
evet! kitleler baruttan sonra keşfedilen en ölümcül silahtı. onları artık krallar değil, halk avcıları kullanabilirdi. çünkü kitleler dalkavukları severlerdi. tek iken sefil, zavallı ve haksız, bir araya geldiklerinde ise şerefli, kuvvetli ve haklı oluyorlardı. bu, on pezevengin bir araya gelince bir aziz etmeleri kadar akla havsalaya sığmaz bir şeydi. derken büyük harp çıktı da biraz susar gibi oldular. yine ölen de öldüren de onlardı. ama şimalde bir memlekette çar'ın da çariçe'nin de çocuklarının da çırasını yaktılar. ardından kıtlıktan milyonlarca insanın vefatına yol açtılar. şahlanan bu canavarı dizginlemenin bir yolu olmalıydı. işte vaktiyle onlara ölümden sonra da olsa bir cennet vaat eden ilahlarının gerildiği haç, kırıldı ve bu kez gamalı olarak onları tekrar şahlandırdı. "hayl hitler!" diye bağırıyorlardı. sene 1934 idi.