29.06.2015
uzun lafın kısası
bertrand russell: yurtseverlik, çağımızın başlıca belasıdır ve eğer yumuşatılamazsa uygarlığı sona erdirecektir.
jeannette walls: bir vatan hainiyle bir vatansever arasındaki tek fark bakış açısıdır.
chuck palahniuk: hayatım değersiz ve sıkıcı olabilir ama en azından benim hayatım; fabrikada üretilmiş, ikinci el, kalitesiz bir hayat değil.
mehmet eroğlu: yalnızlık, insanı iyi ya da kötü biri olma derdinden kurtarır.
alfred döblin: iki insanın seks yaşamını bir sözleşme ile yoluna koymak ve böylece karı koca arasındaki görevleri kanunun şart koştuğu bir buyruğa bağlamak, akla gelebilen en iğrenç ve aşağılayıcı kölelikten başka bir şey değildir.
meister eckhart: her şeyi almak isteyen biri her şeyden feragat etmelidir.
andre maurois: iyi kitapların okunması tıpkı ispanyol hanları ve aşk gibidir: bu kitaplarda, kendinden ne getirmişse ancak onu bulur insan.
oscar wilde: hepimiz çukurun dibindeyiz ama bazılarımız yıldızlara bakmakta.
sait faik: söz vermiştim kendi kendime; yazı bile yazmayacaktım. yapamadım. koştum tütüncüye kalem kağıt aldım. oturdum. kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. yazmasam deli olacaktım.
tacitus: güvenlik arzusu her muhteşem ve asil girişimin karşısına dikilir.
william s. burroughs: oğlum, asla bir din adamına ya da polis memuruna kulak asma. tek sahip oldukları şey, bok çukurunun anahtarıdır.
kağnı
bir tarla meselesi yüzünden savrukların hüseyin, arkbaşında sarı mehmedi vurdu.
otuz evli köy birbirine girdi. şaşırdılar. herkes korku içinde candarmaların gelmesini bekliyordu. halbuki karakol buraya altı saat uzakta idi; köyden kimse cinayet haberini götürmedikçe on beş gün bile uğramazlardı. bu, köylünün aklına en geç geldi; ondan sonra köyün ihtiyarları kahvede hüseyin'in babası mevlüt ağa'nın etrafına toplandılar. sarı mehmedin bir tek ihtiyar anasından gayrı kimsesi yoktu. onu karşılarına aldılar; davacı olmaması için kendisine nasihat etmeye başladılar. imam:
"ülen kocakarı" diyordu. "dava edersen ne kazanacaksın? kim gider de mevlüt ağanın oğlu adam vurdu diye şahitlik eder? etse bile ayda bir iki defa kasabaya gidip her seferde dört beş gününü gavur edersen tarlanı kim eker, işine kim bakar? kasaba iki günlük yol, gidersin, şahitlerin gelmedi, haftaya uğra derler, mahkemen talik olur. sen gününü şaşırıp gidemezsin, candarma seni alır götürür, gayrı kendin istesen bile yakanı sıyıramazsın, evin barkın yıkılır. işte bir kazadır oldu. cenabıhak böyle istemiş, allahın emrine mahkeme ile mi karşı koyacaksın? ne yapsan oğlun geri gelmez. gel bu işi kapatalım. sarı mehmedin sana zaten bir faydası yoktu ki, düğünde seyranda gezer, sattığın iki şinik ekinin parasını avratlara yedirirdi. bak mevlüt ağa bundan sonra seni hep kollayacağını söylüyor. ne dersin?
bütün bu sözleri oturduğu yerde başını sallayarak dinleyen ve çapaklı, ağlamaktan kızarmış gözlerini, budaklı bir dala benzeyen iri mafsallı, çatlak derili elleriyle silen kocakarı, imam lafını bitirdikten sonra da hep aynı şekilde sallanmakta devam ediyordu. bir demet kuru ot gibi, başındaki yamalı ve kirli örtünün altından fırlayan kınası solmuş kır saçlarını yüzünden ve ıslak yanaklarından çekti. anlaşılmaz şeyler mırıldandı.
orada oturanlardan birkaçı daha kocakarının karşısına geçip çömelerek yarı kandırır, yarı tehdit eder şekilde uzun uzun söylendiler: "öyle değil mi, ha? diyiversene, ha! aklın yattı mı? diyiversene!" diye diller döktüler.
bu sırada ölü dışarıda, kahvenin bahçesindeki peykede bir hasırın üstünde yatıyordu. üstüne eski ve pis bir keçe örtmüşlerdi. başucunda iki üç sinek dolaşıyor, vınlıyordu. biraz ötede, güneşten gözlerini kırpıştıran bir sürü ufak çocuk, ellerinde boylarından büyük değneklerle ve hiç seslerini çıkarmadan bu üstü örtülü ölünün, keçenin alt ucundan fırlayan ayaklarına bakıyorlardı. tabanları ve topuğu tamamen delik kalın bir yün çorabın içinde donuk bir sarılık alan bu hareketsiz ayaklar ve bunların üzerinde uçan ve kalkıp inerken güneşe rastlayınca yemyeşil parlayan sinekler onları eğlendiriyordu. ara sıra içlerinden biri uzaklardan kendisini çağıran anasının sesine koşuyor, biraz sonra yine koşup gelerek eski yerini ve kımıldamayan tavrını alıyordu.
kahvedekiler yavaş yavaş çıktılar. kocakarı oğlunun başucuna gidip oturdu. bir eliyle sinekleri kovmaya, öteki eliyle ihtiyarlıktan ve hastalıktan bir nohut kadar ufalmış olan gözlerini silmeye başladı. bir hastanın başını bekliyor gibiydi. elini ağır ağır sallayarak sinekleri kovalıyordu. bir ihtiyar, kısık sesiyle bağırarak çocukları evlerine gönderdi. diğerleri de yavaş yavaş dağıldılar. birkaç delikanlı cenazeyi alıp evine götürdüler. akşama doğru her şey eski haline gelmişti. sanki uzun bir hastalıktan sonra eceliyle ölmüş kadar sükunetle ölü yıkandı ve gömüldü. mevlüt ağa ezandan evvel sarı mehmedin anasına iki tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kesekağıdı şeker yolladı.
bir ay kadar sonra idi, köye iki süvari candarma geldi. kahvenin önünde indiler. bunları görünce muhtarın yüreği "hop" dedi; çünkü bunlar karakolun candarmaları değildi, herhalde vilayetten geliyorlardı. candarmaların biri kahvede hemen kağıt kalem çıkardı, muhtardan başlayarak herkesin ifadelerini almaya koyuldu. öbür candarma köyün meydanında aşağı yukarı dolaşıyordu.
mesele derhal köye yayıldı. savrukların hüseyin'le kavgalı olan ve kasabada pabuççuluk yapan garip mehmet, köylülerden duyduğu cinayet işini hemen hükümete bildirmişti. müddeiumumi evvela kendisi doktoru da alıp gelecekti. sonra ağustosun bu sıcağında at üstünde günlerce yolculuğu pek gözüne kestiremedi; işi tahkik etmelerini söyleyerek açıkgöz iki candarma yolladı. doktor, daha ihtiyatlı bulunmak için, eğer bir cinayet varsa cesedi çıkarıp kasabaya getirmelerini candarmalara sıkı sıkı tembih etti.
sarı mehmedin anası ifadesinde hiçbir şey söylemedi. yalnız, "ben kimseden davacı değilim" dedi. "oğlun eceliyle mi öldü, vuruldu mu?" sorgusuna bile aynı cümle ile mukabele ediyordu. oğlunun acısı daha içinden çıkmamıştı; fakat hükümet kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden çok daha korkunç geliyordu. otuz sene evvel bir kere kasabanın pazarında köylülerden biri bir torba bulgur çaldırmış ve bunu şahit göstermişti. o zaman tam altı ay mahkemeye gidip geldiğini ve tarlaların yüzüstü kaldığını düşünüyordu. halbuki o zaman daha gençti de.
sonra mehmet geri gelecek değildi, mevlüt ağayı düşman etmekten de hayır çıkmazdı; sonra köyde açlıktan ölürdü. onun için hep inkar etti.
ikindiüstü candarmalar mezarlığa gidip köylülerle mehmedin ölüsünü mezardan çıkarttılar. ancak yarım metre kadar toprağın altında olan ceset, şiddetle taaffün ediyordu. herkes beş on adım geri çekildi. candarmalar mehmedin anasını çağırarak "koş bakalım kağnıyı! oğlunu kasabaya götüreceksin. doktor muayene edecek!" dediler.
kadın, "yavrumu mezarında bile rahat komadılar!" diye iki yanını dövüyor ve bütün anadolu kadınları gibi ses çıkarmadan ve pek az hıçkırarak ve çömelerek ağlıyordu. mütemadiyen sallanmakta ve çatlak, kuru yumruklarını ağzına ve gözlerine götürmekte idi. candarmanın biri ayağıyla hafifçe arkasından dokundu, "kalk bakalım!" dedi.
kadın kağnısını koştu, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça olmuş bir yorgana sardı, eski bir şilteyi kağnıya serdi, ölüyü onun üzerine yatırarak hepsini birden bağladı. bunları yaparken ikide birde duruyor ve bir müddet ağlayıp kendi kendine söylendikten sonra tekrar başlıyordu. gece olduktan sonra yalnızca yola düzüldü. candarmalar daha evvel muhtarı, imamı, savrukların hüseyini birbirine bağlayarak önlerine katmışlar ve yollanmışlardı.
ihtiyar kadın, iki sıska ve küçük, birer eşek kadar küçük öküzün çektiği kağnının arkasında çıplak ayakları taşlara takılarak; elinde değnek, ağlamaktan kısılmış sesiyle öküzlere bağırmaya çalışarak yürüyordu. yaz gecelerinin parlak ay ışığı altında çakalların sesini bastıran bir gıcırtı ile ağır ağır ilerleyen bu kağnı, hiç de bir ölü taşıra benzemiyordu: öküzler sırtlarına vuran aydınlık altında canlı ve gürbüz; yamalı yorgan ve köhne kağnı fevkalade kıymetli bir madenden yapılmış gibi güzel ve yeni görünüyorlardı. kadının gölgesi, elindeki değnekle beraber, beyaz taşların, çalıların üzerinden atlayarak metrelerce uzanıyor, rakseder gibi sıçrıyordu.
halbuki altmışlık kadın, kağnıdan yayılan ağır koku ile sersemlemiş, sendeleye sendeleye yürüyor, bazen birdenbire hızlanan öküzlerin yanında gitmeye çabalıyordu. yavaş yavaş ayakları sürüklenmeye, ağlamaktan, içine akıta akıta ağlamaktan daralan göğsü nefes alamamaya başladı.
kağnının kenarına tutunarak biraz daha yürüdü. ayakları birbirine dolaşıyordu. öküzlere "oooha" diye bağırmak istedi, sesi boğazından çıkmadı; elleri kağnıdan kurtuldu, yere yuvarlandı, tozların içinde tekrar ayağa kalkarak koştu. karşıdan doğru yeni çıkan serin bir rüzgar üç etekli entarisini ve şalvarının paçalarını uçuruyor, yırtık yazma başörtüsünü siyah bir bayrak gibi dalgalandırıyordu. kağnıya yetişemeden tekrar düştü, yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömüldü.
kağnı, taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa fırlatarak ve yükselip alçalan uzun, yanık gıcırtılar çıkararak ve ay ışığının altında ve gecenin sessizliği içinde arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak, ağır ağır kendi bildiğine ilerliyordu.
27.06.2015
dexter
benim eserimin mesajı, ürünün kendisinde değil sunumundadır.
dün gece bana konuşmamız gerektiğini söyledi. bundan asla hayırlı bir şey çıkmaz.
geçmişine takılıp kalan biri hiç olmadım. geçmişin bir sır olarak kalmasından hoşnuttum. hiçbir ayrıntı yok. sadece gelip geçen bulanık imgeler.
duygularım olsaydı bunu hissetmek zorunda kalırdım.
aşk zahmetli olabilir hatta uygunsuz da olabilir, tehlikeli de. yapmayı hayal bile etmediğimiz şeyleri yaptırır bize. ama yanlış mıdır? bu, sonumuzun nasıl olduğuna göre değişir.
ya tanıdığın olacak ya da güzel yağ çekmesini bileceksin.
öldürmek bir amaca hizmet etmeli. yoksa düpedüz cinayet olur.
hayatım boyunca başkasının ne yapmam gerektiğini söylemesini dinledim, onun olmam gerektiğini söylediği kişi oldum. onun kurallarını izledim. planına sadık kaldım. hiçbir zaman durup da ne istediğimi ya da neye ihtiyacım olduğunu düşünmedim. ve şimdi kim olmam gerektiğini bilmiyorum.
gerçek, benimle huzur verici bir yerden konuşur.
"bir adamı öldür, bir katilsin. binleri öldür, bir fatihsin. hepsini öldür, bir tanrısın."
korku ve aşktan daha güçlü bir insani duygu yoktur. birçok açıdan pek farkları yoktur. ikisi de insana akıl almaz şeyler yaptırabilir. kardeşine, ona aşık olduğunu söyletir, sevdiğin kişiyi senden alan adamı öldürmek için hayatını riske attırır. veya ödünüzü kopartan bir şey yaptırır.
25.06.2015
bir facianın hikâyesi
ideolojiler yol gösteren birer harita değil, idrake giydirilen deli gömlekleridir.
ülkemizde sağ, ön yargıların kalın duvarları arkasında hep aynı teraneleri tekrarlar.
feminizm, eskiden hayatını evinde kazanan kadınlara pazarlarda iş bulma davasıdır.
stendhal ne demiş: "korku içinde olan toplumları, kıt zekâlı, gözü dönmüş kimseler yönetir."
proudhon aydınlığa koşan her insan için değerli bir kılavuzdur.
isyan, insanoğlunun haysiyetidir.
coğrafya bilgini reclus'a göre, "gerçek insan yalnız anarşisttir, kendi başlarına ayakta duramayan bütün o gevşek ve tabansız varlıklar karşısında değerinin farkında olan tek insan.
anarşizm, hürriyet aşkıdır; insanın asaletine ve yüceliğine inanıştır. tek kusuru hiçbir zaman gerçekleşmemiş ve gerçekleşemeyecek olması.
tony burton doğru söylüyor: "hastayı tedavi etmenin tek yolu, derdini anlamaktır."
samimiyet hiçbir ülkede doğuda olduğu kadar saygısızlığı körüklemez. hiçbir ülkede sükût bilgelik alameti sayılamaz.
bir işletmeye giren herkes ruhunu vestiyere bırakıyor. insanın gerçekten insan olduğu bir medeniyet sona ermiştir artık. emeğin mahiyeti değişmiştir. değerin biricik temeli, biricik ölçüsü: servet. tek mertebeler dizisi var: gelire ve sermayeye dayanan hiyerarşi. değer adına ne varsa büyüsünü kaybetti. daha doğrusu, tek hikmet-i vücudu kaldı: para kazanmak. malı mülkü olmayan hiçtir. aydın, hatırı sayılır geliri varsa itibar görür.
hırsızlarla dolu bir panayırdayız. bezirgânlar mallarını sürmek için sesleri çıktığı kadar bağırıyorlar. tam bir yaygara. oysa medeniyet üslûp demektir.
insanlar bir rüyadan uyanmışcasına, düşman bir zemin üzerinde kendilerini yapayalnız bulmaktadırlar. tanrı, yoldaşları değildi artık. hayat, tanrısallığını kaybetmiştir.
filozofların çoğu yarı yolda kalır. onlara göre, tek başına fertte insanın bütünü vardır. insan, iyiliğe de yönelebilir kötülüğe de. sosyal düzen, fert faaliyetlerinin normal dengesinden doğar. ferdi bozan ve ruhuna şer tohumları saçan, toplumun kendisi yani sosyal münasebetlerdir. çünkü müesseseler bozuktur. toplumun etkisini ortadan kaldırdık mı insan doğuştaki iyiliğine kavuşur.
sonsuz gül
daniel
daniel hüzünlü bir adamdı. hüzünlü ve yalnız. iki yıl birlikte yaşadık ve bu iki yıl boyunca cesaretinin kırıldığı, en ufak bir kuşkuya düştüğü bir an bile olmadı. bunun bir tek görünüşte böyle olduğunu sanmayın; bu dinginlik kendi doğasının dışavurumuydu. az önce hüzünlü olduğunu söylemiştim. tam uygun düşen söz bu değildi aslında. hüzünlü değildi. şurası kesin ki, şen değildi. bahçedeki demir kapıyı geçer geçmez neşe denilen şeyin bir anlamı kalmazdı. o zaman hüzün diye bir şey de olmaz, değil mi? nasıl anlatsam, bilmem ki.. sıkıcı mı? bu da doğru değil. o bana herhangi bir şey açıklarken dinlemeyi severdim. yok, daniel'le birlikte yaşamayı katlanılmaz yapan şey, kesinlikle yalnız olduğunu hissetmekti. yalnızdı ve bundan acı çekmiyordu. evlilik için yaratılmamıştı, aslında hiçbir türden bağlılık için yaratılmamıştı. arkadaşı yoktu. fakülte'de öğrencileri heyecanla izliyordu derslerini ama o, öğrencilerinin yüzlerini bile ayırt edemezdi. niye evlenmişti ki benimle? ben, çok gençtim, benden yaşça büyük bu adama bir tür hayranlık besliyordum; etraftaki herkes hayrandı ona. beni amcam büyüttü, daniel de zaman zaman akşam yemeğine gelirdi amcama.
daniel'in en ufak hareketinin bile bir nedeni vardı hep. hemen o anda farkına varılmasa da, daha sonraları bir nedeni olduğu; kesin, uzun boylu düşünülüp tartılmış, sorunun hiçbir yanını karanlıkta bırakmayan bir neden olduğu görülürdü. peşinen düşünmeden hiçbir şey yapmazdı daniel, verdiği kararlar da akla uygundu hep; verdiği kararın temyizi de yoktu üstelik. hayalden yoksundu, diyebilirsiniz; ama öyle böyle değil. doğrusu, ona yakıştırdığım suçlamaların hepsi de birer nitelik aslında: düşünmeden asla harekete geçmemek, asla düşüncesini değiştirmemek, asla yanılmamak.
evliliği elbette ki bir hataydı. insanlarla ilişki kurduğunda hata yapabiliyordu. hatta bundan başka bir şey yapmadığı da söylenebilirdi, bir tek hata yapardı. ama önünde sonunda gene de o haklı çıkardı: hatası ise, herkesi kendi kadar aklı başında sanmaktı.
anlaşılamamış olmak ona acı veriyordu belki de. ne tür biri olduğunu bilemezsiniz. kesinlikle sarsılmaz biriydi. haklı olduğunu biliyordu, bu da yetiyordu ona. başkaları gelip geçici hayaller, heveslerle eğleşiyorlarsa, kendileri bilirler.
ayrıldıktan sonra pek çok kez görüştük, hiç değişmemişti. yaptıklarından, çalışmalarından, yaşamından, hala görüştüğü tek tük kişilerden söz ederdi bana. kendine göre mutluydu; ne olursa olsun, kendi canına kıyma düşüncesinden fersah fersah uzaktaydı; sağır yaşlı kadın kahyası ve kitapları arasında sürdürdüğü keşiş yaşamından son derece hoşnuttu. kitapları, çalışmaları.. bir tek bunun için yaşıyordu! evi gayet iyi biliyorsunuz; karanlık, sessiz, her yanı halılarla kaplı, kimsenin dokunamayacağı modası geçmiş süslemelerle dolu. insan daha içeri adım atar atmaz, şaka yapma, gülme, şarkı söyleme isteğini alıp bir kenara fırlatan bir boğulma duygusuna kapılıyor, bir rahatsızlık hissediyordu. yirmi yaşındaydım. daniel son derece rahat görünüyordu, başkalarının rahatsız olabileceğini düşünemiyordu bile. çalışma odasından pek çıkmazdı zaten, kimsenin de rahatsız etmeye hakkı yoktu onu. evliliğimizin başlarında bile, bir tek ders vermek için, o da haftada üç defa çıkardı çalışma odasından; eve döner dönmez de hemen kapanırdı gene; gecenin bir bölümünü de orada geçirdiği çok olurdu. bir tek yemek saatlerinde görüyordum onu, hep tam öğlen ve tam saat yedide iniyordu yemek odasına.
az önce, öldüğünü söylediğinizde tuhaf bir etkisi oldu bu haberin. nasıl anlatsam bilmem ki.. daniel'ın yaşıyor ya da ölü olması arasında ne fark vardı ki? zaten o kadar uzaktı ki yaşamaktan. zayıf bir kişiliği ya da karakteri olmasından ileri gelmiyordu bu. yaşayan biri olmamıştı ki hiç.
bunny munro'nun ölümü
kendini iyi hissetmemenin en kötü yanı düzeleceğinden emin olamamaktır.
bunny şişko bir zenciyle sıska bir beyaz hakkındaki hapiste geçen o fıkrayı anlatır. şişko zenci sıska beyaza sorar: "bu gece kim olmak istersin? anne mi, baba mı?" sıska beyaz "baba olayım." der. bunun üzerine şişko olan der ki. "o zaman gel de annenin sikini yala."
iyi insan olmak kolay değil bu dünyada.
rivayete göre mylene huq'ın kocası, yarı yaşında bir kızla kaçmış ve mylene huq o zamandan beri intikam sikişlerine sarmıştı. durum yerel sikicilere sızmıştı ve iş işten geçmeden herkes pastadan bir dilim kapmaya çabalıyordu. bu gibi imkanlar genellikle kısa ömürlü olur ve her zaman gözyaşlarıyla son bulurdu; fakat bu hatunların kendilerine özgü adalet anlayışlarıyla yatakta havai fişek gibi patladıkları da yadsınamazdı.
sevgi yapıştırıcıların kralıdır. dünyanın kalbinin atmasını sağlar.
guguk kuşu
işini zorlaştırmak isteyen insanları sinirlendirmenin en iyi yolu rahatsız olmuyormuş gibi davranmaktır.
bu, zeki bir kumarbaz için altın kuraldır: bir süre köşede dur ve oyunu izle.
hiç, bir kavgada taşaklarına tekme yedin mi? bundan daha kötü bir şey yoktur. seni hasta eder, sahip olduğun bütün gücü tüketir. bir kavgada karşındaki adam, kendini güçlendirmek yerine seni güçsüzleştirmek istiyorsa dizine bak, en can alıcı yerden vuracak demektir.
yönetimdeki piçler seni alt eder. karşı koyamazsın. tek yapılacak şey, her şeyi boktan dünyanın suratına kusmaktır, hepsini.
erkekler modern anaerkilliğin hengamesine karşı yalnız bir tek gerçekten etkili silaha sahiptir; o da kesinlikle kahkaha değil. bir tek silah ve her geçen yıl, bu belden aşağı motivasyonlarla araştırılan toplumda, hep daha fazla insan o silahı etkisiz kılma yollarını buluyor ve şimdiye kadar fatih olanları fethediyor.
bir şey yolundan çıktı mı, en çabuk şekilde düzeltecek olan en iyi yoldur.
o bizim "manipülatör" dediklerimizden; herkesi ve her şeyi kendi çıkarına kullanacak bir adam. ne gibi bir çıkarı olabilir peki? rahat ve kolay bir yaşam, örneğin, güçlü olma duygusu ve saygı görmek belki; para- belki hepsi. bazen bir manipülatörün çıkarı sırf düzeni bozmak olsun diye düzeni bozmaktır.
eğer insan kontrolü elinden kaçırırsa ya başkalarının kendisini yönlendirdiğini yapar ya da başkalarının zorlamasına tepki olarak burnunun dikine gider ve zararına işler yapar.
bir seçim yapmalısın: ya ne kadar acı verici olursa olsun kendini sıkıp siste önünde beliren şeylere bakacaksın ya da kendini rahat bırakıp kaybolacaksın.
23.06.2015
hannibal
affetmek, o kadar yoğun ve hem bilinçli hem de bilinçsiz gerçekleşen bir durum ki insan bunu yapmayı aslında seçemiyor; öylece oluveriyor.
öfke, kışkırtılmaya verilen duygusal bir cevaptır.
delilik, modern dünya için bir ilaç olabilir. ölçülü bir şekilde ele alırsan yararlı bir şeydir. fazla kaçırırsan talihsiz yan etkileri olabilir.
trajik olan ölüm değil, ziyan olmaktır.
kelimeler canlıdır. kişilik sahibidirler; bakış açıları, anlatmak istedikleri vardır. kelimeler kitle avcılarıdır.
bazen yapabildiğimiz tek şey izlemektir.
akıl hastalığından daha tecrit edici bir şey yoktur.
her hayat müziğin bir parçasıdır. müzik gibi biz de sonlu olaylardan, özgün düzenlemelerden ibaretiz. bazen armonik, bazen ahenksiz. bazen tekrar duyulmaya değmeyen.
köpekler, bir insanın tutamayacağı sözü tutarlar.
herkesin birini öldürmeyle ilgili düşüncesi vardır.
aile sürtüşmeleri genelde kişilik gelişimi için katalizör görevindedir. tüm niyet ve sorumluluk ilk doğan çocuğa yüklenir. onları gelecekteki başarıları için hazırlarlar. sorun ortanca kardeşlerde. ortanca kardeşler daha etkili bir konumdalar. çünkü sürekli nereye ait olduklarını çözmeye çalışırlar. harika bir politikacı olabilirler. ya da alçak bir politikacı.
20.06.2015
gerçeğin yazgısı
"efendim, dedim, üstada. tecrübelerinizden yararlanmaya geldim. tarih yazacağım diye kendimi helak ediyorum, gayretlerim hiçbir işe yaramıyor."
omuzlarını silkerek yanıt verdi:
"ne lüzumsuz endişe efendiciğim, ne lüzumsuz endişe. neden tarih yazmaya kalkışıyorsunuz? en meşhur tarihleri kopya edersiniz, olur biter. usul öyle değil mi? yeni bir görüşünüz, orijinal bir düşünceniz mi var? insanları ve olayları beklenmedik taraflarıyla mı anlatacaksınız? sakın ha. okuyucuyu tedirgin edersiniz. okuyucu tedirgin olmaktan hazzetmez. tarihte aradığı, ezelden beri bildiği saçmalıklardır. onu aydınlatmaya kalkmak, gururunu incitmek ve öfkelendirmektir. sakın ha! böyle bir kendini bilmezliğe yeltendiniz mi çığlığı basacaktır: "kutsallarımızı ayaklar altına alıyor." tarihçiler, birbirlerini kopya ederler. böylece hem çalışıp yorulmaktan kurtulur; hem de küstahlık ithamından azat olurlar. onlar gibi yapın efendim, onlar gibi yapın. orijinal olmayın! orijinal bir tarihçi, cümle alemin güvensizliğine, küçümseyişine ve nefretine maruz kalır."
ilave etti: "kuzum, sanıyor musunuz ki tarihlerine yeni düşünceler, yeni görüşler sokuştursaydım bu kadar saygıya layık görülürdüm! sonra bu yeni fikir de ne oluyor? terbiyesizlik."
ayağa kalktı. gösterdiği nezakete teşekkür ederek kapıya doğru yürüdüm.
18.06.2015
kürt sorunu
kürtler, türkiye'nin doğu ve güneydoğusunda yaşayan ve bu bölgelerde çoğunlukta olan bir halktır. isa'dan önceye çıkan bir tarihi, ayrı bir dili ve özgün bir kültürü vardır bu halkın. "önasya'da yaşayan türk asıllı bir kavim" ya da "dağlı türk" gibi kimi iddialara karşın, türk de değildirler; türklerin kürt olmadığı gibi.
anadolu'nun o eşsiz mozayiğinde onu daha da göz alıcı kılan apayrı bir renktir bu halk; onlarsız anadolu solgun bir çiçeğe döner. bu dürüst, bu yiğit ve mert halk türk değil, doğru; ama biz türkler, en karanlık günlerimizde yanıbaşımızda görmüşüzdür onları: ulusal bağımsızlık savaşımızda, türk ahmet'in yanında kürt mehmet de dirsek dirseğe savaşmıştır. öyle olmuştur; çünkü bizler kadar onlar da aynı bağımsızlık ruhu ile canlı idiler; bu savaş onların da savaşıydı aynı zamanda.
kürtler, bağımsızlık nedir bilen insanlardır.
bütün bunlara karşın ne olmuştur tavrımız onlara?
bugüne değin tüm siyasal iktidarlar kürtlere karşı ikiyüzlü bir politika izlemiş; kürtlerin varlığı resmi planda yadsınırken uygulamada tam tersi bir yol tutulmuştur. gerçekten, bir yandan "kürt yok türk vardır" edebiyatı sürdürülürken öte yandan doğu'da yaşayan yurttaşlar ulusal bütünlüğe karşı ve toplum dışı bir konumda gösterilmiş ve onlara kuşku ile bakılmıştır. bu tutum, ırkçı ve bölücü politikalara haklılık sağlayan; bölgeye yönelik iktisadi, askeri, kültürel, eğitim ve güvenliğe değin bütün politikalara damgasını vuran bir bakış açısına, sürekli toplumsal bir değer yargısına yol açmıştır.
örnekler verelim:
a) anayasa başta olmak üzere, tüm kanunlar, genel bir nitelik de taşısalar, doğu'da türkiye genelinden ayrı biçimde yorumlanır ve uygulanır.
b) doğu'da temel yurttaşlık haklarının özgürce kullanılması yalnız toprak ağalarına özgüdür; geniş köylü yığınlarının bu haklardan yararlanma özgürlüğü yoktur.
c) doğu'da kişisel sorumluluk kavramına itibar edilmez: basit bir zabıta olayında, sanık ve kaçak izlenmesinde bütün bir köy ya da kasaba halkının, çoluk çocuk ve genç-yaşlı ayrımı yapılmadan, günlerce karakollarda işkence görmesi doğal bir güvenlik uygulaması sayılmaktadır.
d) izleme, kovuşturma ve soruşturmalarda sanıkların "ölü olarak ele geçirilmesi" ya da "kaçarken vurulmuş olması" hemen hemen yalnızca doğu'da rastlanan olaylardır.
e) resmi güvenlik güçleri dışında, aşiretler arası düşmanlıklara dayanarak "köy koruculuğu" adı altında silahlı milislerle güvenliği sağlama uygulaması da yalnızca doğu'da vardır.
f) doğu'da bir toplantı ya da gösteri yapma girişimi her zaman kuşkuyla karşılanır; düzenleyiciler fişlenerek sürekli baskı altında tutulurlar.
g) bütün siyasal iktidarlar, devlet gücünü toprak ağalarının hizmetine sunarak, köklü bir toprak reformunun yapılmasına karşı çıkarak, köylü yığınlarını ezmeyi ve baskı altında tutmayı, bölgeye özgü bir yönetim biçimi olarak benimsemişlerdir.
h) doğu'da çocuğuna istediği adı veremeyen yurttaş, doğal soyadını da kullanamaz; daha önce yazdırılmış olan kürtçe adlar da, özellikle son yıllarda mahkeme kararıyla değiştirilmektedir.
i) doğu'daki tüm kasaba, köy ve mezraların tarih içinde oluşan adları değiştirilmiştir. bu resmi adlarla, özel ilişkilerde yerel olarak kullanılan adlar karmaşası, milyonlarca köylüyü adli ve idari konularda içinden çıkılmaz bir konuma sokmuştur.
j) ekonomik açıdan doğu, zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına karşın, türkiye'nin "mahrumiyet bölgesi" olarak bırakılmıştır. doğu'daki yurttaşlarımızın kendi dilleri ile özgürce konuşmaları, yazı yazmaları ve yayın yapmaları da yasaktır.
şimdi söyler misiniz: kimdir bölücü?
16.06.2015
türkçülük
yazının gücüne değil, kılıcın gücüne inananlar, yazıya kulak asmazlar; ta ki günün birinde yazının gücünün, kılıcın gücünden daha kuvvetli olduğunu gözleriyle görünceye, deneyleriyle yaşayıncaya kadar.
şehzadebaşı'ndaki o gün, uzak bir yerden gelen ve iyi türkçe bile bilmeyen ismail gansperenski, konferansında sürekli türk ve türkçülükten söz etti. zorla anladığımız o kötü türkçesiyle, her sözünün başında "türk ve gayri türk" deyimini kullandı. konferansın bitiminde sadece şunu anladık: osmanlı toprakları üzerinde sadece türkler yaşar, herkes türktür ve türk olmak zorundadır. soran kürtlerinin deyimiyle işkembeden atıyordu. onu dinlemeye gelenlerin hemen hiçbiri türk değildi ve salonda türk asıllı olanlar ancak parmakla gösterilebilecek kadardı. ben ve arkadaşlarım altı kişiydik. iki kürt, bir çerkez, bir arnavut, bir gürcü, bir de rum. evet biz osmanlıydık; ancak türk değil. o işkembeden laflar, evet o laflar osmanlı imparatorluğu'nun parçalanmasına neden oldu. acılara, ayrılıklara, inlemelere, kine, nefrete, ölüme ve öldürmeye, katliamlara neden oldu. ülkenin harap bir köye dönüşmesine sebep oldu. bu laflar yüzünden ülkenin yolları insan cesetleriyle doldu, virane yerler kurda kuşa kaldı.
ittihat ve terakki iktidardaydı. sultan reşat, ellerinde bir oyuncağa dönüşmüş, istedikleri her şeyi sultan'a kabul ettiriyorlardı. ittihatçıların çoğunluğu askerdi. savaşın içinde yetişmişlerdi, elleri kanlı, beyinleri suçluydu. hayalperesttiler. türk, türkçülük şiarları, bütün asya'yı istila etmek, osmanlı'nın diğer milletlerini yok etmek, içlerinde taşıdıkları vazgeçilmez bir istekti. kılıç konuştukları dil, tabanca yanlarından ayırmadıkları vazgeçilmez bir aksesuardı. onlardan olmayan, onların dışında kalan herkes, onların düşmanıydı. herkes türk olmak, sadece türk olmak değil, türkçü olmak zorundaydı. islamiyet, osmanlılık, osmanlı halklarının kardeşliği.. her şey kaybolmuştu. baskıcı bir siyasetin ve topun tüfeğin hükmü vardı. kin ve nefret tohumları, ölüm ve öldürme tohumları her yerde ekiliyordu.
6 nisan 1909'da serbesti gazetesinin başyazarı hasan fehmi, ittihatçıların kurşunlarına hedef oldu. bir ittihatçı zabit karşı yönden geldi ve tabancasını göğsüne boşalttı. serbesti gazetesi uygar bir çizgi izleyen, avrupalıların deyimiyle liberal bir gazeteydi. ancak ittihatçılar kendilerinden başka kimseyi sevmiyorlardı, kimseyi istemiyorlardı. hasan fehmi'nin göğsüne ve kafasına sıkılan kurşunlar, aslında osmanlı devletinin kafasına sıkılmıştı. bu cinayetle devlet de hasan fehmi gibi dizlerinin üstüne düştü. bu cinayet, arkasından başka cinayetler getirdi.
bir ekim günü ittihatçılar, ellerinde silahlarıyla, gündüz vakti hükümet konağına girip öğleden sonra saat 2.45'te harbiye nazırı nazım paşa'yı, yine tabancayla öldürdüler. nazım paşa'dan başka iki devlet görevlisini de öldüren ittihatçılar, bir darbe ile yine hükümete el koydular.
1915'te ermeni katliamı yapıldı. yüz binlerce ermeni yaşlı genç, çoluk çocuk, kadın erkek ittihatçıların planlarıyla katledildi. hem de alçakça, kalleşçe. ittihatçılar hırsız, çapulcu, katil ve cahillerden "teşkilat-ı mahsusa" adı altında silahlı bir çete grubu oluşturdu. onların görevi ermeni öldürmekti, onların köklerini kurutmaktı. ve bu planlarında da başarılı oldular.
cumhuriyet ve vatan gazeteleri ile ülkü, kadro, bozkurt, türkçü dergi, yurt ve dünya gibi dergiler geliyordu. yurt ve dünya hariç bu dergi ve gazetelerin hepsi yeni rejimin borazanı gibiydiler. hepsi "türkizasyon" politikasının birer organıydılar. onlara göre türkiye'de sadece türkler, türkçe, türk kültür ve gelenekleri vardı. ya diğer milletler? öteki dil ve kültürler? onlar için sadece bir yol vardı: türkleşmek. kürt dili zaten yasaktı. isimler değiştiriliyordu. bin yıllık aile, kent, köy, ova ve yaylaların isimleri değiştiriliyor, yeni türkçe isimler veriliyordu. taşların, ağaçların, çiçeklerin adları değiştiriliyordu. insan isimleri, unvanlar değiştiriliyor, herkese birer türkçe soyadı veriliyordu. kürt ailelerine öztürk, cantürk, korutürk, soytürk soyadları veriliyordu. biz bin yıllık bedirhaniler de, bir günde çınar olmuştuk, yani bir hiç! bedirhaniler, bin yıldan beri cizira botan'ın emirleri, osmanlı siyasetini etkilemiş bir köklü aile, hep birlikte çınar olmuşlardı. çınarları kim tanırdı ki..
unutmayın, kendilerine kin ve nefretten bir gelecek kuranlar, gün gelir, yarattıkları o kin ve nefretin içinde kalıp boğulurlar.
14.06.2015
nehir
suya annemin beni doğurduğu zamanki kadar çıplak girdim. soğuk suya ilk dokunduğumda bir ürperme hissettim. sonra ürperme yerini uyanıklığa bıraktı. nehir seviyesi ne sel zamanlarındaki kadar yüksek ne de suyun en az olduğu zamanlardaki kadar alçaktı. mumları söndürdüm, odanın kapısını kilitledim ve hiçbir şey yapmadan bahçe kapısından çıktım. bir başka yangın hiç iyi olmazdı. onu konuşurken bıraktım ve dışarı çıktım. hikayesini bitirmesine izin vermedim. mezarına gidip orada durmayı düşündüm. anahtarı hiç kimsenin bulamayacağı bir yere atmayı düşündüm. sonra aksine karar verdim. anlamsız hareketler. yine de bir şeyler yapmalıyım.
şafağın ilk ışıkları parıldarken ayaklarım beni nehir kıyısına götürdü. yüzerek öfkemi dağıtacaktım. iki kıyıdaki nesneler de yarı görülebilir durumdaydı. bir görünüyor, bir kayboluyorlar, ışık ve karanlık arasında yön değiştiriyorlardı. nehir eski ve tanıdık sesiyle yankılanıyordu, hareket ediyor ama yine de sabit görüntüsünü koruyordu. nehrin yankısından ve fazla uzakta olmayan su pompasının amaçsız hareketinden çıkan sesten başka ses yoktu. kuzey kıyısına doğru yüzmeye başladım. bedenimin hareketleri yavaşlayıp nehrin gücüyle huzurlu bir ahenge kavuşana kadar yüzdüm, yüzdüm. suda hareket ettiğimi düşünmüyordum artık. kollarımın suya çarpışı, bacaklarımın hareketi, güçlükle nefes alışımın sesi, nehrin yankısı ve kıyıdaki su pompasının sesi.. yalnızca bu sesler vardı. yüzdüm, yüzdüm, kuzey kıyısına varmaya kararlıydım. amacım buydu. önümde kıyı alçalıp yükseliyordu. sesler tümden kesiliyor ve birden yükseliyordu. yavaş yavaş nehrin yankısından başka hiçbir şey duyamaz oldum. sonrası sanki çok geniş yankı yapan bir salondaymışım gibiydi. kıyı alçalıp yükseldi. nehrin yankısı söndü ve patladı. önümde bir yarım dairenin içinde şeyler gördüm. sonra görme ve körlük arasında gidip geldim. bilincim bir açık, bir kapalıydı. uyuyor muydum, uyanık mıydım? yaşıyor muydum, ölü müydüm? yine de ince, kırılgan bir bağ vardı: hedefin önümde olduğu duygusu, altında değil; bu yüzden ileri doğru gitmeliydim, dibe değil. ama bu bağ öylesine narindi ki, kopmak üzereydi ve nehir yatağında yatan güçlerin beni aşağı çektiğini hissettiğim bir noktaya geldim. kollarımda ve bacaklarımda bir uyuşma hissettim. ses genişledi, yankılar hızlandı. şimdi, birden, nereden geldiğini bilmediğim bir güçle, bedenimi suyun üstüne çıkardım. nehrin yankısını ve su pompasının sesini duydum. sağıma soluma baktım, kuzey ve güney arasında yolu yarılamıştım. devam edemiyordum, geri dönemiyordum. sırtüstü döndüm ve hareketsiz kaldım. kollarımı ve bacaklarımı beni suyun üzerinde tutmaya yetecek kadar bile hareket ettirmekte güçlük çekiyordum. nehrin yıkıcı güçlerinin beni aşağı çektiğinin ve akıntının beni eğik bir açıyla güney kıyısına sürüklediğinin bilincindeydim. bu dengeyi uzun süre koruyamayacaktım. er ya da geç nehrin güçleri beni derinliklere doğru çekeceklerdi.
ölüm ve yaşam arası bir durumda kuzeye doğru giden kum kekliklerinin toplanmasını gördüm. yazda mıyız kışta mı? öylesine mi uçuyorlar yoksa göçüyorlar mı? kendimi nehrin yıkıcı güçlerine sunduğumu hissettim. bacaklarımın, bedenimin geri kalanını dibe çektiğini hissettim. bir an, ne kadar kısa ya da uzun olduğunu bilmiyorum, nehrin yankısı korkunç yüksek bir uğultuya dönüştü ve tam olarak aynı anda şimşek çakması gibi parlak bir aydınlık kapladı etrafı. sonra, belirsiz bir süre boyunca sessizlik ve karanlık hüküm sürdü. ardından gökyüzünün hareket ettiğinin ve yaklaştığının farkına vardım, kıyı yükseliyor ve alçalıyordu. birden korkunç bir sigara içme arzusu duydum. yalnızca bir arzu da değildi, açlıktı, susuzluktu. ve o anda kabustan uyandım.
gökyüzü yerine oturdu, kıyı da öyle. ve pompanın sesini duydum. bedenimdeki suyun soğukluğunun farkına vardım. sonra zihnim berraklaştı, nehirle olan ilişkim yerli yerine oturdu. suyun üzerinde duruyorsam da onun parçası değildim. şu an ölürsem tıpkı doğduğum gibi ölmüş olacağım, bunda iradi bir tasarrufum olmayacak diye düşündüm.
bütün yaşamım boyunca seçim yapmadım, karar vermedim. şimdi bir karar veriyorum. hayatı seçiyorum. yaşamalıyım; çünkü mümkün olan en uzun süre birlikte kalmak istediğim birkaç kişi ve yerine getirmem gereken sorumluluklarım var. hayatın bir anlamı olup olmaması beni ilgilendirmiyor. eğer affedemiyorsam unutmayı denemeliyim. güçle ve marifetle yaşamalıyım. ellerimi ve ayaklarımı hareket ettirdim, sertçe ve güçlükle. ta ki bedenimin üst kısmı suyun üstüne çıkana kadar. sahnedeki bir komedi oyuncusu gibi, geriye kalan tüm gücümle bağırdım: "imdaaat! imdaaaat!"
seviyordum sizi
12.06.2015
öngörü
jean-philippe de tonnac: yayıncılar yazarlardan daha öngörülü müdür?
umberto eco: zaman zaman, bazı şaheserleri geri çevirecek kadar kafasız olabildiklerini gösterdikleri olmuştur. gerçekten de, kara cehalet tarihinin bir başka bölümüdür bu.
"anlayışı biraz kıt olabilirim ama, birinin, bir türlü uyuyamadan yatağında dönüp durmasını anlatmaya neden 30 sayfa ayırmak gerektiğini anlayamıyorum." proust'un kayıp zamanın izinde'si üzerine verilen ilk okuma raporundan bu sözler.
moby dick'e dair: "böyle bir kitabın genç okurun ilgisini çekme ihtimali çok az."
madame bovary'yle ilgili olarak flaubert'e: "beyefendi, romanınız iyi tasvir edilmiş ama onu tamamen fuzuli bir yığın ayrıntıya boğmuşsunuz."
emily dickinson'a: "kafiyelerinizin hepsi yanlış."
"claudine okulda" ile ilgili olarak colette'e: "korkarım, 10 adetten fazla satmaz."
hayvan çiftliği hakkında george orwell'e: "abd'de hayvanlarla ilgili bir hikaye satmanın imkanı yok."
anne frank'in hatıra defteri için: "bu çocuğun, kitabının tuhaf bir nesneden başka bir şey olamayacağına dair en ufak bir fikri yok galiba."
ancak yalnızca yayıncılar değil, hollywood yapımcıları da var. işte size, 1928'de fred astaire'in ilk performansıyla ilgili olarak bir yetenek avcısının vardığı hüküm: "oynamayı bilmiyor, şarkı söylemeyi bilmiyor, kel, dans alanında da pek az temel bilgisi var."
clark gable hakkında: "böyle kulakları olan birinden ne olur ki?"
erdem
balzac
ben âşığımı rakibemin yatağı yerine bir çukurun dibinde görmek isterim.
zaman çılgınlıklarımızı sorgulayabilir ama mutluluk bizi hoş görecektir.
hastalıktan ölmek yerine, son nefesimi aşk yaparken vermeyi yeğlerim.
tanrı'nın yarattığı insan türüne büyük bir saygı duyduğum söylenemez. bana milyonlar verseniz hepsini harcarım. gelecek için bir kuruşunu saklamak aklımdan bile geçmez.
yüreğim yalnızca hayattan zevk almak ve saltanat sürmek için çarpar.
toplum yaptıklarımı onaylayıp sefih yaşamımı sürdürmem için kaynak sağlamıyor mu? yüce tanrı neden bana her sabah, akşam harcayacağım parayı gönderiyor? bizim için neden düşkünler yurtları inşa ediyorsunuz? bizi yaralayanı ya da canımızı sıkanı seçmemiz için iyiyle kötünün arasına yerleştirmediğine göre; eğlencenin, sefahatin yer almadığı bir yaşam sürmem ahmaklıktan başka ne olabilir ki?
kendi dertlerime ağlamak yerine, onların sıkıntılarına gülmeyi yeğlerim.
cebimizdeki altın sayesinde, çevremizde her zaman için kendimizi huzurlu hissetmemizi sağlayacak duyguları yaratabiliriz.
erdem! onu çirkinlere ve kamburlara bırakıyoruz. zavallılar, o olmasaydı başka neye sığınacaklardı?
tüm hayatını nefret ettiğin birine adamak, sonunda seni terk edip giden çocuklar yetiştirmek, yüreğinizi parçaladıklarında, onlara, "teşekkürler!" demek; işte kadınlardan beklediğiniz erdemler bunlar. dahası özverisini mükafatlandırmak, onu daha fazla kullanabilmek için ona daha büyük acılar çektiriyorsunuz, karşı koyarsa, onu tehdit ediyorsunuz. mümkün olduğunca özgür yaşamak ve hoşlandığın kişiyi sevmek ve genç ölmek, işte benim için mutlu bir yaşamın anlamı bu!
mutluluklarımı acılara karıştırmak yerine hayatımı iki kısma ayıracağım: mutlu ve keyifli olacağım bir gençlik ve henüz öngöremediğim ama bunların bedelini kabulleneceğim bir yaşlılık.
11.06.2015
panik atak
bir panik atak, şehrin sokaklarındaki soluksuz koşuya çevrilmiş; çünkü panik zihinsel kaçışın bir ifadesidir; köşeye sıkıştığın, gerçek kaldıramayacağın kadar ağır geldiği, bu kaçınılmaz gerçeğin haksızlığına karşı koyamadığın zaman içinde kabaran sınırsız güçtür; o yüzden dehşete verebileceğin tek tepki kaçmak, kendini soluk soluğa seğirten, çılgınlaşmış bir bedene dönüştürerek aklının kapılarını kapatmaktır; hangi gerçek bundan daha korkunç olabilir? birkaç saat ya da birkaç gün içinde ölmeye mahkum olmak, hiç mi hiç anlayamadığın nedenler yüzünden hayatının yarı yerinde bitmek, yaşamının bir anda bir avuç dakikaya, saniyeye, kalp atışına indirgenmesi.
ağlayan dağ susan nehir
savaşmayı bilmeyen yürek bağışlamayı da bilmez. intikam alacak cesaretin varsa bağışlayacak merhametin de vardır.
dünyadaki hiçbir sistem çingeneleri içine alacak kadar ikiyüzlülükten kurtulmuş değildir.
ateşi diri tutmak kadına düşer.
pek çok şey gibi dostluk da, kelimenin gerçeklikle inatlaşırcasına taşımaya devam ettiği anlam sayesinde yaşar.
gönlümüz kayıp bir ziynettir. onu bizden çalanın cebinde parlar durur, kimsecikler görmeden. bir kere kaptırdık mı, geri alana kadar kim çaldıysa onun olur.
tuhaftır, masallara çocuk kalmak için değil büyümek için ihtiyaç duyarız. her çocuk masalda, gerçek dünyayla aynı etten ve kemikten bir şey gizli olduğunu hisseder. bilir ki gerçeği kavranabilir kılan her neyse, görünmez olanın evreninde soluk alıp vermekte.
perileri tutsak etmenin yolu, elbiselerini saklamaktır. mucizenin yaratıklarını özgürlüğe masallar kavuşturur.
eşyaların hayatımızdaki yeri kullanım değerlerinin çok üstündedir.
duymak istediğimizi duyar, görmek istediğimizi görürüz.
heyhat, bazen avcumuzda tuttuğumuzu sandığımız bir hikaye bizi fena halde yanıltır. gizlenmemiş olsa bile, o güne kadar dikkat çekmemiş, hatta merak edilmemiş bir olay, diğerlerini gölgede bırakıp geçersizleştirerek ortaya çıkıverir. kurduğunuz öykü, kahramanlarınıza ölçüp biçtiğiniz hayatlar anlamsızdır artık. hikayedeki hayatlara hükmetmek anlatıcısının elindeymiş gibi görünse de, aslında bu, zorlu mücadelelerin sonucuna bağlıdır; gerçek, kurgu, ölü ya da canlı, kendi hikayelerine karışan, onu ele geçirmeye çalışan kişilerle anlatıcılar arasında.
çingeneler için yalnız kalmak ölümden bile korkuludur.
zulmün belleği yoktur, defteri vardır; özenle tutulmuş bir defter. zulmün belleği yoktur, müzesi vardır: eski geniş binalar, kapıda anmalık eşya dükkanları. gettoların, hücrelerin, fırınların içinde sarsılıp uyanan, anmalıkta sakinleşip durulur, zaman ehlileşir, anlam parçalanır, vicdan susar, bellek uyuşur.
yol yorgunudur çingeneler; yerleşikliğin imkansız olduğunu bilir, yerleşik hayatı kekeleyerek yaşarlar.
yalnızca inanmak istediğimiz öykülere inanabiliriz.
10.06.2015
diktatör
hitler, mussolini, stalin, ceausescu ve mao tse-tung gibi, yirminci yüzyılın utanç verici diktatörlerinin hepsi de güç arayışlarında vicdansız, düşmanlarını yok etme konusunda da acımasızdılar.
diktatörlerin dost sahibi olmak gibi lüksleri yoktur. evlenip aile kursalar da, özgüvenlerini yakınlarının gerçek sevgisiyle sağlamaktansa, bilinmeyen bir çoğunluğun takdirine dayandırmayı tercih ederler. bu gibi liderlerin paranoyaya varan derecede kuşkucu olmaları şaşırtıcı değildir. onlara göre, kitle dönektir ve kolayca etki altına alınabilir.
sadece propaganda ve popüler beğeniye bel bağlayan diktatörler, tüm siyasi liderler gibi muhalif olaylardan huzursuz olurlar. diktatör, ülke zor bir duruma düştüğünde bile, hükmetmeye devam etmek istiyorsa, hiçbir rakibinin yerini alma şansı olmayacağından ve kontrolün hala elinde olduğundan emin olmalıdır.
diktatörlerin sahip oldukları kontrolü ellerinde tutabilmeleri için, diktatörlük rejimlerinin tipik bir özelliği olan ispiyonculara, gizli polislere ve casuslara ihtiyacı vardır. ortada hiçbir neden yokken, sadece diktatörün aleyhine tehdit olarak algılandığı için sürülmüş, hapse atılmış, işkence görmüş ve öldürülmüş sayısız insan vardır. bundan da öte, hiyerarşide üst noktalarda olanların, diktatör tarafından tehdit olarak algılanma olasılıkları daha da yüksektir.
çelişkili olarak, liderlerin kriz dönemlerinde öğüt ve destek için sırtını dayayacağı "dostlar" ve müttefikler, genellikle paranoyak diktatörler için en büyük tehdidi oluşturur. hitler'in, 1934'te ernest röhm'ü ve stormtrooper'daki teğmenlerini ortadan kaldırması bunun tipik bir örneğidir. münih'te daha en başından beri kendisini destekleyen röhm'e hitler'in çok şey borçlu olması, onu tehdit olarak algılanmaktan kurtaramamıştır. hem stalin hem de mao tse-tung en yakın dostlarını hiç tereddüt etmeden gözden çıkarmışlardır.
şibumi
dünya artık cehennem korkusunu ve ruh kurtarma numaralarını satmak için iyi bir pazar olmadığına göre, tanrı tüccarları da sosyal ve siyasal konulara yönelmişlerdir.
şiddet her zaman, yaşamak için verilen bir mücadeledir.
insanın kişiliği hiçbir davranışında, go oynayışındaki kadar belli olmaz. filozoflar ve savaşçılar için go ne ise, muhasebeciler ve tüccarlar için de satranç odur. go ile satrancın farkı, felsefeyle muhasebe defteri tutmanın farkıdır.
rastlantı dediğimiz şey kaderin bir numaralı silahıdır.
çağlar boyunca çeşitli kültürlerde pek az şanslı kişi sükunete ve doğayla birleşme düzeyine çabalamadan ulaşabilmiştir. bilge insanlar bunu elde edebilmek için disipline ve meditasyona yönelirler. aptallar ise aynı noktaya ilaçlar alarak varmaya çalışırlar.
öğütler ancak öğüt verene yararlıdır.
deneyim sahibi kişiler her zaman garip sürprizlerin kaderin en belirgin niteliği olduğunu söylerler.
diplomasideki temel fonksiyon, söylenen şeyin anlamını gizlemektir.
şibumi; içine kapalı, gösterişsiz güzellikler için kullanılan japonca bir sözcüktür.
aptal bir dost, akıllı bir düşmandan daha tehlikelidir.
sathi insanların yaraları kolay sağalır. bir yastığa ne kadar yumruk atsan onu çürütemezsin.
işin doğru yapılmasını istiyorsan en meşgul adama yaptır.
insan, hayatının son anlarına yaklaşınca kendi kişisel farsı içindeki önemsiz karakterleri düşünmeye fazla vakit ayırmıyor. işin en acı yanı da, insanın kendi biyografisi dışındaki her biyografide, önemsiz bir karakter olduğunu fark etmesidir.
her saat yaralar, sonuncusu öldürür.
9.06.2015
ölüdoğa
ağaçlar tanırdık, şiirleri yarıda kalmış bir çocuğun uzağa bakan gözlerinden dallanırlardı. biraz acıydı sessizlik biraz yırtıcı. bir gölge gibi geçici belirirdi akşam.
birdenbire başlıyor: yağmur, yağmur sonrası, yağmur sonrası kokusu. gölgemizi sürdürüyoruz gece boyu; başımızı kaldırsak o unutulmaz gök, umulmaz, ölümlü toprak eğsek başımızı, kanayan göğsünden.
uzaktan yangın sandığımız bir serinlik vuruyor topal bir çocuğa olanca yanlışlığı ile bakan yüzümüze: toplanıyoruz bir anda, aynaları gizlemeye gözlerimizin kuytu irisinde, toplanıyoruz ve birdenbire başlıyor: sessizlik, ışık ve havalanıyor çözümlenmez kuşu içimizin.
duruyor okunaksız sözlüklerde arıyoruz adını, genliği artan sesini, boşluğu yırtan ve vurgulanan silik duyularımızda; bilinmedik bir harfi ya da soluk bir heceyi tanımlayarak katılan bütün sustuklarımıza.
ağaçlar tanıyoruz, sanrılar ve geceler, karanlıktan sökülüp gelen, sağanağın ürkütücü yeşili beslediği güzden güç alarak gölü kuşatan. birdenbire oluyor her şey: yürürlükten kalkmış acı silkiniyor usun zincirinden ve havalanıyor çözümlenmez içimizin kuşu, yağmura doğru, çarparak havayı yüzümüzde açılan çiçeğine yaranın.