31.07.2015

uzun lafın kısası

şükrü erbaş: hiçbir sevgi tutsaklıkta yeşermez. eşitlik özgürlük ister.

andre malraux: insan dediğin nedir ki? küçük, acınacak bir gizler yığını. insan bir rastlantıdır ve temelinde dünya, unutulmuşluktan yaratılmıştır.

alexandre dumas: tüm vahşi yapılı insanlar güçlü bir eylemi beğenmeye yatkındırlar.

bertrand russell: olağanüstü bir karar verme yetisine sahip kimseler dışında, insanların çoğu, emirler sert olmamak koşuluyla, kendilerine günün her saatinde ne yapacaklarının bildirilmesinden hoşlanırlar.

christine arnothy: sağcılar, her türlü iktidarın kıçını yalayan insanlardır.

erik orsenna: tek konu takıntılarına şükürler olsun! ister cinsellikle, ister pulculukla, ister başka bir şeyle ilgili olsun, tek konu takıntısı sizi olmayacak yerlere götürür, çoğunlukla sarsıcı şahsiyetlerle tanıştırır.

lucrezia borgia: sanatları sevmek, düşüncenin yapıtlarını sevmek, sevdiklerimizi sevmek; dünyada budur yalnız büyük olan.

jean jaures: bugünkü devlet büyük bir patrondan başka bir şey değildir; ücret ve rekabet yasalarına bağlanan, onları uygulayan kocaman bir patron.

konfüçyüs: bir insan uzağı düşünmezse, yakın bir zamanda kesinlikle üzüntüyle karşılaşacaktır.

oscar wilde: çocuklar hayata ana babalarını severek başlar, zamanla onları eleştirir ve nadiren affederler.

sadi şirazi: mutlu, yiyen ve eken; mutsuzsa ölüp ardında bırakan kişidir.

mehmet eroğlu: hiç tanrı'ya inandın mı? her şeyden, bir parça da olsa, o da sorumlu değil miydi? kutsal kitapların hepsinde "öldürme" diyordu; ama tanrı adına öldürülenler kadar çok insanoğlu öldürmeyi başaramadı kimse.

ölüm

charles dickens

ölüm her genç ve masum insanı pençesine alıp bu naif ten kafesinden ruhu ayırdığı zaman merhamet, hayır ve muhabbet şeklinde tezahür eden nice faziletler, dünyamızı takdis eder. bu gibi taze kabirlere fanilerin döktüğü her gözyaşından bir iyilik doğar; daha yumuşak bir kalp tahassül eder, ölümün kuvvetli ve tahripkâr pençesine meydan okuyan yeni ve parlak hilkatler zuhur eder ve ölümün karanlık yolu cennete giden ışıklı bir yol olur.

bu gibi ölümlerin öğrettiği dersi mühimsemek zor bir iştir; fakat hiç kimse bunu küçümsememelidir; çünkü bu, büyük ve alemşümul bir hakikattir.

ölümü takip eden boşluk, üzgünlük ve bezginliği, en iradeli insanlara arız olan perişanlığı bilmeyenler; yokluğu her an hissedilen, sevilen bir yakın için duyulan kederi; cansız cisimlerle hatırdan çıkmayan bu insan arasındaki rabıta ve münasebeti ve her eşyanın bir abide ve her odanın bir mezar kesildiğini bilip nefsinde tecrübe etmeyenler; ihtiyar adamın üzgün ve perişan bir halde aradığını bulamayan bir insan rahatsızlığı ile nasıl vakit geçirdiğini anlayamazlar.

acaba insanların maddeten ayrılmaları manevi ayrılmalarından niçin daha güçtür? ve niçin ayrılabilmek kuvvetini gösterdiğimiz halde bunu söylemek cesaretini bulamayız? uzun bir yolculuğa çıkarken, senelerce sürecek bir uzaklaşmanın arifesinde, birbirine merbut olanlar aynı bakışlar ve aynı el sıkışı ile ertesi gün için son bir veda tasarlayıp dururken, bir daha buluşmayacaklarını pekala bilerek allahaısmarladık demek acısından kendilerini korurlar. yoksa ihtimallere tahammül etmek hakikate tahammülden daha mı zordur?

ölüm döşeğindeki dostlarımıza karşı şefkat ve muhabbet hisleriyle mütehassıs olduğumuz halde, onlara açıkça veda etmeyişimiz bütün hayatımızca ekseriya bir ukde kalır.

baygınlık

edgar allan poe

bir baygınlıktan ayılırken iki basamak vardır: birinci basamakta aklın ve ruhun uyandığı, ikincisinde de madde olarak varlığımızın uyandığı duyulur. ikinci basamağa vardığımızda birincide hissettiğimiz şeyleri hatırlayabilseydik, daha ötedeki boşluğun anıları arasında bu duyguları açık seçik bulabilmemiz gerekirdi. ötedeki boşluk dediğimiz ise -nedir o? onun karanlığını mezarın karanlığından nasıl ayırabiliriz? bunu bilseydik hiç değilse.

benim birinci basamak dediğim durumda hissettiğimiz şeyler, istediğimiz zaman hatırlayamasak bile, gene de, üstünden epeyce geçtikten sonra, çağrılmadıkları halde gelivermiyorlar mı, nereden geldiklerine şaşıp kalmıyor muyuz?

hayatında hiç bayılmamış olan bir kimse, yanan bir kömür parçasında tuhaf saraylar, çılgınca gülümseyen yüzler bulamaz; birçoklarının gözüne görünmeden havalarda süzülüp giden üzgün hayalleri göremez; yeni açmış bir çiçeğin kokusuna kapılarak düşüncelere dalamaz; daha önce hiç dikkatini çekmemiş olan bir ezginin getirdiği yeni yeni anlamlarla şaşkına dönemez. 

cinayet

edgar allan poe

bana öyle geliyor ki, cinayetlere çözülmez, içinden çıkılmaz bilmecelermiş gibi bakılmasına, aslında onların çözülmesine en çok yardımı dokunacak şeyler neden oluyor. işin dış görünüşündeki başkalıktan, tuhaflıktan söz etmek istiyorum. polisi şaşırtan cinayetlerin kendisi değil, işlenişindeki acımasızlık. neden bu kadar katı yüreklilikle hareket edilmiş, onu anlayamıyorlar. sonra, birleştirilmeleri olanaksızmış gibi görünen birtakım gerçekler var -duyulan sesler; öldürülmüş olan mademoiselle l'espanaye'den başka odada hiç kimsenin bulunmaması; yukarı doğru çıkan komşulara görünmeden kaçmayı sağlayacak bir yolun olmayışı- işte bu durum polisi kararsızlığa götürüyor. odanın karmakarışıklığı; tepetaklak, bacanın içine sokulmuş olan ceset; ihtiyar kadının paramparça edilişindeki korkunçluk; bunlara, az önce anlattıklarım ve anlatılmasında bir yarar görmediğim birkaç şey daha katılınca, hükümet memurlarının gücü sıfıra indi, dillere destan beceriklilikleri işe yaramaz oldu. alışılmamış ile anlaşılmazı birbirine karıştırmak gibi kötü; ama sık sık görülen bir hataya düştüler. oysa düşüncenin gerçeğe doğru gidişine asıl bu alışılmamış şeylerin yardımı dokunur. böyle araştırmalarda, "ne olmuş" sorusundan çok, "görülmemiş bir şey olmuş mu?" sorusu sorulmalıdır. bu olayı çözmek polise ne kadar zor geliyorsa bana da o kadar kolay gelecek ya da geldi.

anlam

cixin liu

varoluş her şey için öncelikli olması gereken bir şeydir. ama hayatlarımıza bir bakın lütfen: her şey hayatta kalma üzerine odaklanmış. medeniyetin yaşayabilmesi uğruna bireylere karşı olan saygı tükenmiş durumda. artık çalışmayan her birey ölüme mahkum ediliyor.

trisolaris toplumu aşırı otoriter bir yönetimin boyunduruğu altındadır. yasa sadece iki sonuca sahip: suçluluk ve masumiyet. suçlu idam edilir ve masum serbest bırakılır. benim için en dayanılmaz tarafları ise, manevi tekdüzelik ve kuruma. ruhsal zayıflığın yol açabileceği her şey günah olarak ilan edilmiş. ne edebiyatımız var ne sanatımız. hiçbir güzellik ve zevk arayışımız yok. biz aşkı bile konuşamıyoruz. böyle bir hayatın anlamı var mı?

30.07.2015

islam kültürü

vedat türkali

yaşadığım toplumu gerçek boyutları içinde kavramamda, yaşadığım koşulların payı olmuştur kuşkusuz; ancak kardeşçe bir dünya özlemimde, beni kuşatan ortamda soluduğum egemen kültür de en az o kadar etkili olmuştur diye düşünürüm.

temelinde ilkel komünal dayanışma, paylaşma duygularına dayalı, yoksulları birbirine bağlayan islam kültürüydü bu. mahallemizdeki konu komşularımız, "teyze"ler, "dayı"lar, "emmi"ler, "ağabeyi" ler, "abla" -ya da yerel ağızla "abu"lar-, kiminde kavgalara, küskünlüklere varan günlük sürtüşmelere karşın, birbirini sayan, kollayan, sırasında dert ortağı olan bir topluluk içinde yaşıyorlardı.

bu yoksullar, güç durumda kalmış birinin tarlasına imece çalışmaya gidiyorlar; güçleri ölçüsünde birbirlerine ödünç araç gereç, sıkışanlara elleri yettiğince, faizsiz, senetsiz-sepetsiz borç, küçük paralar veriyorlar; ramazan ayı yaklaşırken değişik evlerde toplanan kadınlar, haftalar boyu birlikte çalışarak her evin gereksinimi kadar yuka (yufka) yapıyorlar, ramazanlarda yemek, belirli kutsal günlerde kardıkları helvayı birbirlerine gönderiyorlar; doğumunda, düğününde, ölümünde, hastalığında, bayram günlerinde dertlerini, acılarını, mutluluklarını birbirleriyle paylaşıyorlardı.

islamda var olan fitre, zekat, sadaka, eskilerde beyt-ül mal-i müslimin kurumlarının koşullandırdığı bir yaşam biçimiydi bu. yabanıl kapitalizmin, bugün bizde, yerine bir şey koymadan çiğnemeye zorladığı bu müslümanca dayanışmalı yardımlaşmalar, ileri kapitalist ülkelerde sosyal demokrat uygulamalarla karşılanan insanlık gereksinimidir.

bizde, sosyal demokrat geçinen partiler halka hiçbir şey vermedikleri için, kimi dinci partilerin halkça benimsenmesinde, salt dinsel inançlara bağlılıktan çok, halkın bu geleneksel dayanışma duygularını, mahallelerde kimi gösterişli yardımlarla ustaca sömürmeleri etken olmuştur. büyük kuramcı kasıntısıyla islam kaynaklı özelliklerin sınıflar arası çatışmayı gevşetip halkın bilincini körelterek toplumu gerilettiği yargısına varırken o ilişkilerdeki bu insancıl yanın görülüp doğru değerlendirilmesi gerektiği de düşünülmelidir. emekçi halk, yaşamındaki somut olaylara bakar.

okulda belletilen basmakalıp sözlerin yaşamda yalanlandığını mahallemizde çıkmış yangınlarda görüp yaşadım bir de. arka komşumuzda çıkan bir yangında, kira getirir umuduyla küçük bahçemize sığdırılmış bir odalık kulübe yandı. aradaki iki dut ağacı asıl evi korudu. bir süre sonra da yukarı kürt mahallesinde çıkan bir yangında, yirmiye yakın barakamsı ev yandı. ne bizim yangında, ne de bu yangında, dar günlerde yardıma koşacağını okulda bellediğimiz kızılay'ı (hilal-i ahmer denirdi o günler) gören duyan olmadı! yoksullar yöresinde geçerli değildi o kural demek! çoluk çocuk ortada kalmış insanlara bir bardak çayı, bir tas sıcak çorbayı, elleri erdiğince yardımı konu komşu yaptı yapabileceği kadar.

28.07.2015

gönül

ömer hayyam


var mı bir haber öbür dünyadan ey gönül
söyle, kim gidip dönmüş oradan ey gönül
ne umut beslemek ne korku duymak gerek
yoksa bir tek kanıt, bir tek nişan ey gönül

27.07.2015

ilk adam

albert camus

yalnızca varlıklarıyla dünyayı doğrulayan, yaşamamıza yardım eden insanlar vardır.

bazı mutluluk dakikalarımız bırakılmışlık duygumuzun bizi şişirip sonsuz bir kedere yükselttiği dakikalardır. gene bu nedenle mutluluk çoğu kez mutsuzluğumuza acıma duygusundan başka bir şey değildir.

yoksullarda çarpıcı -tanrı derdin yanına çareyi koyar gibi umutsuzluğun yanına hoşgörürlüğü koymuştur.

gençken insanlardan verebileceklerinden fazlasını isterdim: sürekli bir dostluk, kesintisiz bir coşku. şimdi verebileceklerinden daha azını istemeyi öğrendim: tümcesiz bir yoldaşlık. ve coşkuları, dostlukları, soylu davranışları benim için tansık değerlerini tümüyle koruyor: eksiksiz bir tanrısal iyilik etkisi.

yaşamın bir gün yolunuza çıkardığı usta, her zaman sevilip sayılmalıdır; o bundan sorumlu olmasa bile.

paul claudel: alçak gönüllü, bilgisiz, inatçı yaşamın yerini hiçbir şey tutamaz.

yazarlık mesleğinin soyluluğu baskıya direnmesinde, dolayısıyla yalnızlığa razı olmasındadır.

ey anne, ey tatlı, sevgili çocuk; zamanımdan daha büyük, seni ona bağlayan tarihten daha büyük, bu dünyada sevdiğim her şeyden daha gerçek olan, ey anne; senin gerçeğinin gecesinden kaçmış olan oğlunu bağışla.

25.07.2015

true detective

hak ettiğimiz dünyada yaşarız.

her bir beden, dürtülerinden daha fazlası olduğuna öyle emin ki.. tüm o işe yaramaz danslar, yorulmuş zihin arzu ile cehaletin çarpışması.

bağışlanma diye bir şey yok. insanların kısa hafızası var sadece.

insan bilinci evrimde trajik bir şekilde ilerledi. çok fazla bilinçlendik. doğa kendinden bağımsız bir bakış açısı yarattı. bizler doğa kanunlarına göre var olmaması gereken yaratıklarız. hepimiz bir yanılsama içindeyken duyusal deneyimler ve hislerin gelişimi sayesinde birey olduğumuzu sanan fakat aslında bir hiç olan bireyleriz. bence türümüzün yapması gereken onurlu davranış programlamamızı reddedip üremeyi durdurmak ve hep birlikte soyumuzu tüketerek kardeşçe bu haksızlığa bir gecede son vermektir.

din, beyinde bazı patikaları düzenleyerek eleştirel düşünceyi körelten bir virüstür.

herkes olmadığı bir şey olacağını sanır. herkesin büyük planları vardır.

bütün tarih boyunca ihtiyarların hepsinin aynı şeyleri söylediklerinden eminim. ama ihtiyarlar ölüyor ve dünya dönmeye devam ediyor.

hepimiz bu hayat tuzağının içindeyiz. kendi içinde herkes düşünüyor ki her şey farklı olacak. başka bir şehre gidecekler, sonsuza kadar arkadaş olacakları insanlarla tanışacaklar. aşık olacaklar ve tamamlanmış olacaklar. tamamlanmakmış. bir de sonuca bağlamak var. bu ikisi her ne sikimse! bu hayatı doldurmak için uydurulmuş sikik şeyler. sona ermediği sürece, hiçbir şey, hiçbir zaman tamamlanmaz. sonuca bağlamakmış. hayır, hayır, hayır. hiçbir şey, hiçbir zaman bitmez.

en çok şişenin dibinde gördüm kaybolan ruhları.

insanlar.. binlerce hayatın sonunu gördüm. genci, yaşlısı.. her biri gerçekliğinden emindi. duyumsal tecrübelerinin oluşturduğu amacı ve anlamı olan özel bireyler. biyolojik bir kukladan fazlası olduklarına o kadar emindiler ki.. gerçek er ya da geç ortaya çıkar ve herkes görür. ipler kesildiğinde herkes aşağı düşer.

geceki gökyüzü gibi hiçbir şey yoktur.

erkekler aşık olamaz, en azından kastettikleri şekilde. gerçekliğin yetersizlikleri her zaman bastırır.

önemi olan tek şey çocuklardır. bir kadın-erkek dramasının tek sebebi onlardır. insanlar sıçar batırır. yaşlanırız. kadın-erkek ilişkisinin çocuk yapmak haricinde yürümesi gerekmiyor zaten.

herkes suçludur. ya güzel yıllarınızı, onları yaşarken bilirsiniz ya da onları beklerken kanser olup güzel yılların çoktan gelip geçtiğini fark edersiniz.

23.07.2015

müslümanlık sınavı

ilhan arsel

insanlarımızın büyük çoğunluğu, islam dini'nin en son, en mükemmel bir din olduğuna körü körüne inanmışlardır. koyu bir dinsellik bilincine saplı olarak bugün hâlâ 7. yüzyıl zihniyetiyle yaşayıp gitmektedirler. islam'ın "hoşgörü" ve "barış" dini olduğunu söylerler ama, islam'dan başka din ve inanca yönelik olanları "kâfir" ve "cehennemlik" saymaktan, ya da islam şeriatını eleştiri konusu yapanları dinsizlikle suçlamaktan geri kalmazlar. akılcı eğitimden geçmedikleri için, onları bu kör inanışlardan ve davranışlardan kurtarma olasılığı pek yoktur.

akılcı eğitimden geçmiş olup da kendilerini "aydın" bilen sınıflara gelince, onların çoğunluğu da, islam şeriatının akla ve vicdana ters verileri içeren özünden habersizdirler.

örneğin kendilerine:

"islam'dan başka dinlere yönelenler sapıktırlar."

"müşrikleri nerede görürseniz öldürün."

"islam'dan çıkanları öldürün."

"ey müslümanlar! yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin. içinizden onları dost tutanlar, onlardandır."

"yahudiler'den, hristiyanlar'dan islami din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın."

"yeryüzü islam olana kadar savaşın onlarla."

"kölelik tanrısal bir kuruluştur."

"kadınlar aklen ve dinen eksik yaratıklardır."

"namaz kılanın önünden eşek, köpek, kadın geçerse namaz bozulmuş olur."

"ölü insan ile ya da hayvanla cinsi münasebette bulunan oruçlu kişinin kaza orucu tutması gerekir."

"tanrı, müslüman kullarına cennette memeleri yeni sertleşmiş güzel kızlar verecektir."

"ey müslümanlar! küçük gözlü, kırmızı yüzlü, yayvan suratlı türklere karşı zaferler kazanılmadıkça hüküm günü gelmiş olmayacaktır."

şeklinde ya da benzer nice buyruk gösterilmiş olsa şaşıracaklardır. bunların hoşgörü anlayışıyla, ya da insan şahsiyetinin haysiyetiyle ya da insanlar arası sevgi ilkesiyle bağdaşmaz şeyler olduğunu söyleyeceklerdir. ama bunu yapmakla, hem müslümanlık sınavından başarısız çıkacaklarını ve hem de islam'ı inkâr etmek gibi tehlikeli bir işe girişmiş olacaklarını düşünemeyeceklerdir. oysa bütün bu buyruklar, muhammed'in kur'an ve kur'an olmayarak ortaya vurduğu islami verilerden başka bir şey değildir. daha başka bir deyişle, bu kişiler ciddi bir müslümanlık sınavına çekilmiş olsalar, ne müslümanlıklarından ve ne de tanrı'ya ve muhammed'e bağlılıklarından eser kalmayacaktır.

deniz kurdu

jack london

hayat sadece insanların kendisi için değildir. herkes kendi hayatının değerini bilmeli, ona göre davranmalıdır. insan, kendisini kurtaramadıktan sonra diğerleri ne yapabilir ki?

kurt larsen'le dostluğumuz gün geçtikçe güçleniyordu. zaman zaman tartışıyorduk ama ikimiz de birbirimizle konuşup, sohbet etmekten hoşlanıyorduk. günlerden bir gün, kaptanın yanına gittiğimde, başını ellerinin arasına alıp hıçkırdığını gördüm. önce ağlıyor sandım. hayır ağlamıyordu ama acı çekiyordu. bir ara, avcılara baş ağrısı için bir ilaç sordu. bu baş ağrısı üç gün sürdü. bu sürede kimseyle konuşmadı, kamarasında acısıyla baş başa kaldı. üç gün sonra iyileşmişti.

sabahleyin kamarasına geldiğim zaman masasında çalışıyordu. önünde bazı kağıtlar vardı. bana döndü: "günaydın hımbıl." dedi. "günaydın." dedim. "bugün iyi görünüyorsunuz." ona kimi zaman "sen" kimi zaman da "siz" diye sesleniyordum. "evet, iyiyim." dedi. "gel bak, sana yeni bir çalışmamı göstereyim. açık denizde yıldızlara bakarak yer belirlemeye yarıyor. harita üzerinde uygulandığı zaman geminin yerini kesin olarak belli ediyor. "çok yetenekli bir kişisiniz kaptan." dedim. "böyle basit bir avcı gemisine nasıl düştünüz? insanlığa daha üst kademelerde hizmet edebilirdiniz." yüzüme bakarak: "ekin ekmeye giden çiftçileri gözünün önüne getir hımbıl." dedi. "tarlaya attıkları tohumlardan bir kısmı taşların ya da ısırgan otlarının üstüne düşerler ve hiçbir zaman kök salıp yeşeremezler. işte ben de o talihsiz tohumlardan biriyim. norveç'te, batı kıyılarında, romsdal fiyordu dolaylarında doğdum. danimarkalı bir ailenin çocuğuyum. yoksul ve bilgisiz insanların arasında geçti çocukluğum. küçük yaşlardan beri denizlerde, gemilerde çalıştım. azar işittim, küfür yedim, itilip kakıldım." sustu, uzaklara baktı. "peki nasıl oluyor da." sözümü kesti: "okuma yazma biliyorum. darwin'i, spencer'i okuyorum değil mi? on iki yaşımdan sonra ingiliz ticaret gemilerinde kamarot olarak çalıştım. on yedi yaşımda gemicilikle ilgili her şeyi öğrenmiştim artık. içimdeki sonsuz hırs ve öğrenme isteğiyle matematik, bilim, edebiyat.. hepsini okudum, öğrendim. böylece hem yalnızlığımı giderdim hem de dünya görüşüm gelişti. işte şimdi kaptanım. gemim, adamlarım var. yine de kendimi köksüz bir filize benzetiyorum."

gene sustu, denizi seyretti. "bu dünyada, kardeşimden başka beni anlayan tek kişi sensin hımbıl!" dedi. "demek bir kardeşiniz var ha?" "evet, var ya!" "o ne iş yapıyor?" "o da benim gibi ayı balığı avcısı. namı da "ölüm larsen"dir." "ölüm larsen ha!" "o, kafasız biridir. hiçbir şey düşünmez, okuma yazma bile bilmez."

18.07.2015

nasıl harcamalı

zygmunt bauman

mutluluğun ıstırapları binlerce azametli kişinin ve onlara katılmanın hayalini kurarak koşuşturan bir o kadarının vazgeçilmez günlük gazetesi olan financial times, ayda bir kuşe kağıda basılmış "how to spend it" (nasıl harcamalı) isimli bir ek yayınlar. başlıkta ima edilen şey paradır. daha doğrusu, daha fazla nakit vaat eden bütün yatırımları hesaba kattıktan sonra, ev ve bahçeyle ilgili faturaları, terzi faturalarını, eski eşlerin nafakalarını ve eğlence salonlarının ücretlerini ödedikten sonra geriye kalan nakit paradır. başka bir deyişle, azametli kişilerin boyun eğdikleri zorunluluk çeşitlerinin ötesindeki (bazen geniş ve hep daha da geniş olması istenen) özgür seçim sınırıdır.

harcanacak para, sinir bozucu ölçüde rizikolu tercihlerle dolu günlerin ve atılacak yanlış adımlar ve oynanacak yanlış bahislerden duyulan korkunun musallat olduğu uykusuz gecelerin karşılığında umulan mükafattır; bu para, acıları katlanılır kılan keyiftir. kısacası, "para" mutluluk anlamına gelir. daha doğrusu mutluluk anlamına gelen mutluluk umududur. en azından böyle telakki edilir ve yürekten umulur.

ann rippin elde edilen mutluluğun maddi kaynağı/belirtisi/kanıtı olarak "yıldızı parlayan modern genç bir insana" neyin vaat edildiğini bulmak için nasıl harcamalı'nın sayılarını sırasıyla gözden geçirmişti. beklendiği gibi, mutluluğa gittiği varsayılan bütün yollar mağazalar, restoranlar, masaj salonları ve paranın harcanabileceği diğer yerlere çıkıyordu. elbette bu da büyük miktarda bir para demekti: bir şişe konyak için 30.000 pound ya da diğer şişelerin eşliğinde bunu depolayarak, hayran olmaları için davet edilen arkadaş topluluklarını büyülemek (ya da kıskandırmak, aşağılamak, mahcup etmek, yıkmak) için şarap mahzenine 75.000 pound vermek vb. 

ancak, bazı mağaza ve restoranların, neredeyse bütün insan soyunu dışarıda bırakacağı kesin olan fiyatlarının da ötesinde, onları kapılarına bile yanaşmaktan alıkoyacak, sunabilecekleri fazladan bir şeyleri vardır: elde etmesi son derece güç olan ve -sıradan insanların ulaşmayı hayal bile edemeyecekleri yüksek seviyelere ulaşmış- "seçilmiş olma"nın kutsal hissiyle bunu elde eden çok küçük bir azınlığa bahşedilen gizli bir adres. belki de bir zamanlar ilahi lütfu duyuran meleği dinleyen mistiklerce deneyimlenen türde bir hissiyattır bu; ancak, ciddi, ayakları yere basan, gerçekçi "şimdi mutluluk zamanı!" diyen çağımızda, mağazaların yanından geçmeyen kısa yollar bulmak imkansız olmasa da çok zordur.

nasıl harcamalı'ya düzenli katkılarda bulunanlardan birinin ifade ettiği gibi, bazı fahiş fiyatlı parfümleri "bu kadar çekici" kılan şey, onların "sadık müşterileri için özel paketler içinde tutulmalarıdır." olağanüstü güzel bir kokunun yanı sıra, görkemli olanı üreten şirkete ait olmaya dair görkemli bir koku simgesi sağlarlar.

ann rippin'in ileri sürdüğü gibi, özel bir kategoriye -neredeyse başka herkese kapıları kapalı bir şirkete- ait olan bu ve benzer türde saadetler, -cakalı şeyler yapmak ve başkalarının erişemediği yerleri ziyaret etmekle dışavurulan- yüce bir zevk, dirayet ve erbaplık simgesiyle birleşir. bu birleşimin özü, ayrıcalıklılığın, seçilmiş azınlığın arasında olunduğunun bilinmesidir. damak, göz, kulak, burun ve parmakların zevkleri, şayet varsa, bu zevklerin ancak çok azının, başka kimselerin damak ve diğer duyu organlarının zevkine hitap edebildiğinin bilinmesiyle çoğalır -üstelik çoğu insan bu zevkleri tatmak için varını yoğunu verecek olsa bile.

azametli insanları mutlu kılan bu ayrıcalık duygusu mudur? mutluluk yolunda ilerlemenin ölçüsü, bu yoldaki arkadaş zümresinin gitgide azalması mıdır? yoksa, ister açık bir şekilde ifade edilsin, isterse üzeri kapatılsın ve hiç telaffuz edilmesin, "nasıl harcamalı" okurlarının mutluluk arayışını yönlendiren en azından bu inanç mıdır? mesele ne olursa olsun, rippin'e göre, mutluluğa bu yoldan ulaşmak olsa olsa kısmen başarılı olabilir. bunun getirdiği anlık keyifler dağılır ve hızlıca uzun vadeli endişeye dönüşür.

rippin'in vurguladığı üzere, nasıl harcamalı'nın editörlerinin tasarladığı "fantezi dünyası", "kırılganlık ve geçicilik" ile belirlenir. "ihtişam ve ifrat yoluyla meşruluk mücadelesi, istikrarsızlık ve kırılganlık demektir." bu "fantezi dünyası"nın sakinleri, "yeterince güvende olmak için asla yeterince şeye sahip olamayacaklarının" farkındadırlar. "tüketim, güvence ve doymuşluk yerine endişe artışına neden olur. kafi olan asla kafi gelmez."

nasıl harcamalı'nın yazarlarından birinin uyardığı gibi, "herkesin" lüks bir arabaya kesesinin elverdiği bir dünyada, gerçekten gözü yüksekte olanların "daha iyisine erişmekten başka hiçbir seçenekleri yoktur." daha yakından baktığınızda çarpıcı olan şey işte budur. fakat herkes böyle bakmaz; hatta çok az kişi bunu önemser, çok daha azı da önemsese bile bunu beceremez -zira iyi manzaralı yerlerin bedeli olanaklarının çok ötesindedir ve bu manzara daha yakına gelmeye karşı koyar. ancak, çoğumuzun hello ve diğer paparazzi dergilerinin teveccühüyle görebildiği türde "mutluluk arayışları"na ara sıra göz atmak, bunu denemeye karşı bizi uyarmak yerine örnek almaya davet eder. ne de olsa, sizi birinci sınıf insanlardan biri yapacak olan budur.

endişeden doğacak ıstırap ihtimali, ne kadar rahatsız edici olursa olsun, zirveye ulaşmak için ödenmesi gereken küçük bir bedeldir. mesaj anlaşılır olduğu kadar mantıklı da görünmektedir: mutluluğa giden yol, mağazalardan geçer ve mağazalar ne kadar seçkin olursa, ulaşılan mutluluk da o kadar büyüktür. mutluluğa ulaşmak başka insanların edinme şansı veya olasılığının bulunmadığı şeyleri elde etmek demektir. mutluluk bir adım ileride olmayı gerektirir.

vaat sizi "onlardan daha iyi" yapar ve böylece sizin yaptığınızı yapmayı düşleyip de başarısız olan diğerlerini ezebilmenizi, aşağılamanızı ve hor görmenizi sağlar.

hınç ayları

pascal bruckner

eğer kendisine partner bolluğu ve aşk malzemesi yenileme konusunda güvence verilmiş olsa tek eşliliğin yavan çorbasından anında vazgeçmeyecek sevecen bir koca, iffetli bir hanım yoktur.

gerçek güzellik, çokluktan alınan zevktir; ten renklerinin çeşitliliğinde, yüzlerin sayısının kabarık oluşunda yatar; en güzel kadınlar insanın henüz tanımadığı kadınlardır.

rastlantıya inanılırsa bir otobüs bile cennetin bekleme odası olabilir.

aşkın her şekli, ne kadar uyumlu olursa olsun, içinde bir dram ya da gizli bir kaba güldürü barındırır. en namuslu insanın yapısında her zaman iğrenç bir varlığa dönüşüverme eğilimi vardır.

herkes bir gemi güvertesinde başına bir şey gelmeyeceğini bilir; ama insan orada mutluluğa benzer mükemmel bir can sıkıntısı duyar.

scott fitzgerald: erkek ya da kadın, bir başkasının kişiliğinde yok olmamaya dikkat et.

kadınlar genellikle yanında güzel kadın bulunan erkekleri arzularlar. isterse çirkin ve küstah olsunlar, yanlarında güzel bir kadının bulunması bu erkeklere hemen kıyaslanamaz bir değer katar.

sizi seven varlıklardan sakınmanız gerekir; çünkü onlar aynı zamanda en berbat düşmanlarınızdır.

mizah, iki cinsiyetin bir an onları birbirinden ayıran şeyi unutmayı kararlaştırarak birbirlerine verdikleri hazdır.

erkek olsun, kadın olsun, insan soyunurken, genellikle giyinikken sahip olduğu çekiciliği kaybeder. çıplaklık, kesimi kötü bir elbisedir; insan onun içinde kendini sıkıntı içinde hisseder.

kalçalar cennetin bir tasviri, zenginliğin bir simgesi, yaşayan bir bolluklar ülkesidir. inananlara ve yoksullara çekici gelmeleri bundan kaynaklanır.

bize öteki olmadan yaşayabileceğimiz düşüncesini benimsettiğine göre ayrılık kopmanın öncelemesidir.

sevmek demek, karşıdakinin sizin üzerinizde sonsuz bir iktidar uygulamasına razı olmak demektir.

bizim için en değerli varlık, en fazla korktuğumuz kimsedir. kıskançlık, en ufak bir kuşkuyu kesinliğe dönüştüren dehşet içindeki hayal gücünün bir biçiminden başka bir şey değildir.

mutluluğun sıradan olmayan bir tarihçesi vardır. mutluluk unutma sonucu belleğin bulanmasıdır. evrelerin, aşırı yoğun oluşları nedeniyle bizzat kendi mükemmellikleri tarafından silinmiş, bulanık bir sonsuzlukta donup kalmış anıları.

birbirini sevmek demek, tamamen masum budalalar olmak için birlikte olma özgürlüğü adına sözlüğü durmadan güncellemek demektir.

melodisi ondan daha hüzün verici bir müzik aleti yoktur.

hoşgörü en müstehcen durumları engelledi; cinsellik bugün artık kutsallığın erdemlerine bile sahip olmayan zavallı bir günah. çağdaş sefihi tehdit eden şey gözden düşme değil, can sıkıntısıdır.

doğu, batılıların kafasında yeşeren yanlış anlamalar toplamıdır.

büyük şehvet anları, genellikle uyuklayan güçleri yeniden canlandırdıkları için derhal gaddarlığa dönüşebilirler. sarhoşluktan ayılmada her zaman bir öfke vardır.

hayran olmak peşinen nefret etmek, bir konuma yükselttiğiniz kadın ya da erkeği daha işin başında azletmek demektir. 

kendi geçmişinden, atalarının geçmişinden bir şey öğrenemeyen, mutsuzlukları yeniden yaşamaya mahkumdur.

"veren insanın diz çökmesi ve ona verme olanağı sağlamış olduğu için alan insana teşekkür etmesi gerekir." (vivekananda) 

aşıklar kavuştukları anda küle dönüşürler.

bir kişiye sadakat, eşit bir tahrik duygusuyla telafi edilmediği için çok pahalı ödenmiş bir bedeldir. tercihlerin fazlasıyla yöneldiği bir varlık tüm erkeklerin, tüm kadınların yerini almak gibi ezici bir yük altındadır. olacak iş değil: kimse kalabalıklar gibi çeşitli ve değişik değildir.

soren kierkegaard: kadın doğası, direnme görünümü altında bir teslimiyettir.

her ilişkinin, gözden düşüşü de dahil, önceden kestirilebilir bir hayat dönemi vardır. deneyim yeni bir duyguya kavuşmamızı engeller, mutlu cahilliğin içimizdeki saflığını öldürür.

nefret, aşkın ters yüzüdür.

kötülüğün görünüşte iç karartıcı tekdüzeliğindeki tahrikler, şehvetinkilerden daha yoğundur.

engeller ortadan kalkınca arzu yavan bir hal alır. çünkü arzu kurnazlığın oğludur. dolambaçlı, dikenli yollar ister; doğru çizgi onu sıkar.

insan ne kadar az yaşarsa o kadar az yaşama arzusuna sahiptir.

bir çift nedir? güvence karşılığında varoluştan vazgeçiş, yasal aşkın cazibesiz yüzü. bayağılığa en az yatkın olanları bile bayağılaştıran bu gizli oturum, en kıpır kıpır insanları hantallaştırır.

dolap çevirmek, onlara hiç özgürlük tanımayan bir dünyada kendilerine böylece bir özgürlük alanı yaratan güçsüz insanların, kadınların, çocukların silahıdır.

genelev, tıpkı metro gibi, evrenleri ve farklı konumları birbirine yaklaştıracak halka açık en son alanlardan biridir. genelevler gettosunda sıradan mahallelerde görülen uzaklaştırmalar bir süreliğine durur.

ne kadar yakışıklı, çekici, zeki olursanız olun yeteneğinizden, başarınızdan nefret eden ve daha az şanslı kimseleri sizden üstün tutan bir kadın her zaman olacaktır; ya da kaybetmiş ve mutsuz durumdaysanız bu çirkinliğinizi, bu başarısızlığınızı başınıza kakacak başka kadınlar olacaktır.

birileri tarafından hayran olunup birileri tarafından nefret edilmek ve çoğunluk tarafından dikkat çekmemek içler acısı bir deneyimdir.

hakkımızda ne kadar iyi şeyler söylenirse söylensin, bu bize yeni bir şey öğretmez ve her zaman başka onaylamalara, kendileri de oturmamış olan başka gerçekliklere ihtiyaç vardır. bir erkeğin ya da bir kadının gönlünde ilk sırada yer almak gülünç bir teklifsizliktir.

aşıkların birbirlerine karşı acımasızlıkları polislerinkinden kat kat fazladır.

nasıl ki başkasını kırılganlıkları içinde sevmek soylu bir davranışsa, en küçük zaafları üstünde durarak onu güçsüz düşürmek de bir o kadar aşağılık bir davranıştır.

insanı büyük bir üzüntüden çok daha fazla yıpratan önemsiz gaddarlıklar silsilesini gözardı etmemek gerekir.

kötü insanları gözümüzde, sürekli haksızlık yapmaya programlanmış canavarlarmış gibi canlandırırız. oysa hiç de öyle değildir; bunlar iyi aile babaları, iyi memurlar gibi sıradan insanlardır; bir yüz yüze gelme zayıflığı aniden onlara işkence konusunda kesintili bir kariyerin yollarını açmıştır. 

ketumluk saygınlığın modern şeklidir.

çift halinde yaşamamak, insanın kendi efsanesinden vazgeçmesidir; kıytırık bir söylenti elde etmek amacıyla bir tarihin birliğini kaybetmektir.

sadık insanlar her şeyden önce isteksiz insanlardır; onları benim gözümde kabul edilemez kılan da işte budur.

felaketin en kötüsünde bile, insanların içinde kimsenin kıramayacağı bir şey vardır.

intikam dediğin ince eleyip sık dokuyan bir şeydir; ayrıntılara girer, yaraları azdırır. evren bundan korkunç bir zenginlik kazanır.

kötü adamın akıllara durgunluk veren ustalığı, bir yandan oyununu oynarken öte yandan onu açığa vurması, zalimliğine bir de yüzsüzlüğü katmasıdır. kendini tehlikeye atmadan kartlarını açan birinin duyduğu haz gibisi yoktur.

zaten kanamakta olan bir ruhu yaralamaktan daha güzeli var mıdır?

bir insanda her şeyi bağışlıyoruz; kabalığını, saçmalığını.. bir tek, yanında canımızın sıkılmasını bağışlayamıyoruz.

yeni yollar açan yenilgiler olduğu gibi, insanı çıkmaz sokağa sürükleyen zaferler de vardır.

16.07.2015

californication

bir şeyin kasvetli olması, o şeyin gerçek olmasını sağlamaz.

iyi bir ilişkinin sırrı kahkaha, güzel bir seks ve arada sırada güveç yapmaktır.

ateşli seks hayatları olan çiftlerin ilişkileri sonsuza kadar sürer.

harika bir oral seksin sırrı nedir? vajinaya bir bireymiş gibi davranmalısın. bir kişiye nasıl davranırsın? sana nasıl davranılmasını istiyorsan öyle davranırsın.

kafan güzelken asla dövme yaptırma. yoksa kıçında bir kelebek dövmesiyle uyanırsın.

hayat böyle: pislikler üstüne üstüne gelir ve sen onlarla baş etmelisin. seni tanımlayan şey de budur, onlarla nasıl baş ettiğin. olduğun yerde debelenmekle, bununla baş edemezsin.

hemen yapmak gibisi yoktur.

bir partiye katılmak, bisiklet sürmek gibidir. bir ya da on içki içersin, sonra da bir dövmeyle veya kanlı bir götle ya da ikisiyle birden uyanmamayı umarsın.

zaman bütün yaraları iyileştirir.

bazen kendini rahatlatarak içindeki zehri atman gerekir. bu pisliği bir kez vücudundan atarsan tekrar düzgün düşünmeye başlarsın.

goethe ne güzel demiş: "cesur olun, kudretli güçler yardımınıza gelecektir."

15.07.2015

süvari

ahmet haşim

 
şu bakır zirvelerin ardından
bir süvari geliyor kan rengi
başlıyor şimdi melûl akşamda
son ışıklarla bulutlar cengi

bir bakır tasta alev şimdi havuz
suya saplandı kızıl mızraklar
açılıp kıvrılarak göklerde
uçuyor parçalanan bayraklar

14.07.2015

düello

alain de botton

1834 yılında hamburglu subay baron von trautmansdorf, bir başka subayı, baron von ropp'u düelloya davet etti.

düellonun nedeni, von ropp'un yazdığı şiirdi.

şiir, von trautmansdorf'un bıyığını tiye alıyor, bıyığın ince ve sarkık olduğunu, ayrıca baronun fiziğinde bu niteliklere sahip tek yerin bıyığı olmadığını söylüyordu.

iki baron arasındaki düşmanlık, aynı kadına âşık olmalarıyla başlamıştı aslında.

her ikisi de merhum polonyalı bir generalin dul eşine, gri-yeşil gözlü kontes lodoiska'ya tutkundu.

aralarındaki sürtüşmeyi centilmenlikle çözemeyen bu iki adam, bir mart sabahı erken saatte hamburg'un ücra bir köşesinde hesaplaşmak üzere bir araya geldi.

her ikisi de kılıç kuşanmıştı.

her ikisi de henüz 30 yaşına basmamıştı.

ve her ikisi de bu düelloda hayatını kaybetti.

yaşamımdan şiir ve hakikat

goethe

ustayı usta yapan, ortaya çıkardığı iştir.

anekdot ve özdeyişler dağarcığı, görgülü adam için en büyük hazinedir; eğer birincilerini yeri geldikçe sohbetlerinde kullanmayı, ikincileri de yeri geldikçe hatırlamayı bilirse.

bir eve girer girmez sahibinin ne olduğu nasıl hemen anlaşılırsa, bir kasabaya ayak basar basmaz da yöneticiler hakkında hüküm verilebilir.

henüz hiçbir şeye sahip olunmayan ya da rahat bir mülkün değerinin bilinmediği gençlikte hepimiz demokratızdır.

en iyi insanlar yaşadıkları sürece onların kıymeti bilinmez de öldükleri zaman arkalarından aval aval bakılır.

insanlar önce yanılgım yüzünden benden hoşlanmadılar, sonra ciddiyetim yüzünden. nasıl davranırsam davranayım hep yalnızdım.

içinde huzur olmayan her imparatorluk çöker; çünkü prensleri hırsızlarla işbirliği içindedir.

ironinin kesintisiz kullanılmasından zeki insan sıkılır, fazla zeki olmayanın kafası karışır, büyük çoğunluğu oluşturan ortalama insan ise hoşlanır; çünkü bu grup çok fazla düşünme ihtiyacı duymadan kendisinin diğerlerinden daha akıllı olduğunu sanır.

yaşamda sadece eylem söz konusudur; zevk ve acı kendiliğinden gelir.

sadece geride bir şey bırakan değil, bir konuda etkin ve faydalı olup başkalarını da etkin ve faydalı kılan insan önemini korur.

zaman sonsuz denecek kadar uzun. gerçekten dolu dolu yaşamak isterseniz, her geçen gün, içine pek çok şey koyabileceğiniz bir fıçı aslında.

gerçek hayat bazen pırıltısını öyle kaybediyor ki, zaman zaman hayal ürünü denen cilayla yaşamın parlatılması gerekiyor.

her kentin, çocuklarını ya da torunlarını korkutan bir tragedyası vardır.

filizlenen bir sevgide güzel olan şey, insanın başlangıcını bilmediği gibi sonunu da kestiremeyişidir; insan kendini mutlu ve neşeli hissettiği gibi, bir mutsuzluğa neden olabileceğini de sezemez.

insan, gençliğinde sahip olmak istediği şeye yaşlılığında bolca kavuşur.

sessizce içinden okumak, konuşmanın hüzünlü bir yedeğidir.

kızlar göründükleri haliyle, delikanlılar ise vaat ettikleri şeylerle sevilir.

sevdiğiniz insanda bulabileceğiniz en katıksız mutluluk, onun başkalarını sevindirdiğini görmektir.

doğanın elinden çıkan her şey iyidir. insanın elinde her şey kötüleşir.

kendi olumlu yanlarımızla ilgili düşüncemiz bizde öyle kök salmıştır ki, bunların birazını bile etrafımızdakilere layık görmeyiz, mümkün olsa benzerlerimizi bile seve seve köreltiriz.

her yeteneğin temelinde önemli bir karakter yapısı vardır; bu bize büyülü bir şey gibi gelir; çünkü ne yeteneği ne de yeteneğin ortaya koyduğu şeyleri tek bir kavrama indirgeyebiliriz.

çiçeklerin ve kirazların tadını çocuklara ve serçelere sormak lazım!

hükmetmek kolay öğrenilir; yönetmek güç.

nice krallar vardır bakanların yönettiği; nice bakanlar vardır sekreterlerin yönettiği.

evin kıymeti ancak akşam olunca anlaşılır.

hayatın amacı, hayatın kendisidir.

çoğu zaman en küçük rastlantılar, hayatta en sürekli ilişkileri belirler.

hayata katlanabilmek ve ona yenilmemek için onunla uzlaşmayı öğrenmek gerekir.

hiçbir şey, kendisine benzer bir şey, yani bir iz bırakmayacak kadar yüzeysel değildir.

insanı gerekli kılan tek şey sevgidir kuşkusuz.

karşısındaki insana açılan büyük bir insanı görme kadar gerçek ve sıcak bir sevinç dünyada yoktur.

eğer insanlar, imgelemleriyle, geçmişteki kederin anılarını çağrıştırmak uğruna bu denli çaba gösterecekleri yerde, kayıtsız bir şimdi'ye katlansalardı, çektikleri acı daha az olurdu.

dünyadaki karışıklıklara yol açan şeyin, kurnazlık ve kötü niyetten öte belki de yanlış anlamalar ve atalet olduğunu bir kez daha saptadım. en azından ilk ikisine daha az rastlanıyor.

sanat uzun, hayat kısa

zülfü livaneli

yaşamak, direnmektir.

sürüden ayrılan insanı hiçbir rejim sevmez. sürüden ayrılmanın, birey olmanın ve kendi kafasıyla düşünmenin en önemli göstergesi ise okumaktır.

karl marx: sahip olduklarınız ne kadar çoksa, siz o kadar azsınız.

yüzlerce yıldır din kavramının öldürdüğü insan sayısı, belki de ruhunu kurtardığı insan sayısından daha fazladır.

geçenlerde iki kızımız kitapçı vitrinine bakarken biri ötekine dönüp "aaa bak kız!" demiş, "aşk-ı memnu'nun kitabı da çıkmış." öteki, "amma da çabuk yazıvermişler!" demiş.

sanat, güzellik yaratmanın, kendini ifade etmenin ve varoluşunu gerçekleştirmenin olduğu kadar, dünyaya müdahale etmenin de bir yoludur.

nef'i: allah türk'e çeşme-i irfanı haram kılmıştır.

mağara resimlerini görünce tektanrılı dinler tarihinin ne kadar kısa olduğunu bir kez daha dehşetle fark ediyorsunuz. dünyanın kabul ettiği milat daha dün gibi. demek ki insanlar o kayalara resim çizerken daha milada 28 bin yıl varmış.

stephen hawking: evrenin, bizim gibi yok sayılabilecek kadar küçük yaratıkların tasavvuruna göre var olduğuna inanmak mümkün değil.

insan dediğin öyle ideallerden falan oluşmaz. hırs, başarı arzusu, para kazanma hırsı, cinsel tutku, kıskançlık, başkalarını ezme duygusu.. işte insan budur. ve amacına ulaşmak için her türlü aşağılık numarayı çevirir.

bernard shaw: dans etmek, yatay bir isteğin, dikey anlatımıdır.

"her şeyi kaybeden, her şeyi kazanır."

montaigne: bana doğru gibi gelen hiçbir fikir yoktur ki aynı zamanda yanlış gibi de gelmesin.

ilerleme, insanın başkaldırması ve kendisini engelleyen yasakları geçersiz kılması demektir. en yalın tarifiyle "ilerici" olmak da budur. ciddi bir düşünce ortamında, yasaları savunmaya öncelik verip de "ilerici" gibi görünmenin yolu yoktur. ama ne yazık ki türkiye'de böyle gariplikler yaşanabiliyor.

gülmek zeka belirtisidir.

bilimin sustuğu noktada şiir başlar ve evrenin gizli kapıları şiirle açılır.

jean-paul sartre: savaşta ölen bir tek çocuk karşısında benim bütün kitaplarımın ne değeri var?

jose ortega y gasset: ben, kendimin ve çevremin toplamıyım.

ahmet ertegün: kültür azınlık içindir. yani piramidin en tepe noktasıdır. eğer insanlara bir şey satmak istiyorsan, piramidin en alt tabanına hitap edeceksin.

thomas jefferson: siyasetçileri zapturapt altına almak için onları anayasaya zincirlemek gerekir.

platon: bir toplumu yönetecek olan kişiler bu işe çok istekli olmamalı. neredeyse gönülsüz kişiler arasından seçilmeli. kendi paralarıyla, varlıklarıyla idare edebilecek durumda olmalılar. filozoflar arasından seçilmeleri daha uygundur.

zaman bütün devletlerden güçlüdür.

bernard shaw: sanatçıların sezgileriyle buldukları tüm gerçekleri, bilgin denilenler budalaca bir didinmeyle laboratuvarlarında yeniden ortaya çıkarırlar, uzun süre sonra.

spinoza: üzülme, öfkelenme; sadece anla!

toplumların tarihleriyle yüzleşmelerinin ve kendilerini tanımalarının en önemli yollarından biri de romanlardır.

bernard shaw: gazetecilik, bir bisiklet kazası ile uygarlığın çöküşünü birbirinden ayıramayan bir alandır.

egoyu sadece aşk yenebilir.

edebiyatımızda bir raskolnikov yoktur. türkler suçluluk duymaz ama utanır. bu kültürde rezil olmak, küçük düşmek korkusu, işlenen bir suçun yaratacağı vicdan azabından kat kat güçlüdür.

joseph campbell: çocuğu olduktan sonra bir insan doğa bakımından ölü sayılır.

sizi bilmem ama ben dünyada en çok cehaletten korkarım. çünkü cehalet kendi bildiğinin dışında bir bilgi ve düzey olduğunu fark etmeyen bir kör karanlıktır. zehirli tutkular ve fanatik öfkeler üretir. en kötü yanı da cahilin, cahil olduğunu bilmemesidir.

içten olmak bir sanatçının en önemli avantajı ama bir politikacının da büyük zaafı.

dünyada komünizm bitti ama bizdeki anti-komünizm henüz bitmedi.

yaşam dediğimiz, duyumsamalarla, çağrışımlarla zenginleşen, ayrıntılarla yoğunlaşan bir şey. bu ayrıntıları ve duyguları çıkarıp attınız mı, elinizde kuru bir kabuk kalıyor.

hayatta referans noktaları olmayan insan, uçuruma düşer.

hiçbir başarı küçük bir kız çocuğunun gülüşündeki mutluluğu yaratamaz. hiçbir ün, baharın ilk günlerinde omzunuzu ısıtan güneş kadar değerli değildir. bir insanı sevmenin derinliği hiçbir iktidarla kıyaslanamaz. mutluluk, insanın kendi yaşamında. küçük görülen, horlanan insani ilişkilerinde ve doğayla uyumunda.

sanat da hayatın gerçeği gibi devrimcidir.

antonio gramsci'nin dediği gibi, "eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı" bir değersizleşme, bir çürüme, bir nihilizm dönemi yaşıyoruz.

* ars longa, vita brevis: lat. sanat uzun, hayat kısa.

meşrutiyet

balzac

meşrutiyetin ilk sonuçlarından biri zekâların köreltilmesidir. sanat, bilim, anıtlar günümüzün cüzzamı olan korkunç bir egoizm duygusuyla yerle bir edildi. işte meclisteki koltuklarında oturan ve kavak ağacı dikmekten başka bir şey düşünmeyen üç yüz burjuva!

istibdat yönetimi el altından da olsa büyük işler beceriyor; oysa özgürlükçü hükümet çok küçük şeyler yapmak zahmetine bile katlanmıyor.

imece eğitim sisteminiz insan etinden yüz paralık maden paralar imal ediyor. eğitimle törpülenen bir toplumda bireysel yetenekler yok ediliyor.

aklın gücü her şeyi yok etti. mutlak özgürlük toplumları, kişiyi tıpkı zaferden bıkmış bir ingiliz milyoner gibi intihara sürüklüyor.

12.07.2015

öteki peygamberler

anthony storr

en derinlerde hissedilen temel insani deneyimlerden bazıları bütünüyle mantık dışıdır.

eğer hiç kimse paylaşmıyorsa, yeni bir görüşün güvenilirliğine duyulan inancın sürdürülmesi oldukça güçtür.

bazı insanlar için, bir başka kişinin dinlemeye ve onu yakından tanımaya hazır olduğunu bilmek ve tanındığı halde reddedilmediğini keşfetmek, başlı başına bir aydınlanmadır.

"inancını yitirmek istiyorsan rahiple arkadaş ol."

mitler çoğunlukla, bizim yansıtmalarımız üzerine yapılanırlar; tüm gerçeklerin ortada olduğu yerde hayal gücü yeşermez.

yeni bir mesajı olan her peygamber, kurulu düzen tarafından dışlanır.

çoğumuz, siyahın siyah, beyazın beyaz olduğu, iyinin kötüyü yeneceği ve erdemlilerin cennete gideceği, günahkarların ise cehennem ateşine atılacağı çocukluk günlerine geri dönme isteğini gizli gizli taşırız.

bir şiirde ya da bir başka sanat yapıtında yeni bir bütünlük yaratmak, aslında sanatçının, kendi ruhunun iç dünyasında kaybettiği bütünlüğü bulma veya yeni bir bütünlük oluşturmasının yanı sıra, dış dünyada gerçek bir varlık bulan bir ürün yaratma çabasıdır.

en aklı başında ve mantıklı insanlar bile, aşkın çekiciliği ve kuruntularına karşı bağışıklık sahibi değildir. aşkta hayal kırıklığına uğramak yıkıcı olsa da, hiç aşık olmamış olmaktan daha iyidir.

dünyada pek çok insan, hiçbir kanıtı olmayan ve eleştirel olarak incelemeye açık olmayan inanç sistemlerine sahiptir.

ünlü kişileri olduklarından daha değerli görme eğilimi sadece guruların müritlerine has bir özellik değil, hepimizin paylaştığı insani bir zaaftır.