17.03.2021

ikarus'un kanatları

frida kahlo

bu, bitmek tükenmek bilmez bir can çekişmeden ibaret olan yaşamımla ilgili olarak şunu söyleyebilirim: ben uçmak isteyip de uçamayan bir kuş gibiydim.

hem de çaresizliğini kabullenemeyen bir kuş gibi. hele bir de, kuşun içgüdüsel olarak kas ve sinir sistemine yayılan denetlenmesi olanaksız bir refleksle kanadının ucunu kaldırmaya, tüylerinin yelpazesini açmaya çalıştığı, yaşamsal atılımın orada olmasına rağmen bedenin buna tepki göstermediği, titreyen kanatlar açılamadan ağır bir biçimde yere indiği düşünülürse..

kanatları uçmasına değil, yalnızca yürümesi için biraz destek almasına yarayan, yere düşmüş bir kuştan -ki bu durumda kanatlar minicik ayaklarla büsbütün orantısız görünür- daha hüzünlü bir görüntü olamaz. kısa bir süre önce alçak bulutlara karışacak kadar hafif olan kanatlar birden öylesine ağırlaşmıştır ki, kurşuni gri bir sokağın ya da bir avlunun çakıllı zemininin mıknatısınkini andıran çekim alanına girivermiştir. çocukken günün birinde küçük bir uçak maketi istemiştim. bunun yerine, kim bilir hangi azizlikle bir melek giysisine sahip oldum. (eminim ki bu fikir annemin aklından çıkmıştı; çünkü uçakları meleklere dönüştürmek daha çok katoliklere yaraşır bir davranıştır.) basit bir şekilde dikilmiş -belki de annem dikmişti, pek anımsamıyorum- altın sarısı yıldızlarla süslü bu beyaz, uzun elbiseyi giydim. sırtımda, meksika'nın her yerinde, hatta tüm yoksul ülkelerde oyuncak ve çeşitli eşya yapımında kullanılan hasırdan büyük kanatlar vardı.

ne mutluluktu o! uçacaktım!

ama bu mümkün olmadı. umutsuzca yere çakılı kalıyor, anlamıyordum. kanatlarım beni havaya yükseltmiyor, korkunç bir ağırlık veriyorlardı. çocuk kalbime dolup taşan tüm umuda karşın uçmam için yapılabilecek hiçbir şey yoktu.

soran gözlerle çevreme bakıyorum. soruma, endişeme, yarım ağızla yanıt veriliyor, biraz da gülünüyordu. az sonra ne söylendiğini anlamaz oldum. yetişkinler olduklarından daha da büyük görünmeye başladılar. bense, kanatlarımla, uçarak, bir an için de olsa onları altımda görmeyi ne çok istemiştim! hepsi bana mantıksız göründü, birer karabasan kahramanı gibiydiler. suratları, mimikleri, sözlerinden kulağıma çalınan parçacıklar kafamda birbirine karışıyordu. ne olduğumu, orada ne yaptığımı kendim de bilemez hale gelmiştim. çevremdeki her şey bulanıklaştı. her neyse, iki gözüm iki çeşme ağlamaya başladım ve gözyaşlarımın buğusunun ardından küçük bir kızın, aynanın öbür tarafında kendi gerçeklikleri içinde yer alan ve hiçbir şeyi anlamamış olan insanlara yöneltilebileceği tüm bedduaları sıraladım.

yaşamımın bu anını, 1938'de yaptığım, "onlardan uçak istersiniz, size hasır kanat verirler" adını taşıyan tabloda görüntüledim; yüzümde düş kırıklığı, elimde düşlediğim uçak, sırtımda iplerle göğe bağlı kanatlar ve yere çakılmış bağlarla bağlı, tutuklu bedenim.

ikarus'un eriyen kanatları gibi benim kanatlarım da birer saman aleviydi. her ikisi de birer yanılsamaydı.

bu, herhalde yazgının bir işaretiydi. geleceğin, ilerdeki dizi dizi özürlerimin bana hazırlayacakları oyunların bir provasıydı.