29.09.2015
uzun lafın kısası
bertrand russell: bir suçsuzun cezalandırılmasındansa, doksan dokuz suçlunun cezadan kurtulması daha iyidir.
cicero: iftira kadar hızlı çıkan, kolayca ortalığa atılan, çarçabuk kabul edilen, alabildiğine yayılan hiçbir şey yoktur.
erik orsenna: en güzel hikayeler hep daire biçimindedir; kalbimizin en derin noktasına dokunmak için bizleri en uzağa götürür.
hakan günday: üçüncü dünya ülkelerinde rütbe yoktur. tanrı ve kulları vardır.
jean baudrillard: büyük insan zamanının önündedir; akıllı insan zamanında bir şeyler yapar; aptallar da zamanın önünde dikilirler.
klaus schröter: sağlam bir kahkaha dünyadaki en iyi şeydir.
alexandre dumas: mutluluk, büyülü adalarda kapılarını ejderhaların beklediği saraylar gibidir. onu elde etmek için savaşmak gerekir.
mehmed uzun: dünyada hiçbir fikir eseri yoktur ki zulme karşı başkaldırmamış olsun.
oscar lewis: bir kadının mutlu olabilmesi için kendisini iyi giydiren, iyi doyuran ve iyi okşayan bir erkeğe ihtiyacı vardır.
şevket rado: insanlar dünyadan değil, insanlardan şikayetçidirler.
sadık hidayet: bana göre değil bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuş bu dünya. yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmayı bilenler için.
28.09.2015
gala'ya mektup
aşkın biçimi, yaşamın tüm biçimlerini gölgede bıraktı.
organına, gözlerine, memelerine, ellerine, ayaklarına, ağzına tapıyorum ve düşüncene, sevgili gala'm. özgürlük beni sana bağlı kılıyor.
seni görmeye ihtiyacım var çünkü, çünkü seni korkunç derecede, gerçekten seviyorum. geceler ve günler boyu seni, gözlerini, bedenini, ruhunu, organını düşlüyorum. seni ezelden beri seviyorum, tutkuyla ve sonsuza kadar.
sana kırmızı bir mantı, siyah çoraplar, kırmızı eldivenler, kırmızı bir maske, savrulan saçlar gerekli; mantonun içinde başını bir yana eğmişsin, bense geriye kalanların ardından, içinde sen olmayan her şeyin ardından, gerçek yaşamım olan senin ardından bir ölüyüm sanki, o yalın ve tatlı gözlerine, o iyi ve güzel ellerine, beni heyecanlandırmak için var olan, organının, o taptığım organının tüylerinden daha yumuşak olan memelerine duyduğum aşk içinde.
ayna mı yitirdi yanılsamalarını yoksa dünya mı sıyrıldı donukluğundan? kendi kendini işliyor toprak. kışın güneşi bulmak için kar'ı eşelemek yeter. yazın, meyvelerin buzdan çekirdekleri var. kuşlar gösteriyor saatleri -öğle vakti, tutuşuyor kanarya; saat altı, titriyor hoppa (gün çatladı); gece yarısı, boş gözlere gece topları atan işkilli bir oyunbozan. hep elinizden kurtulacak tek bir varlık içindir gizlenecek yerler bir tek. geceleri arayacak olursanız onu, ışığın içindedir; arasanız gündüzleri, uyuyor olacaktır. kuralım aşkın tuzaklarını.
yaşayıp yaşamadığımı anlamak için seni üzerime yatmış görmek isterdim. çırılçıplak ve bacaklarınla beni kavramış durumda göğsümü öpmeni isterdim. sonra beni getirmeni. işte bak şimdi var olduğunu hissediyorum. burada ilk kez. gerçekten bir tek seni seviyorum. hem de çok. tamamen seninim.
seni bluzun ve elbisenle düşlüyorum, altında hiçbir şey yok. ya da etek ve kazakla. bu açık saçık giysilerde çıplaklığını hemen yanıbaşımda hissediyorum, sertleşmiş ve dimdik organım seninkini arıyor ya da ellerini.
seni yeniden görmek için yanıp tutuşuyorum. tenlerin en çekicisi, gözlerin en derini, vajinaların en sıcağı, tutkuların en çılgını, kadınların en güzeli, en cüretkarı, en özgürüsün sen.
ne düşündüğünü söyle bana. sürdürdüğüm yaşamla pek uzlaşmayan büyük hüzünlü bir düşün peşinden gittiğimi söylemeliyim.
bana uzunca yaz. organını durmamacasına benimkiyle okşuyorum.
birkaç gün sonra görüşmek üzere. organından uzun uzun öperim. sonsuza kadar seninim.
"sevgili tatlı çocuğum, tapılası kocam, seni ağzından ve her yerinden öpüyorum. sonsuza kadar karın, gala'n." (gala)
26.09.2015
bütün eserleri
baskı, zorba iktidarların silahıdır.
insanın kalbi saat gibidir, dostlar kurmayı unutursa işlemez.
gevezenin sermayesi sözdür.
"insan kişiliğinin gelişmesi ve birliğe kavuşmasını ben bir insanın ulaşabileceği en büyük başarı sayıyorum."
(jose garcia villa)
özgürlük kavramının birimlerinden biri ve başlıcası terör ve onun gücü ise erdemdir. ve terör olmadıkça erdem güçsüz kalır. terör, erdemin eyleme geçmiş adımlarıdır. amansız, bağışlamaz -kayra tanımaz- adaletin ta kendisidir.
din
insanlar kendilerini avutan, hoşnut eden ya da onlara bir çıkar vaat eden her şeye inanırlar.
saçma görüşlerin zamanla çekiciliklerini kaybederek moda olmaktan ve var olmaktan çıkacakları; tutulmayan yalancı vaatlerin alayla karşılandıktan sonra unutulup gidecekleri, yok edilmeleri olanaksız doğru görüşlerin -çünkü doğru görüşler, ortaya çıkarılmasalar, unutulsalar bile tekrar tekrar yeni baştan keşfedilirler- ise yaşayacakları; bu fikirlerin, bilim adını verdiğimiz, doğrulukları araştırılıp ispatlanmış bilgiler yığınına katılacakları düşüncesiyle avunuyorum. kafalarımızı donattığımız, iyice denenmiş köklü görüşleri bizler bu yoldan ediniriz; okullarla üniversitelerin sahte eğitiminden bambaşka olan asıl eğitimi de işte bu donanımlar meydana getirir.
ne yazık ki, bu basit varsayımın karşısında, bunun kendi içinde gizli olan bir engel vardır. bu gizli engel, ihtiyatlı olmayı salık veren şu eski öğüdün unutulmasıdır: "temiz su bulmadan kirli suyu atma." bu öğüt, "temiz suyu bulunca da kirli suyu mutlaka at ve her ikisinin karışmasına izin verme." öğüdüyle tamamlanmadıkça şeytanın ta kendisidir.
işte bu bizim hiçbir zaman yerine getirmediğimiz şeydir. temiz suyu kirli suyun içine boşaltmakta ayak direriz, kafalarımızın hep bulanık oluşu bundandır. günümüzün eğitilmiş insanının kafası, içindeki en yeni ve en değerli şeylerin, müzelerin döküntü ambarlarına yakışır beş para etmez antikalardan, süprüntüden oluşmuş pis kokulu bir yığının üzerine gelişigüzel atılı bulunduğu bir mağazaya benzetilebilir ancak. bu mağaza hep iflas halindedir.
dine kaba bir fetişizm, bir çeşit gözbağcılık diye bakan cahiller bile, onu, cinleri def eden, tanıkları yalan söylemekten alıkoyan ve bir askerin cebinde dindarca duygularla taşındığında kurşunları durduran kağıttan bir tılsım olarak aziz tutarlar.
bir din gerçekle arasındaki bağları kopardı mı, tam anlamıyla afyon haline gelir. bozuk siyasal sistemlerde halk tabakalarındaki çalkantıları yatıştırmak için bu afyon, yöneticilere yararlıdır. tiranlar bundan dolayı din adamlarına çok önem verirler. ne var ki uygarlık eninde sonunda ya namuslu gerçeğe dönmek ya da yok olmak zorundadır.
dünyayı olduğu gibi kabul et; zira onun ötesinde hiçbir şey yoktur. bütün yollar mezara çıkar, mezar da hiçliğin kapısıdır; hiçliğin gölgesinde ise her şey boştur.
benim sana öğüdüm, önüne çıkan bütün işleri yapabildiğin sürece elinden geldiği kadar iyi yapman ve böylelikle ne bir öğüt, ne iş, ne bilme ne de hatta var olmanın bulunacağı kaçınılmaz sondan önce sana kalan günlerini yararlılık ve onurla doldurmandır.
25.09.2015
beyaz ev
ziya osman saba
gözlerimin önünde hep aynı beyaz ev
her dağ yamacına kurduğum
beliren her su kenarında
pembe damlı, yeşil panjurlu, balkonlu
balkonuna tırmanan sarmaşık
gece, pencerelerinden sızacak ışık
kışın tütecek bacası
kapıyı ittiğinde çalacak bir çıngırak
-duyuyorum o sesi şimdiden, berrak-
geçeceğim yol, çıkacağım üç basamak
ellerinden sıyırıp atacağın eldiven
her halin, gülüşün, kokun, bütün ruhunla sen!
ah, bütün bir ömür bırakmayacağım el
okşayacağım saç, dinleyeceğim ses
bakmakla doymayacağım yüz
açık panjurlardan o gün dolacak gündüz
o günkü hava
bir kapıyı açman, dolaşman sofada
şaşıracağım: böyle gezinen kim?
-evim! evim!.. ellerimle asacağım
camlarına perdelerini
yatak odasında düşüneceğiz bir an
iki kişilik karyolanın yerini
yatak odamız, yemek odası, kiler
raflarında ellerinle yapılmış reçeller
karşı karşıya oturacağımız sofra
sürahide ışıldayan su
yazın, rüzgâra koyacağımız testi
senin yatacağın öğle uykusu
sararacak bir yandan çardaktaki üzümler
kâh esecek rüzgâr, kâh dinleyeceğiz yağmuru
kâh karlarla bembeyaz kesilecek çimenler
hep geçireceğiz içimizden:
hayat beraber, ölüm beraber
şu göklerin altında
olacağız o kadar bahtiyar
ki çıkıp mezarlarından annemiz, babamız da
beyaz evimize yerleşecekler
uzun kış geceleri onlar da aramızda
göz göze bakışacak, mangalı eşecekler
yakut yüzük
yalnızca ne istiyorsan onu yaparsın. eğer bu yalnızca yiyip içmek, izleyip dinlemekse öyle olsun. ama büyük bir sanatçı olmak için, hayatın sunduğu her şeyi anlaman gerekir.
amaç barışsa, mümkün olduğu kadar uzun süre tarafların hepsiyle müzakere, herhangi bir zorluk karşısında izlenebilecek en akıllıca yoldur.
bir erkek temel ihtiyaçlarını inkar etmemeli; yoksa tehlikeli bir yöne sapar.
"bir gülümsemenin parıltısıyla beni büyüleyerek dedi ki: "dön de dinle; çünkü yalnızca gözlerimde saklı değil cennet." (dante)
oyunu oynamayı bilen zeki kadınlar büyük ve nüfuzlu odalıklar olurlar.
hiç kimsenin, içinden gelmeyen bir şey yapman için seni zorlamasına izin verme.
hiçbir zaman yeri tam olarak doldurulamayacak türden bir kayıp ve ben de en iyisinin hiç denememek olduğuna karar verdim. en iyisi önemli anları içinde saklayıp beslemek; onlara özenle bakmak ama yalnızca bu kadar.
24.09.2015
bir balık, bir su, bir ay
isteğin önünde gecenin saat üçü vardı. gözlerim hadi benim diyelim ama yatağın sıcağı vardı. çünkü mevsimlerden soğuk bir sonbahardı. hayır. istek varsa bütün yollar kısaydı belki ama münasebetsizlik değil mi işte gecenin o saatinde kimbilir hangi puştun önüme ördüğü pis bir duvar vardı. gözlerim benimdi ya kolaydı. e uyku da benim uykum sonunda. soğuksa dayanılır bulunur bir çaresi. yola gelince zaten söyledim. kısa. bir tek duvar. duvar. birdenbire yürek gümbürtüsü bir dil gövdemin dört bir duvarında. birden. gitmeliyim. gitmek zorundayım. gitmezsem olmaz. kolay değil olsun yıkmak. tırnaklarımda onca kan. olsun. göğsüm lime lime. olsun. can mı dayanır buna. olsun. yıkmak zorundayım. yıkmazsam olmaz. olmaz işte. yıktım. ve giderayak baktım. istemeden. elimde olmadan. öylesine. yani dön de bir bak dedi sanki biri. dön de bir bak. sonra gene o biri o biri sen olmayasın dedi de bakmak zorunda kaldım işte: öfke. bir de eli ayağı tutuşmuş bir hırs. sonra da dimdik istekti. dikili gözleri ardına kadar ve dişleri korkunç. korkunç. korkunç. oturup sonra da kayanın bir ucuna. denize karşı. korktum bütün bir gün. güneşin her yalayışında dört duvarımı. titreye titreye. denize sordum gene tek çarem. bana dilsizdi. ki balığıma kapandım. ve birdenbire. belki dedi biri kim. konuş. açık konuş.
hiçbir şeyi görmüyor dilim onun o dile akışından başka. ah hayvan. oysa niye hayvan diyorsa bu şimdi burdaki adam. şeylerden başka şeylerden de çevrili olduğundan mı yoksa. yani işte bir kadın. bir kadın daha işte. ve onların mı değil mi önemi yok iki de erkek. çocuk da var ama onun günahı yok. kedi de öyle. ah kimbilir. belki kadınların da. adamların da. peki o zaman kime soralım o dilin su yolunda yılansı kıvrımlarla sürüne sürüne o dile doğru niye hayvanlığını üstelik gecenin bu saatinde üstelik bakmasak bile perdelerimizden. tabii ya perdelerimizden. ay vardır tepemizde sapasağlam. yani gecenin bu en güzel saatinde biz gene de mi susalım. iyi ama bu hep. hep. hep bu işte yıllardır. yıllardır bu. bak çünkü. bak bir de kanıyor ortalık yerde. ve hayvan demişsem bile ben bir kere. içim acıyor. çaresizim. acıyor. yani. namussuzum abartıyorsam. hani kendimi kandırmak filan. ama ortalık ayan beyan kan revan. kedinin huysuzlanması bile şimdi bu kırmızıdan. çocuk çocuk işte. aldır ama unut. erkekleri geçelim şimdi. çabuk ol. geçelim. ama bir kadının şimdi. yani o iki kadından bir kadının en üst omurunda birdenbire şimdi. bir ürperme sanki. ah hayvan. ah yok ki. bu dünyada bilmek yok ki. dil ya da su bu büsbütün biri ötekine doğru akışların dili yok ki. öyleyse mi diyelim o zaman. bütün akşamlar ve bütün sabahlarda bilinmez mi ki hiç kimin kimi çağırdığı. ah o da işte. o da işte: kimin kimseyi çağırmadığı. boğuyorum ben de. boğuyorum işte. başka ne yapsam. hem herkesler de gülüyorken hazır suçsuz. dilime bir çentik daha. suyu ve yalanı kutsuyorum.
söylemek zor olsa kolaydı her şey. susardım. dilim hiçbir su yolunda o zaman. elimin kanaması bilinen bütün duvarlar önünde yok. yazı yok çünkü hatırlasana. onların bildikleri. ve benim düştüğüm. ele verdiğim. çoraplar ördüğüm. sonra da şu malum hırka. bir de ben. ama ne malum. ben olsam suyu hatırlardım demiştim senin yerinde olsam. kendi diye. kendi diye taşları bile severmiş de söylemezmiş diye. otları da hatta. rengini veren kuşları da. çünkü düşün. her uçuşu bir düş düşürür de bakmaz gene de kimse. o da. öteki de işte. susardım. ve her hecede bir yaş daha büyümezdi bu hayvan. zor olsaydı adını söylemek dünyanın doğduğu gecenin. gecenin ırmaklarının o hiçbir şeyden habersiz akışlarının içinde yansıyan ayın. bir de yalnız değil miydi ay. bir de güzel değil miydi yazısı kolay ve akışıyla kendi. sonra da işte o bütün ırmakların sularında da. taşlarında da. o kimsesiz ve mumnun toprakların otlarında da. tek yeşili kuşanan. yeşile yakışan kuşların da. sorma artık. daha ne isterdi ki. belki. kuşkusuz belki. ben sandım dil de bir aydır da su da yapar kendine. sonra o gecenin ırmaklarının hem taşlarıyla yeşim bir bakarsan. elbette. kimbilir. uçar da. ama ne yazık ki. ah ne yazık ki. susmakmış meğer gecenin zoru. susardık biz de. artık hep susardık.
22.09.2015
tercih
insanların önüne bazı giyim eşyalarını dizseniz ve onlara bir tanesini seçip almalarını söyleseniz, genellikle en sağdakini alırlar. ama daha sonra onlardan o eşyayı seçmelerinin nedenlerini sıralamalarını isterseniz hiç kimse "çünkü en sağda duruyordu." yanıtını veremez. yalnızca eşyaların özelliklerinden söz ederler.
aynı nesnelerin başka türlü sıralanarak sunulduğu deneylerden geçmedikleri için bu insanlar, soldan sağa doğru dizilmişlik konumu gibi aptalca bir etmenin davranışlarını etkilediğini bilemezler. işte bizi etkileyen şeylerle ilgili anılarımız konusunda en önemli sorun budur. hiçbirimiz hayattaki seçimlerimizin nedenlerini ayıklamak için yapılan deneylerden geçmedik.
hans eysenck'in bir zamanlar dediği gibi, anne ve babanın çocuk üzerindeki en büyük etkisi gebeliğin oluştuğu andadır. doğar doğmaz özdeş ikizinden ayrılmış ya da bir başka bebekle birlikte evlat edinilmiş ve onun "sanal ikizi" olarak büyütülmüş biri dışında, insanların yaptıkları seçimler üzerinde genlerinin etkilerini bulmalarının yolu yoktur.
insanların en sık sözünü ettiği etki anne ve babalarının etkisidir. akademi ödüllerini kazananların ödülü alırken yaptıkları konuşmalar gibi, bir özyaşamöyküsü de, bize karşı sevgilerini esirgememiş olan insanlara teşekkür etmek için bir fırsattır. insanın ana-babasını şükranla anmaması bir evladın gösterebileceği nankörlüğün daniskasıdır.
ama davranışsal genetiğin bir ikinci bulgusu bize, anne-babanın herkesin sandığından daha az etkili olduğunu gösteriyor. yetenek ve mizaç ölçülerinin çoğuna göre, doğdukları zaman birbirlerinden ayrılmış kardeşler büyüdükleri zaman aralarında, birlikte büyümüş kardeşlere göre daha fazla fark olmuyor; evlat edinilmiş ve birlikte büyümüş kardeşlerse büyüdükleri zaman hiç de birbirlerine benzemiyor. bunun anlamı şudur: bir aile içinde iki çocuğun büyürken paylaştıkları her şey -ilgili ya da ilgisiz, sıcak ya da soğuk, derli toplu ya da dağınık, incelikli ya da kaba olan ana baba- bizi biz yapmakta uzun dönemde çok az etkili oluyor ya da hiç olmuyor.
bugün bizi biz yapan şey çocukluk deneyimlerimiz değil, çocukluk deneyimlerimizi oluşturan bugünkü bizleriz. olayları doğru anımsadığımız zaman bile, onların hayatlarımızın nedensel dokusu içindeki yerlerini genellikle yanlış saptarız.
anton çehov, bir oyunun ilk perdesinde seyirciye bir silah gösteriyorsanız, seyirci onun üçüncü perdede patladığını bilir, demişti. yaşam öykümüzü yazarken, üçüncü perdede silahın patlayacağını bilmek bizi o silahı birinci perdede göstermeye iter.
insanlara sertçe diş fırçalamanın sağlıksız bir şey olduğu konusunda inandırıcı savlar ileri sürerseniz, insanlar bu konudaki kanılarını değiştirmekle kalmazlar, eskiden bunun tersine inandıklarını inkar eder, hangi sertlikte fırçaladıkları konusundaki tahminlerini değiştirirler. çalışma becerilerini geliştirmek üzere işe yaramaz bir programa aldığınız kişilerin çoğu daha önceki becerilerini küçümserler; çünkü geliştiklerine inanmak isterler ve şimdiki anı değiştirmek daha güçtür.
insanların çoğu, yaşları ilerledikçe daha iyi uyum sağladıkları gibi yanlış bir kurama inanırlar, bunun sonucu olarak da kendilerinin yirmi beş yıl önceki uyumluluk oranını, olduğundan daha kötü olarak, yanlış hatırlarlar. bunun tam tersine olarak, çoğu insan yaşla belleğin zayıflama hızını, gerçekte olduğundan fazla abartır. yine anılarını kabullendikleri varsayımlara uydururlar ve altmışlarına geldiklerinde otuzlu yaşlarındaki bellek yeteneklerini abartırlar.
21.09.2015
ya sev ya terk et!
ülkemizin 'sıkı' milliyetçileri için, milliyetçilik öncelikle bir var olma koşulu, daha da iyisi, tüm duygularımıza yön veren, tüm edimlerimizde belirgin ve belirleyici bir payı bulunan bir temel içgüdüdür ya da böyle bir temel içgüdü olması istenir. bu içgüdü, gerektikçe kardeşi boğup komşuyu soymaya izin vermekle birlikte, hem ulusu, hem ülkeyi koşulsuz ve sınırsız olarak sevmeyi içerir. bu nedenle, coşkulu milliyetçilerimiz ikide bir "ya sev, ya terk et!" diyerek kapıyı gösterirler bize. ulusu ve ülkeyi sevmenin tek geçerli biçimi de kendilerininkidir.
"birisinin çok fazla gururlandığı, çok mağrur davrandığı yerde, 'öteki'nin utancının ve aşağılanışının gölgeleri vardır. ya da çok fazla aşağılandığını hayal eden biri, mağrur bir milliyetçilik ile çıkar karşımıza." (orhan pamuk)
görünüşe bakılırsa, bizim için yurttaşlığın ana koşulu yurdu sevmek, şöyle böyle sevmek de değil, üzerinde olup biten hiçbir aykırılığı görmeyecek, görmeye yanaşmayacak ölçüde tutkuyla sevmek; bir de, gününü doldurmuş kahramanlık sözleri dışında hiçbir şey söylemeden susup oturmak. bu yüzden olacak, arada bir, hem de yurdun kendisiyle doğrudan ilgili olmayan nedenlerle, kent sokaklarının çok 'veciz' bir uyarı tümcesiyle donatıldığına tanık oluruz: "ya sev ya terk et!"
20.09.2015
arzu
arzu, pek çok dinde şeytandır.
balık için içinde yüzdüğü akvaryum neyse gerçekçilik de insan için odur. zihinden doğmamıştır. gerçeğin araştırılmasıyla hiçbir ilgisi yoktur. o insanı kavrar ve içine işler; insan ona hiçbir zaman bütünüyle sahip olamaz.
insan bir rastlantıdır ve temelinde, dünya, unutulmuşluktan yaratılmıştır.
sanat dünyası ölümsüzlüğün değil, başkalaşmanın dünyasıdır. günümüzde sanat yapıtının yaşamı, başkalaşmadır.
napoleon: bir devlet adamı her zaman bir köşede yalnızdır; karşı köşede ise bütün dünya vardır.
bir gün gelecek, insanların birbirlerinden kişiliklerinin biçimleri kadar anılarının biçimleriyle de ayrıldıklarının farkına varılacak.
"düşmanın sana hakaret ederse git kapının önüne otur. cesedinin geçtiğini göreceksin." (arap atasözü)
gandhi: üç düşmana karşı mücadele ediyorum: ingiltere'ye, hintlilere ve kendime karşı.
"dünyanın anlamı insana, kral arabalarının, ezdiği akreplere olduğu kadar erişilmezdir."
18.09.2015
inanna'nın vulva şarkısı
17.09.2015
aforizmalar
diane arbus: fotoğraf sır içinde sırdan ibarettir. ne kadar çok şey söylerse o kadar az bilirsin.
w.h. auden: cinayet, toplumu bozduğu ve yaraladığı için eşsizdir. bu nedenle toplum, kurbanın yerine geçerek onun adına hesap sormalı ya da affetmelidir.
albert pine: kendimiz için yaptığımız şeyler bizimle birlikte ölür; başkaları ve dünya için yaptıklarımız ise kalıcı ve ölümsüzdür.
joseph conrad: kötülüğün kaynağının doğaüstü bir güç olduğuna inanmak gerekmez. yalnız bir adam her türlü kötülüğü yapabilir.
nietzsche: bir şeyin mantıksızlığı varlığının kanıtı değil, aksine koşuludur.
albert einstein: hayal gücü bilgiden çok daha önemlidir. bilgi sınırlıdır; fakat hayal gücü dünyalar kadardır.
rose kennedy: kuşlar fırtınanın ardından cıvıldarlar. neden insanlar da gün ışığının onlara sunduğu hazların tadına varmazlar?
william faulkner: sadece akranlarından veya atalarından daha iyi olmak için canını sıkma; kendinden daha iyi olmaya çalış.
16.09.2015
sartre: tarihin sorumluluğunu almak
entelektüel, hatalarından çok şey öğrendiğimiz, ufuk açıcı, yeni fikirler doğurucu şekilde yanılabilen ve bir yere kadar takip etmeyi içimize sindirmiş olduğumuz kimsedir. (zeynep direk)
dünya benim bilincimde değil, onu gördüğüm, ona dokunduğum, onu soluduğum yerdedir, dışarıdadır. (jean hyppolite)
başkasının bakışının nesnesi olmak özgürlüğün kaybıdır. (zeynep direk)
praksis, insanlığın ölçüsü ve hakikatin temelidir. (sartre)
geçmiş, yaşama şansım olmadan olmak zorunda olduğumdur. (sartre)
düşmanımdaki karşıt insanın insani olmayışını yok ederken, aslında ondaki insanlığı yok edip onun insani olmayışını kendimde gerçekleştirmekten başka bir şey yapmış olamam. (sartre)
diyalektik, bir sentezin zamanı olarak gelecek eşzamanlılığın kuruluş imkanıdır. çünkü bu zeminlerin birbirlerini nasıl koşulladığını zaman ötesi bir formülde arayamayız; geçmiş ise kendinde'nin alanıdır. eşsüremli ve artsüremli ögelerin birlikte incelenmesi, pratik alanın maddi sentezi ile bir projenin geleceğe yönelen sentezi, ileriye gidişli ve geri dönüşlü bir yöntemin ontolojik imkanı olan bu gelecek ile mümkündür. (yusuf yıldırım)
sinoplu diyojen, zenon bir dersinde hareketin olanaksızlığını anlatırken, ileri geri yürüyerek ve gürültü çıkararak, zenon'un tezlerinin tersine, hareketin olanaklı olduğunu ispatlamıştı. zenon'un öğrencileri kendisini durdurmaya çalışınca, neden argümanlarımı engelliyorsunuz diyerek kızdığı rivayet edilir. (aliş sağıroğlu)
tarih, marksizmin basite indirgenen yorumunun zannettiğinden daha karmaşıktır ve insan, sadece doğaya, kendisini doğuran toplumsal ortama ve diğer insanlara karşı değil, aynı zamanda kendini öteki haline getiren kendi eylemine karşı da mücadele etmek zorundadır. (sartre)
"insanın özü, bir özünün olmamasıdır."
başkası, benim olanaklarımın gizli ölümüdür. (sartre)
"devrimci insan öncelikle, yaptığı şeyin anlamının bilincine biraz olsun varmayı başarabilen insandır."
umut, insanın amacıyla arasındaki bağdır; amaca ulaşılmasa bile varolan bağ. (sartre)
* katkılar: ömer albayrak, aliş sağıroğlu, francis jeanson, michel kail, devrim çetinkasap, richard sobel, yusuf yıldırım.
fanatizm
aslında her fikir yansızdır ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür. mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur. ideolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.
içgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz. tarih, bir sahte mutlaklar geçidi'nden, bahaneler adına dikilmiş bir tapınaklar dizisinden, zihnin gayri muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir.
dinden uzaklaştığında bile insan dine tabi kalır; bütün çabasıyla tanrı benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle. içindeki kurgu ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden gelir. bütün cinayetlerinin sorumluluğu tapma gücündedir. bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar; buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır.
hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvani temelini açığa vurmasın. hele insan ilgisizlik melekesini bir yitirsin, potansiyel bir katil haline gelir. hele fikrini tanrıya dönüştürsün, bunun sonuçları sayılamayacak kadar çoktur. ancak bir tanrı ya da tanrı taklitleri adına insan öldürülür. akıl tanrıçası'nın, ulus, sınıf ya da ırk fikrinin yol açtığı aşırılıklar engizisyon'un ya da reform'unkilerle akrabadır. kanlı marifetler konusunda coşku dönemlerinin üzerine yoktur. azize teresa ancak yakılan insanlarla çağdaş olabilirdi, luther de köylü katliamlarıyla.
mistik krizlerde, kurban iniltileriyle vecd iniltileri birbirine paraleldir.
darağaçları, zindanlar, hücreler ancak bir imanın gölgesinde çoğalır, ruhu hepten sarmış olan inanma ihtiyacının gölgesinde. bir doğruyu, kendi doğrusunu elinde bulunduran kişinin yanında şeytan bile epey soluk kalır. neron'lara, tiberius'lara karşı adaletsiz davranıyoruz. ayrılıkçılık kavramını hiç de onlar icat etmemiştir. katliamlarla kendini oyalayan, çığrından çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece. hakiki katiller, dini veya siyasi düzeyde bir ortodoksluk kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında ayrım yapanlardır.
"yeisle birleşeceğim ruhuma karşı
ve düşmanı olacağım kendimin" (shakespeare)
fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini kabullenmemekte ısrar edilince kan akar. kesin kararların altından bir hançer yükselir; alevli gözler cinayet habercisidir.
hamlet'ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla zarara yol açmamıştır.
kötülüğün ilkesi irade gerilimindedir, huzuru yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu, kanaatlerin ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği -bütün faziletlerinden daha soylu zaafları- alaya almakla gönül eğlemiş olduğu için, mahvolduğu bir yola, tarihe, o densiz sıradanlık ve kıyamet karışımına girmiş olan bir ırkın prometheusvari megalomanisindedir. orada kesinlikler çoktur. bunları kaldırın, özellikle de sonuçlarını kaldırın; cenneti yeniden kurarsınız.
düşüş, bir doğrunun peşine takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse, bir dogma için duyulan bir tutku, bir dogmanın içine yerleşme değilse nedir? bundan fanatizm doğar, -insana işgörür olma, peygamberlik yapma ve terör zevkini veren temel kusur-, o lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir, onları ezer ya da taşkınlaştırır. bunun elinden bir tek kuşkucular kurtulur -ya da miskinler ve estetler; çünkü hiçbir şey önermezler; çünkü -insanlığın hakiki velinimetleri olan onlar- tarafgirlikleri yok eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil ederler.
bir pyrrhon'un [kuşkuculuk okulunun kurucusu] yanında, kendimi aziz paulus'un yanında olduğundan daha güvenlikte hissederim; nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak olması nedeniyle. ateşli bir ruhta, kılık değiştirmiş bir avcı hayvan bulunur; kişi, bir peygamberin pençelerinden kolay kolay kurtulamaz.
ister sema adına, ister site veya başka bahaneler adına sesini yükselttiğinde uzaklaşın ondan. yalnızlığınızın satiridir, onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini, varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak ve sizi tanınmaz hale getirmek ister.
bir inanç tarafından ele geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan, selamet saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne yabancı bir olaydır.
etrafınıza bakın: her tarafta vaaz veren solucanlar; her kurum bir misyonu dile getirir; tapınaklar gibi belediyelerin de mutlakları vardır; yönetimin ise yönetmelikleri -maymunların kullanımına yönelik metafizik. hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya çabalar. dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar. dünya kaldırımları ve hastaneler reformcularla dolup taşar. olay kaynağı haline gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel bir karışıklık ya da kişinin kendi istediği bir lanet gibi etki eder. toplum: bir kurtarıcılar cehennemi! diogenes'in elinde lambasıyla aradığı, ilgisiz biriydi.
birisinin idealden, gelecekten, felsefeden içten bir şekilde söz ettiğini, emin bir ses tonuyla "biz" dediğini, "diğerleri"ni andığını duymam, kendini onların tercümanı olarak gördüğüne şahit olmam onu kendime düşman görmem için yeterlidir. onda bir tiran müsveddesi, aşağı yukarı bir cellat görürüm; tiranlar kadar, büyük cellatlar kadar nefrete müstehaktır. her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve bunu yerine getirenin "saflar" olması, olayı daha da ürkütücü hale getirir.
kurnazlara, düzenbazlara, zirzoplara güvenilmez; halbuki tarihteki hiçbir büyük kargaşa onlara isnat edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları için ne yüreklerinize ne de art düşüncelerinize karışırlar; sizi kendi gevşekliğinizin, ümitsizliğinizin ya da yararsızlığınızın eline bırakırlar; insanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur. fanatiklerin işkence ettiği ve "idealistler"in batırdığı halkları kurtaran onlardır. doktrinsizdirler, sadece kaprisleri ve çıkarları vardır; ilkeli despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin kere daha dayanılır olan uyumlu zaaflardır bunlar. zira hayattaki bütün kötülükler bir "hayat anlayışı"ndan ileri gelir. olgunlaşmış bir siyaset adamı, eski sofistlerin çalışmalarını derinleştirmeli ve şan dersleri almalıdır; bir de yolsuzluk dersleri.
fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz. bir fikir uğruna öldürüyorsa onun için pekala ölebilir de; her iki durumda da, tiran veya şehit de olsa bir canavardır. bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur. en büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar.
acı, güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır; zihin de kendini bir soytarının meclisinde bir kurbanınkinden daha rahat hisseder; onu, bir fikir için ölünen gösteriden daha fazla tiksindiren hiçbir şey yoktur. yücelik ve kan dökmeden bıkıp usandığı için, evrende eş düzeyde bir taşra sıkıntısının, şüphenin bir olay ve ümidin bir musibet gibi görüneceği değişmezlikte bir tarihin hayalini kurar.
15.09.2015
orfeo
"benim zavallı sahibim, benim zavallı sahibim! öldü; ölüp gitti elimden! her şey ölüyor, her şey, her şey; her şeyim ölüyor! ve hepsinin yerine ben öleceğime, hepsinin ölüp gitmesi daha kötü! zavallı sahibim benim! zavallı sahibim benim! burada, biraz sonra çürümenin vereceği, kemirilecek etin kokusuyla, solgun ve soğuk uzanmış yatıyor; bu artık benim sahibim değil. hayır, hayır değil. benim sahibim nereye gitti? beni okşayan, benimle konuşan sahibim nerede?
insanoğlu ne acayip bir hayvan! hiçbir zaman önündekini anlamaz. bizi okşar, niçin olduğunu bilmeyiz ve onu en çok okşadığımız ve kendimizi ona tam teslim ettiğimiz zaman bizi iter ya da cezalandırır. onun ne istediğini bilmenin yolu yoktur, kendisi de bilmez. her zaman olduğu yerden başka bir yerdeymiş gibi görünür ve kendisine bakana bakmaz. sanki başka bir dünya varmış gibi. kuşkusuz, eğer başka dünya varsa, bu dünya yok demektir.
ve sonra o konuşur ve karışık bir biçimde havlar; bizler uluruz ve ona öykünmek için havlamayı öğrendik; öyle de olsa onunla anlaşamıyoruz. ancak o da uluduğu zaman gerçekten onu anlarız. insanoğlu uluduğu ya da bağırdığı ya da tehdit ettiği zaman, biz öteki hayvanlar onu çok iyi anlarız. o sırada başka bir dünyaya dalıp gitmemişse. ama kendine özgü havlamasıyla havlar, konuşur ve bu onun, olmayanı bulmasını ve olana dikkat etmemesini sağlamıştır. bir nesneye bir ad verdiği an, o nesneyi artık görmez olur; taktığı ya da yazılı olarak gördüğü adı yalnızca duyar. dil, yalan söylemesine, olmayanı uydurmasına ve karıştırmasına yarar. ve onda her şey başkalarıyla ya da kendi kendisiyle konuşmak için birer bahanedir. ve hatta bunu, biz köpeklere de bulaştırmıştır.
hasta bir hayvandır, bunda kuşku yok. her zaman hastadır! yalnızca uyuduğu zaman sağlığından memnunmuş gibi görünür; ama her zaman değil; çünkü çok zaman uyuyuncaya dek konuşur!
sonra bizi aşağılar! edepsizliğe, utanmazlığa sinizm der; bu, köpekliktir ya da köpoğlu köpekliktir; o, ikiyüzlü hayvandır. dil, insanı ikiyüzlü yapmıştır. eğer edepsizliğe sinizm denirse, ikiyüzlülüğe de andropizm denilmelidir. ve bizi, biz köpekleri ikiyüzlü yapmak istemiştir; yani komik, soytarı yapmak istemiştir. biz köpekler, boğa gibi, at gibi insana zorla baş eğmedik, ehlileşmedik; ama birlikte ava gitmek için gönül rızasıyla, karşılıklı olarak birbirimize bağlandık. biz avı buluyorduk, o da avlıyordu ve payımızı veriyordu. işte böyle ortaklığımız toplumsal bir anlaşmadan doğdu.
üstelik bizi alçaltarak ve aşağılayarak borcunu ödedi. ve bizleri soytarı, maymun ve talimli köpekler yapmak isteyerek! soytarılık gösterisi yapmayı öğrettikleri, giydirdikleri, arka ayakları üstünde durarak, yakışıksız bir biçimde yürümeye alıştırdıkları bu köpeklere talimli köpekler diyorlar. talimli köpekler! insanlar buna, soytarılık yapmaya ve iki ayak üzerinde yürümeye akıllılık diyorlar.
iki ayağı üzerinde duran köpek, kuşkusuz her zaman sakladığı önündeki edep yerlerini edepsizce, utanmazca gösterir. insanoğlu da ayağa kalkıp dik duran memeli hayvana dönüşürken bunu yaptı ve hemen utandı, gösterdiği edep yerlerini ahlaksal zorunlulukla örtmek gereğini duydu. onlardan duyduğuma göre incilleri, ilk insanın, yani iki ayağı üzerinde yürümek için ayağa kalkan insanların ilkinin, tanrısının önüne çıplak çıkmaktan utandığını söylermiş. ve bu yüzden, cinsel organlarını kapatmak için giysiyi bulmuşlar. ama kadınlar da, erkekler de üzerlerine aynı giysiyi geçirdikleri için birbirlerini ayırt edemiyorlarmış; her zaman karşılarındakinin cinsiyetini anlayamıyorlarmış; işte bu yüzden binlerce sapıklık.. insana özgü olan. kendileri köpeklik ya da sinizm dediler. bizi köpeğe çeviren, bizi sinik, köpoğlu köpek yapan, ikiyüzlü yapan onlardır, o insanlardır işte. çünkü sinizm, köpekte ikiyüzlülük demektir; tıpkı insanda ikiyüzlülüğün sinizm olduğu gibi. birbirimize bulaştırdık.
önce insan, kadın ve erkek aynı giysiyi giydiler; ama karıştırıldıkları için farklı giysiler bulmak ve cinsiyeti giysiyle belli etmek zorunda kaldılar. bu pantolon denen nesne, erkeğin iki ayak üzerine kalkmasının sonucundan başka bir şey değildir.
zavallı sahibim! biraz sonra onu, kendisi için ayrılan bir yere gömecekler. insanlar, ölülerini köpeklerin ya da kargaların parçalayıp yememeleri için koruma altına alıyorlar, saklıyorlar! insandan başlayarak her hayvanın dünyada bıraktığı tek şey, birkaç kemiktir. ölülerini saklıyorlar! konuşan, giyinen ve ölülerini saklayan bir hayvan! zavallı insanoğlu!
zavallı sahibim benim! zavallı sahibim benim! o bir insandı, evet; ancak bir insandı, yalnızca bir insan! ama benim sahibimdi! bana ne kadar borçlu olduğunu aklından geçirmiyordu, düşünmüyordu! ne kadar! benimle konuşurken sessiz duruşumla, onu yalarken neler neler öğretmemiştim ona, benimle konuşuyor, konuşuyordu! beni anlıyor musun, diye soruyordu. evet, onu anlıyordum, konuşurken anlıyordum onu, konuşuyordu, konuşuyordu, konuşuyordu. o, benimle konuşurken, ruhundaki köpekle konuşuyordu. ben onun sinizmini uyanık tuttum.
işte şimdi şuracıkta soğuk, solgun, hareketsiz, giyinmiş, evet, ne içinden ne dışından konuşuyor. orfeo'na söyleyecek hiçbir şeyin yok artık. orfeo'nun da sessiz kalarak sana söyleyeceği hiçbir şeyi yok.
benim zavallı sahibim! şimdi ne olacak sana? onun içindeki konuşan ve düş gören nerede olabilir ki? belki de yukarılarda, tertemiz dünyada, yeryüzünün yüksek yaylalarında, insanların kutsal dedikleri, eflatun'un gördüğü o tertemiz, rengarenk dünyada; saf insanların ya da hava içerek, eter soluyarak arıtılmış insanların bulundukları, değerli mücevherlerin döküldüğü yeryüzü kubbesinin altında. orada kuşkusuz iyi köpekler de var: avcı san humberto'nun köpeği, ağzında meşalesiyle santo domingo de guzman'ın köpeği.. bir vaizin, resmini göstererek; işte varı yoğu küçük köpeği ile birlikte san roque, dediği san roque'nin köpeği. iyi köpek, gerçekten sinik köpek, orada, salt platonik dünyada, somutlaşmış düşünceler dünyasındadır. işte benim sahibim de oradadır!
ruhumun, bu ölüyle, sahibimin bu arınmışlığı ile temasa geçince arındığını ve sonunda, içinde eriyip yok olduğu o sise, içinden çıkıp geri döndüğü o sise doğru gitmek için can attığını duyumsuyorum. orfeo kapkaranlık sisin geldiğini hissediyor. ve hoplaya hoplaya, kuyruğunu sallayarak sahibine doğru gidiyor- benim sahibim! benim sahibim! zavallı adamcağız!
aşk ve kadın
balzac
bir kızın masum ve tekdüze hayatına nefis bir an gelir; o anda güneş ışınları onun ruhunu aydınlatır. bir çiçek düşüncelerini anlatır, yüreğin çarpıntıları beyni iyice ısıtır, düşünceleri belirsiz fikirlere boğar; masum hüznün ve neşeli tatların günü gelir. çocuklar görmeye başlayınca gülümserler. bir kız aşk duygusunu sezdiğinde, çocuğun gülümsediği gibi gülümser. eğer ışık, hayatın ilk aşkıysa, aşk kalbin ışığı olmaz mı?tüm bahtsız kadınlar birbirlerine benzer, aynı dili konuşur, aynı vericiliği gösterirler, bu vericilik hiçbir şeyleri olmayanların duygularını ve zamanlarını paylaşmalarıyla ilintilidir.
bağlılık konusunda kadınlar erkeklerden çok üstündürler. kadının onaylanmasını önemsediği tek üstünlük; erkeği, bu konuda onu aşmasına karışmadığı için bağışladığı tek niteliktir bu.
bir kız için evlenmek, onu az çok bahtiyar bir şekilde yaşatmayı üzerine alan bir adama kendisini kabul ettirmek demektir, para meselesi de bu taahhütle sağlam kazığa bağlanmış olur. ben dünyayı tanırım: genç kızlar, anneler ve büyük anneler, evlenme bahis mevzu olunca duygu bahsinde ikiyüzlülük ederler. hiçbiri rahat bir hayattan başka bir şey düşünmez. kızına iyi bir koca buldu mu, bir anne nefis bir iş başardığını söyler.
dinsel kurallara göre yetiştirilmiş bilgisiz ve saf genç kızlara göre, aşkın büyülü krallığına ayak bastıkları andan itibaren her şey yalnızca aşktır. kendi ruhlarının yansıttığı bir ışıkla çevrili halde yürürler ve âşıklarını ışınlarlar; onu kendi duygularının ateşinin şaşırtıcı renginde görürler ve ona en zengin düşüncelerini verirler. bir kadının yanlışları hemen hemen her zaman onun iyiliğe inancından, içtenliğe güveninden kaynaklanır.
kadın evde oturur, üzüntüsüyle baş başa kalır; oyalanacak hiçbir şeyi yoktur. içine battığı hüzün boşluğunun derinliklerine dalar ve bu boşluğu dualarının, gözyaşlarının sesiyle doldurur.
bu yazgı aşkta, hüzünle hissetmekte, kendini adamakta her zaman kadınların yaşamlarının teması olacaktır.
14.09.2015
bilinmez
generallerin en iyi dostu düşmanıdır. (rus atasözü)
bir varlığın yazılı tarihi yoksa bu dünyada bir hayatı yoktur.
tarla kuşu, yağmur damlasından dünyayı içsin diye yazarız.
insan denen bilinmeze mektuplar gönderdik biz. üstelik yanıt beklemeden. yaşamak adına başka çaremiz olmadığından; gelecek adına başka çaremiz olmadığından; "insan olmaktan başka" çaremiz olmadığından..
dağıstan'da avarlar, hayatını istediği gibi yaşayamamış insanların mezar taşlarına "100 yaşına kadar yaşadı ama dünyaya gelmedi" diye yazarlarmış.
huysuz bir kişi için "seyahat, adamı hiç değiştirmedi; gitti geldi ama yine aynı aksi, lanet adam" diyorlar. "gayet tabi" diyor sokrates, "kendisini de beraber götürdü."
günlük hayat bizden, bir ısrar ve vazgeçme bilgisi ister. geçmiş de gelecek de ancak bu bilgiyle bizim olacaktır.
ey acıdan damıtılmış yaşama sevinci; sen ne güzel, ne büyük, ne değerlisin!
hey sevgisiz toplum! kimse kimsenin yerini yaşayamaz. yüreğindeki "süveyda"ya sahip çık. ütopyanı ellerinle kur ve koru. geleceğin olmayacak yoksa.
13.09.2015
62 maket seti
aptalca oyunlar, hayat.
anlamak çoğaltan bir şeydir.
kadınlar da bekaret deyip dururlar. annen ya da doktorun gibi tanımlarlar onu; bilmezler ki sadece bir türlü bekaretin önemi vardır, ilk gerçek bakıştan hemen önce gelen ve ondan sonra kaybolan bekaret, işte tam o anda bir el bir örtüyü kaldırıp sonunda yapbozun parçalarını bir araya getirir.
gözler, bazılarımızın vazgeçtikleri yegane ellerdir.
bunalıma kapıldın mı gitgide dibe batarsın, sonunda da vatoz gibi yamyassı olursun. hani akvaryumda görmüştük. ama bunaltıya kapıldıysan etrafındaki her şey yükselmeye başlar. mücadele etsen de boşuna, en sonunda bir yaprak gibi yerde kalakalırsın.
derinlerde bir korku vardır; bir ayna, şişman bir müşteri, rasgele açılmış bir kitap, bir kapı aralığından yükselen küf kokusunun yüzüme vurduğu şeyi kabul etmekten kaynaklanır.
sizce gerçekten içimizde iki insan mı barındırıyoruz, sağda ve solda? biri faydalı, öteki faydasız.
günün birinde bir dosta mutlaka anlatman gerekir.
düşünmek faydasızdı; ancak gözünü açtığında son ilmekleri, o da belki, örülüp biten bir rüyayı boş yere hatırlamaya çalışmak gibi; duyumun karşıtı denebilecek bir şeyin içinde hala asılı duran ve belki de belirsizliği ileride tekrarlanabilecek o örgüyü sökmek demekti düşünmek.
bütün anestezistler böyle midir? yüzlere ihtiyacın yoktur bu meslekte. sağlam bir kalbin ve münasip bir masken olması yeter; çünkü bazen yolculuklar tek yönlü oluyor.
12.09.2015
dua
turgenyev: insan ne konuda dua ediyor olursa olsun, bir mucize dilemektedir. her dua kendisini şuna indirger: "yüce tanrı, iki kere ikinin dört etmemesini sağla."
schopenhauer: "arzularıma kapılmama izin verme" duasının anlamı, "kim olduğumu görmeme izin verme" demektir.
samuel butler: insanların duaları, çocukların oyuncak bebekleri gibidir. kullanışlı ve rahatlatıcı olmadıkları söylenemez; fakat onları ciddiye almak kolay değildir.
ralph waldo emerson: bir insanın duaları isteklerinin eksikliğinden, inancı ise aklının eksikliğinden kaynaklanır.
epikuros: tanrı onların dualarını dinleseydi, sürekli birbirlerinin aleyhine dua ettikleri için, insanların hepsi yok olurdu.
matt groening: din, aptallardan para koparmak için uydurulan bir sürü tuhaf ritüel ve ilahiden başka bir şey değildir. haydi, 40 kez tanrı'ya dua edelim; fakat önce bağış tepsisini dolaştıralım. ve bağış tepsisini dolaştırırken, lütfen yanınızdaki insan sizi izliyormuş gibi bağışta bulunun.
ernst haeckel: gerçeğin ve bilginin soylu kutsallığına ulaşan yollar, anlamsız seremonilerden ve düşünmeden edilen dualardan değil, doğanın ve onun kanunlarının sevgiyle incelenmesinden geçer.