jean claude carriere / umberto eco
carriere: 25 yıl önce bir gün, hotel de ville istasyonu'ndan metroya indim. peronda bir bank, bankın üstünde de bir adam vardı, yanına 4-5 kitap koymuştu. okuyordu. metro vagonları birer birer geçip gitti. kitaplarından başka bir şeyle ilgilenmeyen o adama baktım ve biraz oyalanmaya karar verdim. ilgimi çekmişti. sonunda yanına gittim ve kısa bir sohbet geçti aramızda. orada ne yaptığını sordum nazikçe. her sabah sekiz buçukta gelip yarıma kadar kaldığını söyledi. yarımda çıkar, bir saatliğine yemeğe gidermiş. sonra yerine döner ve akşam altıya kadar bankında otururmuş. konuşmasını, hiç unutmadığım şu kelimelerle bitirdi: "okuyorum; hayatta bundan başka bir şey yapmadım hiç." yanından ayrıldım; zira zamanını boşa harcıyormuşum gibi geldi.
niye metro? çünkü bir şey yiyip içmeden bütün bir gün kahvede oturamazdı ve şüphesiz kendine böyle bir lüks sunacak durumu yoktu. metro parasızdı, sıcaktı, insanların gidip gelmesinden hiç rahatsız olmuyordu. o zaman kendi kendime sormuştum, hala da sorarım, o adam ideal bir okur muydu, yoksa hepten sapıtmış bir okur mu?
eco: ne okuyordu peki?
carriere: çok eklektikti. romanlar, tarih kitapları, denemeler. bana öyle geliyor ki, o adamdaki, okuduğu şeye yönelik gerçek bir ilgiden ziyade, okuma olgusunun kendisine yönelik bir çeşit bağımlılıktı. okumanın cezalandırılmamış bir günah olduğu söylenir. bu örnek, okumanın hakiki bir sapkınlık, hatta bir fetişizm haline gelebileceğini gösterir.
eco: çocukken, komşumuz olan bir hanım, bana her noel'de bir kitap verirdi. bir gün bana şöyle sordu: "söyle bakalım umbertino, okuduğun kitapta ne olduğunu öğrenmek için mi okuyorsun, yoksa okuma sevgisinden mi?" okuduğum şeye her zaman tutkulu bir merak duymadığımı kabul etmek zorunda kalmıştım. okuma zevki için okuyordum; ne olursa. çocukluğumda, kendimle ilgili olarak aniden keşfettiğim önemli şeylerden biri de budur.
carriere: okumak için okumak, tıpkı yaşamak için yaşamak gibi. sinemaya film seyretmek, yani bir anlamda hareket halindeki görüntüleri görmek için gider insanlar, bunu biliyoruz. filmin ne gösterdiği ya da anlattığı fark etmez bazen.
jean-philippe de tonnac: okuma bağımlılığı gibi bir şey olduğu saptanabildi mi?
carriere: elbette. metrodaki o adam buna bir örnek. her gün birkaç saatini yürümeye ayıran ama manzaraya, karşılaştığı kişilere, soluduğu havaya hiç dikkat etmeyen birini düşünün. bir okuma olgusu vardır; aynı bir yürüme, koşma olgusu olduğu gibi. o şekilde okuduğunuz kitaplardan ne kalabilir aklınızda? aynı gün içinde 2-3 kitap okuduğunuzda, ne okuduğunuzu nasıl hatırlarsınız? sinemada, bazen seyirciler günde 4-5 film seyretmek üzere salona kapanır. festival jürilerinin ve gazetecilerinin kaderidir bu. insanın kafası karışır.
eco: ben bir kere denedim. venedik festivali'nde jüri üyesiydim. delireceğimi zannettim.
carriere: o gün payınıza düşeni seyrettikten sonra projeksiyon salonundan sendeleyerek çıktığınızda, cannes'taki croisette'in palmiyeleri bile gözünüze sahte görünür. amaç, ne olursa olsun seyretmek ya da ne olursa olsun okumak değil, bu faaliyeti ne şekilde değerlendireceğini ve bundan nasıl özlü ve kalıcı bir besin elde edeceğini bilmektir.
eco: marki fuscaldo, çağının en bilgili adamı haline nasıl geldi? babasından muazzam bir kütüphane miras kalmıştır ama onun hiç mi hiç umurunda değildir. bir gün, tesadüfen bir kitabı açtığında, iki sayfa arasında 1000 liretlik bir banknot bulur. öbür kitaplarda da var mıdır acaba diye merak eder ve ömrünün geri kalanını miras kalan kitapların sayfalarını düzenli olarak karıştırmakla geçirir. bu şekilde bir bilgi küpü haline gelir.