ülkü tamer
on iki yaşındaydım. ilkokulu bitirdikten sonra öğrenimimi sürdürmem için babam istanbul'a göndermişti beni. yaz tatillerinde, yarı yıl tatillerinde gidiyordum antep'e. 1949'un ocak ayında yarı yıl tatili için antep'teydim yine. kentte son günümdü. ertesi akşam trenle istanbul'a dönecektim. o gece annemle babam sinemaya götürdüler beni, nakıp ali'nin sinemasına.
"iki film birden" izledik. sinemadan çıkarken, nakıp ali (ali nakıpoğlu) beni gördü. "nasıl, beğendin mi filmleri?" diye sordu.
"beğendim ama, gelecek program çok güzel. onu kaçıracağım." dedim.
"niye?" dedi nakıp ali. "önümüzdeki hafta oynatacağız."
"ben yarın akşam istanbul'a gidiyorum." dedim.
"talihine küs" dedi nakıp ali.
ertesi sabah dokuzda bizim kapı vuruldu. açtım. bir adam. "nakıp ali seni istiyor." dedi.
sinemaya gittim hemen. nakıp ali kapıdaydı. "gel, otur" dedi. salonda bir koltuğa oturttu beni. görmek istediğim filmi on iki yaşındaki o çocuk için, sadece benim için oynattı.
nakıp ali'nin ilk sinemasında, ahşap asri sinema'da yangın çıkmıştı bir gün. hemen söndürülmüştü. kimseye bir şey olmamıştı. ama bu olay uzun süre konuşuldu, belleklerden silinmedi.
yıllar sonra nakıp ali yeni bir sinema yaptırdı. günün birinde önemsiz bir elektrik kontağı oldu. ben de ninemle oradaydım. hepimiz kapılara saldırdık. nakıp ali sahneye fırladı hemen. başladı bağırmaya. "bire yo'orum, dayım dayım yangın m'olur?" dedi. "sizin için sinema yaptırdık işte. yanar mı bu?! altı beton, üstü beton!" sonra yangında nasıl davranılması gerektiği konusunda aydınlatıcı bir konuşma yaptı:
"bire yo'orum, dayım dayım yangın m'olur? bi alov gördünüz kimi hemen gaçmıya gahıysız. acık beklen ba'alım. gırmızı lombey orıya goyan niye gomuş? o yandı'ı na'al gaçarsı'ız. hemin a'am, siz kaçmey da bilmeysi'iz. biri öte'eni yitiy. öte'e de öte'eni yitiy. ta'aların cemleri gırfıcerf oldu. her daf'ada bi etek bellur parası veriyk. angeslek mi yapıysız yo'orum? bi şey yok dedikçe ambelbeter gaçışıysı'ız. h'albundahı gırmızı lomba yandı'ı na'al gapının yanındahılar usulladak gapıları açmalı. urgundahı çıkmadan arhadahı kimsey' yitmemeli. sıreynan dof dof çıkmalı."
meali: "a birader, her zaman yangın mı olur? bir alev gördüğünüz gibi hemen kaçmaya kalkıyorsunuz. azıcık bekleyin bakalım. kırmızı lambayı oraya koyan niye koymuş? o yandığı vakit kaçarsınız. hem ağam, siz kaçmayı da bilmiyorsunuz. biri ötekini itiyor. öteki de ötekini itiyor. pencerelerin camları hurdahaş oldu. her defa bir etek cam parası veriyoruz. halbuki kırmızı lamba yandığı vakit kapının yanındakiler yavaşça kapıları açmalı. önündeki çıkmadan arkadaki kimseyi itmemeli. sırayla bölük bölük çıkmalı."
nakıp ali bir ara bir hac filmi getirtti. cami hocalarını toplayıp ziyafet çekti, sonra da özel olarak filmi oynattı onlara. ertesi gün, artık nereden kaynaklandıysa, bir rivayet yayıldı kente: "bu filmi yedi kere gören tam hacı, üç kere gören yarım hacı sayılır." film kapalı gişe girdi gösterime. haftalarca oynadı. arada bir yaşlı kadınlar geliyordu nakıp ali'nin yanına: "evladım, ben iki kere gördüm. üçüncüsüne param kalmadı. sevabına… bari yarım hacı olayım." "gir bacım" diyordu nakıp ali. "istersen dört kere daha gel. para mara istemez."
dinine bağlı bir adamdı; ama yobaz değildi. saza gider, rakısını içer, eğlenmeyi bilirdi. çıkarcı değildi. din sömürücüsü hiç değildi. hınzırlığına yapmıştı bu işi.