alexandre dumas: iyi nedenler kadar hiçbir şey insana cesaret veremez.
andre breton: en yalın gerçeküstü edim, elde tabanca sokağa fırlamak ve kalabalığa, gücünün yettiğince, gelişigüzel ateş etmektir.
bertolt brecht: ihtiyacımız olan şey kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyaç duymayan bir toplum olmalı.
choderlos de laclos: erkekler böyledir işte; hepsi de alçakça şeyler kurar, kurduklarını yapmakta bir beceriksizlik, bir korku gösterdiler mi adına ahlak temizliği, namus derler.
william blake: hapishaneler kanunun taşlarıyla yapılır, genelevler dinin tuğlalarıyla.
erich fromm: esenlik, insanın insana ve doğruya duyguyla bağlı olması demektir; ayrılıktan, bölüklükten, kopukluktan, yabancılaşmadan kendini kurtarıp var olan her şeyle bir olduğunu bir yaşantı durumuna getirmek demektir.
jaroslav hasek: insanları boğazlamanın ilk hazırlıkları, her zaman, ya tanrı adına ya da insanoğlunun kendi kafasında yarattığı yüce bir varlık adına yapılmıştır.
kierkegaard: tüm ruhunla umutsuzluğa kapıl; umutsuzluğa kapılan, sonsuz insanı bulur.
mehmed uzun: bireyin dilini, dinini ve kimliğini yasaklamak ya da yok etmek için çalışmak bölücülüktür. sadece bölücülük değil bir insanlık suçudur da.
orson welles: kabil'den bu yana binlerce yıl geçti ve cinayet hala genellikle amatörlerin elinde olan bir iş.
sabahattin eyüboğlu: en büyük ahlaksızlık ahlak adına yapılandır.
yasunari kawabata: belki de doğrudur, bir insan o kadar doğru olamaz; öteyi beriyi düşünmek zorundadır çünkü.
31.01.2016
28.01.2016
gece mi tek gerçeğimiz?
rainer maria rilke
her şeyin ağırlığından
hep sınır boylarında gezinirler sevenler
birbirlerine nice enginleri
ganimetleri ve yurtları vaat ederek
yazılmamıştır mola vermemiz en yakın duraklarda
gerçekleşen düşlerle yetinmeksizin, sarılır ruh yenilerine
sonsuzluktadır ancak durgun göllere varmak
bu dünyada ise düşmeyi sürdürmektir en büyük beceri
bir kez başarmış olma duygusunun baskınına uğrayıp
kanatlanmaktır sezgilerin evreninde, hep daha derinlere
yabancısıyızdır duyguların, kenar çizgilerinin
yalnızca onları dışardan oluşturanları tanırız
ah, ne kadar isterdim gizlenebilmeyi, beni gelip bulmasın diye özlemler
küçük bir çocuk olmak isterdim, gelecekteki kollarıma dayanmış
her kim ki yenik düşer
savaştan onca kaçan bu meleğe
alnı açık, başı dik yürüyüp gider
büyümüştür, onu biçimlercesine
üstüne konan sert elin etkisiyle
davetkar bulmaz artık zaferleri
hep daha büyüğe, derinliğine
yenilmek, budur onun ergenliği
bir acımasızlıktır ölüm, bilmeyenlere karşı
güçlü olmak zorundadır insan, ölse bile bir yabancı
gittikçe büyüyüp her şeyi içine alan
daireler gibi yaşamaktayım hayatımı
başaramayacağım belki sonuncusunu tamamlamayı
ama yine de denemektir istediğim
sadece bir başka soluk almadır gerçekte şarkı
hiç için alınmış bir soluk. bir esinti tanrı katında
bir kırlangıç fırtınası
değişimin yansımaları her şeydedir
bilmek de, bilmemek de bir tereddüt zamanıdır
insanoğlunun yazgısında
26.01.2016
din
turgenyev: hiçbir şeye inanmamaya cesaret edebilen birini görmek beni oldukça heyecanlandırır.
mathew parris: inanılmayacak kadar tuhaf inançları olan insanların etrafında geziniyor ve onlarla sosyalleşiyoruz ve bunun lafını bile etmiyoruz.
coventry patmore: kendileri ve dünyanın şansına, neredeyse tüm insanlar korkaktır ve inandıklarına göre hareket edemezler. yaşadığımız felaketlerin nerdeyse hepsinin kaynağı, "inançlarından cesaret alan" birkaç aptaldır.
algernon charles swinburne: inanç iblisi kendi çöplüğünde yaşar.
jim rigby: kişinin hiçbir deneyimi olmayan konulardaki katı inançları, o kişi inançlı da olsa, ateist de olsa batıl inançtır.
john lancaster spalding: çok az insan gerçekten inanıyor. çoğunluk sadece inandığına inanıyor ve hatta inandığını hayal ediyor.
daisetz t. suzuki: hiçbir şeye inanmamanın gerekli, kesinlikle gerekli olduğunu keşfettim. hangi tanrıya ya da öğretiye inandığınız önemli değildir; ona bağlandığınız zaman, inancınız öyle ya da böyle bencil bir fikrin üzerinde temellenir.
marilyn manson: eğer bir sanatçının inançlarını yok edeceğini düşünüyorlarsa, inançları oldukça kırılgan olmalı.
mathew parris: inanılmayacak kadar tuhaf inançları olan insanların etrafında geziniyor ve onlarla sosyalleşiyoruz ve bunun lafını bile etmiyoruz.
coventry patmore: kendileri ve dünyanın şansına, neredeyse tüm insanlar korkaktır ve inandıklarına göre hareket edemezler. yaşadığımız felaketlerin nerdeyse hepsinin kaynağı, "inançlarından cesaret alan" birkaç aptaldır.
algernon charles swinburne: inanç iblisi kendi çöplüğünde yaşar.
jim rigby: kişinin hiçbir deneyimi olmayan konulardaki katı inançları, o kişi inançlı da olsa, ateist de olsa batıl inançtır.
john lancaster spalding: çok az insan gerçekten inanıyor. çoğunluk sadece inandığına inanıyor ve hatta inandığını hayal ediyor.
daisetz t. suzuki: hiçbir şeye inanmamanın gerekli, kesinlikle gerekli olduğunu keşfettim. hangi tanrıya ya da öğretiye inandığınız önemli değildir; ona bağlandığınız zaman, inancınız öyle ya da böyle bencil bir fikrin üzerinde temellenir.
marilyn manson: eğer bir sanatçının inançlarını yok edeceğini düşünüyorlarsa, inançları oldukça kırılgan olmalı.
24.01.2016
softa
sabahattin eyüboğlu
hayvan, hep aynı yuvayı yapması, bildiğinden şaşmaması bakımından softaya benzer; ama o, düşünmediği, düşünemediği için hayvandır. softaysa düşünebilirken düşünmediği için softadır. bu bakımdan ona, hayvanca, yani bildiğini geliştiremeden yaşayan insan da denebilir. softa dünyayı oldum olası yalnız kendi açısından görür ve düşüncesi hep aynı yerde otlar, hep aynı dereden su taşır. bugün yeni dünyaya ayak uydurmak için yaptığımız her şey bizim softamızın fırsat bulur bulmaz yıkacağı şeydir.
bizde din hala, atatürk gibi devrimci bir bilinçten, halife'ye karşı kurulmuş bir halk devletinden sonra bile, bir millet olarak gelişmemizin, çağdaş insanlığa uyma isteğimizin karşısındadır. bizim din adamımız her türlü değişmenin, gelişmenin karşısındadır. muhammed peygamberin sözcüleri ellerinden gelse, değil yıldızlara, diş hekimine gitmeye bile izin vermeyecekler neredeyse.
ölünce toprağa karışıp gideceğime, insan kardeşlerin kafasında kalabilecek izlerden başka hiçbir varlığım kalmayacağına inanıyorum. cennetin, cehennemin iyilikler kötülükler için insanların çok eskiden düşünebildikleri karşılıklar olduğundan hiç ama hiç şüphem yok.
yahya kemal, necip fazıl, faruk nafiz bir süre ozan olarak, yurttaş olarak ilerici insanlardır; ama bir tarihten sonra her üçü de gericinin gericisi olmuş, gericilerin ekmeğine yağ sürmüş. yeni türkiye'nin gelişmesine engel olmuşlardır.
osmanlı devleti kendine kul olmak isteyenlerin sınıfına, dinine, mezhebine bakmamakta hayli demokrattı.
bizim geçmişte yaşamamız değil, geçmişin bizde yaşaması gerekir.
iç sömürgecinin okula vermediği parayı camiye verdiğini türkiye halkı son yirmi yıl içinde her zamankinden daha açık görmüş olsa gerek. dinin sosyal gelişmeye karşı silah olarak kullanılması, hele bizde yeni olmamakla beraber halk bu gerçeğin bilincine yeni yeni varıyor. bugün sömürgeci niçin din bezirganıyla el ele verip atatürk devrimleriyle savaşıyor? bunun tek nedeni atatürkçülüğün özünde sömürgeciye karşı sosyal adaletten yana bir gidiş olmasından ve bu gidişin gittikçe hızlanmasındandır.
ne yıkılmışsa softalar yıkmıştır bu memlekette. cahilliğimizin eline baltayı veren, keyif için, para için yıkanları da destekleyenler onlar olmuş. yalnız yapılmış eserleri yıkmakla kalsalar iyi, yeniden yapma gücünü de köreltiyorlar.
en büyük ahlaksızlık ahlak adına yapılan değil midir?
hayvan, hep aynı yuvayı yapması, bildiğinden şaşmaması bakımından softaya benzer; ama o, düşünmediği, düşünemediği için hayvandır. softaysa düşünebilirken düşünmediği için softadır. bu bakımdan ona, hayvanca, yani bildiğini geliştiremeden yaşayan insan da denebilir. softa dünyayı oldum olası yalnız kendi açısından görür ve düşüncesi hep aynı yerde otlar, hep aynı dereden su taşır. bugün yeni dünyaya ayak uydurmak için yaptığımız her şey bizim softamızın fırsat bulur bulmaz yıkacağı şeydir.
bizde din hala, atatürk gibi devrimci bir bilinçten, halife'ye karşı kurulmuş bir halk devletinden sonra bile, bir millet olarak gelişmemizin, çağdaş insanlığa uyma isteğimizin karşısındadır. bizim din adamımız her türlü değişmenin, gelişmenin karşısındadır. muhammed peygamberin sözcüleri ellerinden gelse, değil yıldızlara, diş hekimine gitmeye bile izin vermeyecekler neredeyse.
ölünce toprağa karışıp gideceğime, insan kardeşlerin kafasında kalabilecek izlerden başka hiçbir varlığım kalmayacağına inanıyorum. cennetin, cehennemin iyilikler kötülükler için insanların çok eskiden düşünebildikleri karşılıklar olduğundan hiç ama hiç şüphem yok.
yahya kemal, necip fazıl, faruk nafiz bir süre ozan olarak, yurttaş olarak ilerici insanlardır; ama bir tarihten sonra her üçü de gericinin gericisi olmuş, gericilerin ekmeğine yağ sürmüş. yeni türkiye'nin gelişmesine engel olmuşlardır.
osmanlı devleti kendine kul olmak isteyenlerin sınıfına, dinine, mezhebine bakmamakta hayli demokrattı.
bizim geçmişte yaşamamız değil, geçmişin bizde yaşaması gerekir.
iç sömürgecinin okula vermediği parayı camiye verdiğini türkiye halkı son yirmi yıl içinde her zamankinden daha açık görmüş olsa gerek. dinin sosyal gelişmeye karşı silah olarak kullanılması, hele bizde yeni olmamakla beraber halk bu gerçeğin bilincine yeni yeni varıyor. bugün sömürgeci niçin din bezirganıyla el ele verip atatürk devrimleriyle savaşıyor? bunun tek nedeni atatürkçülüğün özünde sömürgeciye karşı sosyal adaletten yana bir gidiş olmasından ve bu gidişin gittikçe hızlanmasındandır.
ne yıkılmışsa softalar yıkmıştır bu memlekette. cahilliğimizin eline baltayı veren, keyif için, para için yıkanları da destekleyenler onlar olmuş. yalnız yapılmış eserleri yıkmakla kalsalar iyi, yeniden yapma gücünü de köreltiyorlar.
en büyük ahlaksızlık ahlak adına yapılan değil midir?
yaralarım aşktandır
füruğ ferruhzad
istedim; yazık ki kadındım
sevgili, ey biricik sevgili
sevgili, ey biricik sevgili
ne de çok kara bulut var
güneşin konukluğunu bekleyen
güçsüzlük bilmezliğin değil yoksulluğun özelliklerindendir
acaba bu ülkede hala
kimseler var mı
kendi yok olmuş yüzleriyle tanışmaktan
korkmayan
biz yitmiş olması gereken
her şeyi yitirmişiz
biz yola koyulmuşuz ışıksız
ve ay, ay, sevecen dişi hep oradaydı
kagir bir damın çocuksu anılarında
ve çekirge saldırısından korkan genç ekin tarlalarının üzerinde
daha ne kadar ödemeli
ve tüm yaralarım benim aşktandır
aşktan, aşktan, aşktan
imza toplayan adam
zadie smith
cinsellik, ölüme verilen yanıttır.
görünmek, olmak değildir.
sahip olduğun iş için değil, istediğin iş için giyin.
hakikat bazen kurmacadan daha tuhaftır.
kadınların gerçekten güzel olabileceğini sanmıyorum. çok çekici olabilirler; onlarla ilişkiye girmek, onları sevmek falan istersin ama bana göre sadece erkekler tam anlamıyla güzel olabilirler.
dürüstlük en iyi politikadır.
sadece fiziksel dürtülere dayanan her şey başarısız olmaya mahkumdur.
felsefe, ölmeyi öğrenmektir.
adamla kadın tanıştığında, aralarındaki fiziksel çekim ani ve çok kuvvetliydi. hala da öyle. bu olağandışı ve şiddetli çekimden dolayı, çok özgün bir kronolojileri var. fiziksel şeyler hep önce geliyor. adam kadınla konuşmadan önce onun saçlarını halihazırda iki kez yıkamıştı. birbirlerinin soyadını öğrenmeden önce seviştiler. vajinal seksten önce anal seks yaptılar. evlenmeden önce ikisinin de düzinelerce seks partneri oldu.
aşk her şeyin üstesinden gelir.
hiçbir şey istemekle sahici olmaz.
hayal görmenin en kötü yönü, sürmesine izin verirsen gelişir ve o zaman çok tehlikeli olur.
her dostluğun altında, o dostluğun sürebilmesi için söylenmesi gereken zor bir cümle vardır.
kadınların güzelliği tanrısallığın insan hayatına yansımasıdır.
yaradılış, bir geri çekilme eylemidir.
hayranlık, bir tünelin içinden bakmaya benzer: sıcak, karanlık ve tek yönde sınırsızdır.
şans dünyaya yapılmış bir çeşit hakarettir.
gençliğimiz kısacık bir gecedir; onu mutlulukla doldurun.
herkes en azından bir kez bir eşcinselle evlenmeli. bu, çok yararlıdır; güzel bir kızın cinsel yönden kendini beğenmişliğini yok eder.
yaşam, ölümden geri kalanlardan ibarettir.
şöhret bir bahçe gibidir; bakım gerektirir.
olayların anlamını görememek insanı kederlendirir. her zaman on beş yaşında olmak gibidir.
kendini iyi hissetmekten başka iyi bir şey yoktur.
cinsellik, ölüme verilen yanıttır.
görünmek, olmak değildir.
sahip olduğun iş için değil, istediğin iş için giyin.
hakikat bazen kurmacadan daha tuhaftır.
kadınların gerçekten güzel olabileceğini sanmıyorum. çok çekici olabilirler; onlarla ilişkiye girmek, onları sevmek falan istersin ama bana göre sadece erkekler tam anlamıyla güzel olabilirler.
dürüstlük en iyi politikadır.
sadece fiziksel dürtülere dayanan her şey başarısız olmaya mahkumdur.
felsefe, ölmeyi öğrenmektir.
adamla kadın tanıştığında, aralarındaki fiziksel çekim ani ve çok kuvvetliydi. hala da öyle. bu olağandışı ve şiddetli çekimden dolayı, çok özgün bir kronolojileri var. fiziksel şeyler hep önce geliyor. adam kadınla konuşmadan önce onun saçlarını halihazırda iki kez yıkamıştı. birbirlerinin soyadını öğrenmeden önce seviştiler. vajinal seksten önce anal seks yaptılar. evlenmeden önce ikisinin de düzinelerce seks partneri oldu.
aşk her şeyin üstesinden gelir.
hiçbir şey istemekle sahici olmaz.
hayal görmenin en kötü yönü, sürmesine izin verirsen gelişir ve o zaman çok tehlikeli olur.
her dostluğun altında, o dostluğun sürebilmesi için söylenmesi gereken zor bir cümle vardır.
kadınların güzelliği tanrısallığın insan hayatına yansımasıdır.
yaradılış, bir geri çekilme eylemidir.
hayranlık, bir tünelin içinden bakmaya benzer: sıcak, karanlık ve tek yönde sınırsızdır.
şans dünyaya yapılmış bir çeşit hakarettir.
gençliğimiz kısacık bir gecedir; onu mutlulukla doldurun.
herkes en azından bir kez bir eşcinselle evlenmeli. bu, çok yararlıdır; güzel bir kızın cinsel yönden kendini beğenmişliğini yok eder.
yaşam, ölümden geri kalanlardan ibarettir.
şöhret bir bahçe gibidir; bakım gerektirir.
olayların anlamını görememek insanı kederlendirir. her zaman on beş yaşında olmak gibidir.
kendini iyi hissetmekten başka iyi bir şey yoktur.
22.01.2016
kozmetik
eduardo galeano
1770 yılında çıkan bir ingiliz yasası hilekâr kadınları mahkûm etti. bu hainler, majestelerinin tebaasındaki erkekleri cezbediyor ve parfümler, boyalar, kozmetik banyolar, takma dişler, peruklar, yün dolgular, korseler, kasnaklar, yüzükler, küpeler ve yüksek topuklu ayakkabılar gibi büyü malzemeleri kullanarak onları evliliğe sürüklüyorlardı.
bu düzenbazlıkların failleri, diyordu yasa, geçerli yasalara göre büyücülükle yargılanacak ve evlilikleri geçersiz kılınarak iptal edilecektir. geri teknoloji o listeye silikonlar, liposüksiyon, botoks, estetik cerrahi ve diğer cerrahi ya da kimyasal hünerlerin eklenmesini engelledi.
1770 yılında çıkan bir ingiliz yasası hilekâr kadınları mahkûm etti. bu hainler, majestelerinin tebaasındaki erkekleri cezbediyor ve parfümler, boyalar, kozmetik banyolar, takma dişler, peruklar, yün dolgular, korseler, kasnaklar, yüzükler, küpeler ve yüksek topuklu ayakkabılar gibi büyü malzemeleri kullanarak onları evliliğe sürüklüyorlardı.
bu düzenbazlıkların failleri, diyordu yasa, geçerli yasalara göre büyücülükle yargılanacak ve evlilikleri geçersiz kılınarak iptal edilecektir. geri teknoloji o listeye silikonlar, liposüksiyon, botoks, estetik cerrahi ve diğer cerrahi ya da kimyasal hünerlerin eklenmesini engelledi.
20.01.2016
şirket
noam chomsky
bir kurumun belli bir iktidar yapısı vardır. belli kaynakları vardır. bir otorite yapısı vardır. belli yollarla toplumun geneline uyum sağlar ve bu yolların dışına çıkmaya çalışırsa altı oyulur ve yok edilir. eğer general motors, yardımsever bir kuruluş olmaya ve en düşük fiyattan iyi arabalar üretmeye ve bunu da en iyi çalışma koşulları ile yapmaya karar verirse yarın iflas eder. aynısını yapmayan başka bir şirket onun altını oyar. kurumların belli bir çerçeve içinde belli bir işleyişe sahip olmalarının belli nedenleri vardır. örneğin clinton'ın bir rüyada, gerçekten de britanya işçi partisi'nin düşündüğü gibi toplumsal bir devrim gerçekleştirecek bir devrimci gibi davranmaya başladığını varsayalım. anında tahvil fiyatları biraz düşmeye başlayacaktır. faizler tırmanacaktır. ekonomi çökmeye başlayacaktır ve bu da bu politik programın sonudur. olayların içinde geliştiği belli çerçeveler vardır.
bir kurumun belli bir iktidar yapısı vardır. belli kaynakları vardır. bir otorite yapısı vardır. belli yollarla toplumun geneline uyum sağlar ve bu yolların dışına çıkmaya çalışırsa altı oyulur ve yok edilir. eğer general motors, yardımsever bir kuruluş olmaya ve en düşük fiyattan iyi arabalar üretmeye ve bunu da en iyi çalışma koşulları ile yapmaya karar verirse yarın iflas eder. aynısını yapmayan başka bir şirket onun altını oyar. kurumların belli bir çerçeve içinde belli bir işleyişe sahip olmalarının belli nedenleri vardır. örneğin clinton'ın bir rüyada, gerçekten de britanya işçi partisi'nin düşündüğü gibi toplumsal bir devrim gerçekleştirecek bir devrimci gibi davranmaya başladığını varsayalım. anında tahvil fiyatları biraz düşmeye başlayacaktır. faizler tırmanacaktır. ekonomi çökmeye başlayacaktır ve bu da bu politik programın sonudur. olayların içinde geliştiği belli çerçeveler vardır.
19.01.2016
amerikan sapığı
bret easton ellis
kızların peşinde oldukları şey nezaket değildir.
iyi karakterli kız dediğin, küçük taş gibi bir vücudu olan, bütün cinsel talepleri çok fazla orospulaşmadan yerine getiren ve esas itibariyle o siktiğimin salak çenesini tutan bir piliçtir.
piliçlerin tek varlık nedeni bizi tahrik etmektir.
bana doğru gelen güzel bir kız görünce iki şey düşünürüm. bir yanım onunla çıkmak, ona gerçekten iyi, hoş davranmak, gerektiği gibi davranmak ister. öteki yanım ise mızrağın ucuna geçirilmiş kellesinin nasıl görüneceğini düşünür.
judith martin: her içgüdünün peşinden gitsek, şu anda birbirimizi boğazlıyor olurduk.
bazı insanlar olmadan dünya daha yaşanacak bir yer olur.
iyi karakterli olup da aynı zamanda akıllı ya da matrak ya da belki zekimsi gibi ya da hatta belki yetenekli olan tek piliç cinsi çirkin piliçlerdir.
"hayat bir sırdır
herkes tek başınadır"
yaşadığımız dünyada başkalarıyla empati kurmak imkansız olduğu için, her zaman kendi kendimizle empati kurabiliriz.
judith martin: insanların yaptığı büyük hatalardan biri, görgü kurallarının sadece mutlu fikirlerin ifadesi olduğunu sanmaktır.
masumlara göre zamanlar değil bu zamanlar.
kızların peşinde oldukları şey nezaket değildir.
iyi karakterli kız dediğin, küçük taş gibi bir vücudu olan, bütün cinsel talepleri çok fazla orospulaşmadan yerine getiren ve esas itibariyle o siktiğimin salak çenesini tutan bir piliçtir.
piliçlerin tek varlık nedeni bizi tahrik etmektir.
bana doğru gelen güzel bir kız görünce iki şey düşünürüm. bir yanım onunla çıkmak, ona gerçekten iyi, hoş davranmak, gerektiği gibi davranmak ister. öteki yanım ise mızrağın ucuna geçirilmiş kellesinin nasıl görüneceğini düşünür.
judith martin: her içgüdünün peşinden gitsek, şu anda birbirimizi boğazlıyor olurduk.
bazı insanlar olmadan dünya daha yaşanacak bir yer olur.
iyi karakterli olup da aynı zamanda akıllı ya da matrak ya da belki zekimsi gibi ya da hatta belki yetenekli olan tek piliç cinsi çirkin piliçlerdir.
"hayat bir sırdır
herkes tek başınadır"
yaşadığımız dünyada başkalarıyla empati kurmak imkansız olduğu için, her zaman kendi kendimizle empati kurabiliriz.
judith martin: insanların yaptığı büyük hatalardan biri, görgü kurallarının sadece mutlu fikirlerin ifadesi olduğunu sanmaktır.
masumlara göre zamanlar değil bu zamanlar.
18.01.2016
boncuk oyunu
hermann hesse
dünyaya gönül vermiş insanların çocuklardan geri kalır yanı yoktur.
her şeyin hakkından gelebilmek, her şeyin hakkını verebilmek için kuşkusuz ruh gücünden, coşku ve sıcaklıktan yeterince nasibini almamış olmak değil, bunlara fazlasıyla sahip olmak gerekir.
iki insanı birbiriyle her şeyden kolay dost kılacak bir şey varsa o da müziktir.
yüksek makam seni bir göreve getirdi mi şunu bilmelisin ki, üst kademelere tırmanış özgürlükten değil, bağımlılıktan içeri atılmış bir adımdır. mevki ve makamın otoritesi arttıkça hizmet zorlaşır. kişilik güçlendikçe keyfi davranışlar geri plana atılır.
her bilim bir bakıma düzene sokma, sadeleştirme uğraşıdır; sindiremeyeceği şeyi akıl için sindirilebilir duruma getirmektir.
yatmadan yıldızlı gökyüzüne bir bakmak ve kulağını müzikle doldurmak, bütün uyku ilaçlarından daha etkilidir.
gereği gibi çözülmüş bir matematik problemi insana entelektüel haz verebilir; iyi bir müzik onu dinleyen, hele çalan kimsenin ruhunu yüceltebilir, bir erginlik, bir büyüklük bağışlayabilir bu ruha; huşu içinde yapılan bir meditasyon insanın kalbini yatıştırıp evrenle uyum sağlayabilecek bir havayla donatabilir.
dünyaya gönül vermiş insanların çocuklardan geri kalır yanı yoktur.
her şeyin hakkından gelebilmek, her şeyin hakkını verebilmek için kuşkusuz ruh gücünden, coşku ve sıcaklıktan yeterince nasibini almamış olmak değil, bunlara fazlasıyla sahip olmak gerekir.
iki insanı birbiriyle her şeyden kolay dost kılacak bir şey varsa o da müziktir.
yüksek makam seni bir göreve getirdi mi şunu bilmelisin ki, üst kademelere tırmanış özgürlükten değil, bağımlılıktan içeri atılmış bir adımdır. mevki ve makamın otoritesi arttıkça hizmet zorlaşır. kişilik güçlendikçe keyfi davranışlar geri plana atılır.
her bilim bir bakıma düzene sokma, sadeleştirme uğraşıdır; sindiremeyeceği şeyi akıl için sindirilebilir duruma getirmektir.
yatmadan yıldızlı gökyüzüne bir bakmak ve kulağını müzikle doldurmak, bütün uyku ilaçlarından daha etkilidir.
gereği gibi çözülmüş bir matematik problemi insana entelektüel haz verebilir; iyi bir müzik onu dinleyen, hele çalan kimsenin ruhunu yüceltebilir, bir erginlik, bir büyüklük bağışlayabilir bu ruha; huşu içinde yapılan bir meditasyon insanın kalbini yatıştırıp evrenle uyum sağlayabilecek bir havayla donatabilir.
insan, hayat
"zor kullan bakalım, kendine zor kullan, şiddet uygula ruhum; ama daha sonra kendini saymaya, saygı göstermeye zaman bulamayacaksın. çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı. ama senin için bu hayat neredeyse bitmiştir, o hayatı yaşarken kendine hiç dikkat etmedin, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğun saydın. oysa kendi ruhlarındaki hareketleri dikkatle izlemeyenler mutlaka mutsuz olurlar." (marcus aurelius)
"hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır." (montaigne)
"her birimiz birden çok kişiyiz, pek çoğuz, ifrat sayıda kendimiziz. bu yüzden, çevresini küçümseyen kişiyle o çevreden zevk alan ya da onun yüzünden üzülen kişi aynı değildir. varlığımızın engin sömürgesinde farklı düşünen ve farklı hisseden pek çok türde insan vardır." (fernando pessoa)
"bu denizde ne olduğunu kimse bilmiyor -diyorlar bize- ve araştırılamaz da; çünkü denizdeki yolculuk sırasında pek çok engel çıkar karşımıza: zifiri karanlık, yüksek dalgalar, sık sık çıkan fırtınalar, orada yaşayan sayısız canavar ve şiddetli rüzgarlar." (muhammed idrisi)
"dünya, hayallerimizin önemli ve üzücü, gülünç ve önemsiz dramasını sahneye koymamızı bekleyen bir sahne. bu fikir ne kadar dokunaklı ve şirin! ve ne kadar kaçınılmaz!" (pascal mercier)
"hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır." (montaigne)
"her birimiz birden çok kişiyiz, pek çoğuz, ifrat sayıda kendimiziz. bu yüzden, çevresini küçümseyen kişiyle o çevreden zevk alan ya da onun yüzünden üzülen kişi aynı değildir. varlığımızın engin sömürgesinde farklı düşünen ve farklı hisseden pek çok türde insan vardır." (fernando pessoa)
"bu denizde ne olduğunu kimse bilmiyor -diyorlar bize- ve araştırılamaz da; çünkü denizdeki yolculuk sırasında pek çok engel çıkar karşımıza: zifiri karanlık, yüksek dalgalar, sık sık çıkan fırtınalar, orada yaşayan sayısız canavar ve şiddetli rüzgarlar." (muhammed idrisi)
"dünya, hayallerimizin önemli ve üzücü, gülünç ve önemsiz dramasını sahneye koymamızı bekleyen bir sahne. bu fikir ne kadar dokunaklı ve şirin! ve ne kadar kaçınılmaz!" (pascal mercier)
Kategori:
.kolaj,
#hayat,
#insan,
#toplum,
fernando pessoa,
marcus aurelius,
montaigne,
muhammed idrisi,
pascal mercier
ünlem
patti smith
ünlemler! başlangıca, amaca dair sorular. küçükken, başka bir yerlerden gelme duygusu ile coşkuya kapılıp etrafı gözetleriz. içimize bakar, inceler, yabancı olanı çekip çıkartırız. göz alabildiğine açık, altından bir alana varırız. ya da çoğu kez bir buluta rast geliriz; bulutlarda yaşayanlardan bir ırka. bunlar, çocukkenki düşüncelerimizdir. sonunda her şeyi idrak ederiz. kendimizde annemizin elini, babamızın uzuvlarını tanırız. ancak akıl; o yine de başka bir şeydir. ne olacağından asla emin olamayız. çünkü o kudurmuş köpekle, horozibiğiyle, telden çemberle birlikte döner. varlığımızın bu yanı başka bir şeye dönüşebilir ve belki de yaşam denilen mekanizmanın gerçek düğüm noktası burasıdır. akıl bir resimdir. ve orada, köşede, spiralimsi bir şey görürsünüz. bir virüstür belki; belki de ruhsal bir dövmedir.
ünlemler! başlangıca, amaca dair sorular. küçükken, başka bir yerlerden gelme duygusu ile coşkuya kapılıp etrafı gözetleriz. içimize bakar, inceler, yabancı olanı çekip çıkartırız. göz alabildiğine açık, altından bir alana varırız. ya da çoğu kez bir buluta rast geliriz; bulutlarda yaşayanlardan bir ırka. bunlar, çocukkenki düşüncelerimizdir. sonunda her şeyi idrak ederiz. kendimizde annemizin elini, babamızın uzuvlarını tanırız. ancak akıl; o yine de başka bir şeydir. ne olacağından asla emin olamayız. çünkü o kudurmuş köpekle, horozibiğiyle, telden çemberle birlikte döner. varlığımızın bu yanı başka bir şeye dönüşebilir ve belki de yaşam denilen mekanizmanın gerçek düğüm noktası burasıdır. akıl bir resimdir. ve orada, köşede, spiralimsi bir şey görürsünüz. bir virüstür belki; belki de ruhsal bir dövmedir.
16.01.2016
gizli sevda
behçet necatigil
hani bir sevgilin vardı
yedi sekiz sene önce
dün yolda rastladım
sevindi beni görünce
sokakta ayaküstü
konuştuk ordan burdan
evlenmiş, çocukları olmuş
bir kız, bir oğlan
seni sordu
hiç değişmedi, dedim
bildiğin gibi
anlıyordu
mesutmuş, kocasını seviyormuş
kendilerininmiş evleri
bir suçlu gibi ezik
sana selam söyledi
15.01.2016
terapist
irvin david yalom
"uzmanların şu afra tafrası var ya, gösteriden başka bir şey değil. işin aslı, çoğu zaman ne bok yemekte olduğumuzu kendimiz de bilmiyoruz. ne diye sahici olmuyorsun, ne diye bunu kabullenmiyorsun, ne diye hastanın karşısında bir insan evladı olmuyorsun?"
"sana bahsetmiş miydim hiç?" diye devam etti paul, "zürih'teki analizimden? dr. feifer diye birine gitmiştim, eski zamanlardan kalma bir herif, bir zamanlar jung'un yakın çalışma arkadaşıymış. terapistin rüyalarını anlatırdı bana, hele bir de rüyada ben varsam, yahut benim terapimle uzaktan ilgili bir konuyla rüyanın uzaktan ilgisi varsa. jung'un 'anılar, rüyalar ve düşünceler' kitabını da okudun mu?"
ernest başını sallayarak doğruladı. "evet, tuhaf bir kitap. dürüst de değil ayrıca."
"dürüst değil mi? nasıl dürüst değil? önümüzdeki ayın gündemine alalım bunu. ama şimdilik, yaralı şifacı üzerine söylediklerini hatırlıyor musun?"
"ancak yaralı bir şifacının gerçek anlamda şifa dağıtabileceğini mi?"
"bizim moruk daha da ileri gitmiş. diyor ki, terapide ideal durum, hastanın, terapistin yarasına en iyi gelecek merhemi ortaya çıkarmasıyla oluşurmuş."
"hasta, terapistin yarasına şifa buluyor, ha?" diye sordu ernest.
"tam olarak böyle! bunun ne anlama gelebileceğini bir düşün! akıl alacak şey mi bu? ve de, jung hakkında başka ne düşünürsen düşün, allah biliyor ki ahmak değil herif. freud'un klasında değilse de ona çok yakındı. evet, jung'un çevresindekilerin pek çoğu bu düşünceyi bayağı ciddiye alıp terapide kendi meselelerini konuşur olmuşlar. senin anlayacağın, analistim bana kendi rüyalarını anlatmakla kalmadı; rüyalarını yorumlarken gayet kişisel mevzulara da girdi; mesela bir zamanlar bana karşı eşcinsel bir ilgi duyduğunu falan söyledi. işte o saat topuklarım kıçıma vura vura kaçtım muayenehanesinden. sonraları anladım ki aslında derdi benim kıllı götüm değilmiş, kadın hastalarından ikisini pompalamakla meşgulmüş herif."
"eminim bunu da işin duayeninden öğrenmiştir." dedi ernest.
"hiç şüphesiz. koca jung, kadın hastalarına atlama konusunda hiç tereddüt yaşamamış. o ilk analistlerin elinden bir uçanla bir kaçan kurtulurmuş zaten, hepsi öyle. otto rank, anais nin'i düzüyormuş; jung, sabina spielrein ile toni wolff'u düzüyormuş; ernest jones da tuttuğunu düzüyormuş, seks skandalları yüzünden en az iki şehri terk etmek zorunda kalmış. ve tabii ferenczi de hastalarından uzak durma konusunda epey zorlanmış. neredeyse bir tek freud yapmamış hastalarıyla."
"herhalde baldızı minna'yı becermekle meşgul olduğu içindir."
"yo, sanmıyorum" diye cevapladı paul. "bununla ilgili gerçek bir kanıt yok. bence freud, erbezlerinin sükunu evresine vaktinden evvel varmıştı."
"uzmanların şu afra tafrası var ya, gösteriden başka bir şey değil. işin aslı, çoğu zaman ne bok yemekte olduğumuzu kendimiz de bilmiyoruz. ne diye sahici olmuyorsun, ne diye bunu kabullenmiyorsun, ne diye hastanın karşısında bir insan evladı olmuyorsun?"
"sana bahsetmiş miydim hiç?" diye devam etti paul, "zürih'teki analizimden? dr. feifer diye birine gitmiştim, eski zamanlardan kalma bir herif, bir zamanlar jung'un yakın çalışma arkadaşıymış. terapistin rüyalarını anlatırdı bana, hele bir de rüyada ben varsam, yahut benim terapimle uzaktan ilgili bir konuyla rüyanın uzaktan ilgisi varsa. jung'un 'anılar, rüyalar ve düşünceler' kitabını da okudun mu?"
ernest başını sallayarak doğruladı. "evet, tuhaf bir kitap. dürüst de değil ayrıca."
"dürüst değil mi? nasıl dürüst değil? önümüzdeki ayın gündemine alalım bunu. ama şimdilik, yaralı şifacı üzerine söylediklerini hatırlıyor musun?"
"ancak yaralı bir şifacının gerçek anlamda şifa dağıtabileceğini mi?"
"bizim moruk daha da ileri gitmiş. diyor ki, terapide ideal durum, hastanın, terapistin yarasına en iyi gelecek merhemi ortaya çıkarmasıyla oluşurmuş."
"hasta, terapistin yarasına şifa buluyor, ha?" diye sordu ernest.
"tam olarak böyle! bunun ne anlama gelebileceğini bir düşün! akıl alacak şey mi bu? ve de, jung hakkında başka ne düşünürsen düşün, allah biliyor ki ahmak değil herif. freud'un klasında değilse de ona çok yakındı. evet, jung'un çevresindekilerin pek çoğu bu düşünceyi bayağı ciddiye alıp terapide kendi meselelerini konuşur olmuşlar. senin anlayacağın, analistim bana kendi rüyalarını anlatmakla kalmadı; rüyalarını yorumlarken gayet kişisel mevzulara da girdi; mesela bir zamanlar bana karşı eşcinsel bir ilgi duyduğunu falan söyledi. işte o saat topuklarım kıçıma vura vura kaçtım muayenehanesinden. sonraları anladım ki aslında derdi benim kıllı götüm değilmiş, kadın hastalarından ikisini pompalamakla meşgulmüş herif."
"eminim bunu da işin duayeninden öğrenmiştir." dedi ernest.
"hiç şüphesiz. koca jung, kadın hastalarına atlama konusunda hiç tereddüt yaşamamış. o ilk analistlerin elinden bir uçanla bir kaçan kurtulurmuş zaten, hepsi öyle. otto rank, anais nin'i düzüyormuş; jung, sabina spielrein ile toni wolff'u düzüyormuş; ernest jones da tuttuğunu düzüyormuş, seks skandalları yüzünden en az iki şehri terk etmek zorunda kalmış. ve tabii ferenczi de hastalarından uzak durma konusunda epey zorlanmış. neredeyse bir tek freud yapmamış hastalarıyla."
"herhalde baldızı minna'yı becermekle meşgul olduğu içindir."
"yo, sanmıyorum" diye cevapladı paul. "bununla ilgili gerçek bir kanıt yok. bence freud, erbezlerinin sükunu evresine vaktinden evvel varmıştı."
14.01.2016
kafamda bir tuhaflık
orhan pamuk
bu şehirde herkesin bir kalbi, bir de sayacı vardır.
evli olmanın en müthiş yanı, insanın istediği zaman ve istediği kadar sevişebilmesidir.
iyi bir eğitim, zenginle fakirin farkını ortadan kaldırır.
en iyi aşk, değil tanımak, hiç görmediğin kişiye duyulan aşktır.
görücü usulü evlilikte zor olan şey, kadının hiç tanımadığı biriyle evlenmesi değil, hiç tanımadığı birini sevmek zorunda olmasıdır.
ülkemizde en aptal vatandaş bile rüşvet vermeyi en sonunda öğrenir.
aşkı diri tutan şey imkansız olmasıdır.
kafamda bir tuhaflık var, ne yapsam bu alemde yapayalnız hissediyorum kendimi.
mutlu musun gerçekten? bazen insan şuna niyet eder; ama şu değil de bu olur. gene de mutluyum der insan.
bu şehirde herkesin bir kalbi, bir de sayacı vardır.
evli olmanın en müthiş yanı, insanın istediği zaman ve istediği kadar sevişebilmesidir.
iyi bir eğitim, zenginle fakirin farkını ortadan kaldırır.
en iyi aşk, değil tanımak, hiç görmediğin kişiye duyulan aşktır.
görücü usulü evlilikte zor olan şey, kadının hiç tanımadığı biriyle evlenmesi değil, hiç tanımadığı birini sevmek zorunda olmasıdır.
ülkemizde en aptal vatandaş bile rüşvet vermeyi en sonunda öğrenir.
aşkı diri tutan şey imkansız olmasıdır.
kafamda bir tuhaflık var, ne yapsam bu alemde yapayalnız hissediyorum kendimi.
mutlu musun gerçekten? bazen insan şuna niyet eder; ama şu değil de bu olur. gene de mutluyum der insan.
mesafe
murathan mungan
bazı mesafeler asla kapanmaz, en yakınınızdakiyle bile.
zaman, zamanında elinizden kaçanları size zalimce hatırlatmakta hiçbir fırsatı kaçırmaz.
bazı şeylerin gerçekten hiçbir açıklaması yoktur.
sürpriz kötüdür. özellikle de insanın kendi kendine yaptığı sürprizler. insan kendini şaşırtmamalıdır. bu tehlikelidir; içindeki taşlar yerinden oynar. insanın kendi hakkında yanlış da olsa bir kararı olmalıdır. ben buyum, dediği bir kararı. benim hayatımı kararlar yönetir.
aynı kumaştan olmayan insanların ahbaplığında gene de tuhaf bir sağlamlık vardır. benzerliğin tuzaklarına düşmezler. birbirlerini tamamlayan yanları, hayata ait farklı bir nesnellik duygusu sağlar onlara.
kapandı sanılan nice yara, ilk darbede, kendi hatırasını olmasa bile yılları yeniden kanatır.
bazı insanlar her şeyi iyi yaparlar. marifetleri tükenmez.
kimse kendi zamanının efendisi değildir.
bazı insanlar, kendilerini korumak için kendi hayat yollarına kazdıkları savunma kalelerine, siperlere, hendeklere başkalarını inandırmaya çalışmakla geçirirler bütün ömürlerini.
hayat bazılarına mutsuz olmakla duygusuz olmak arasında bir tercih hakkı tanır, daha fazlasını değil.
bazı mesafeler asla kapanmaz, en yakınınızdakiyle bile.
zaman, zamanında elinizden kaçanları size zalimce hatırlatmakta hiçbir fırsatı kaçırmaz.
bazı şeylerin gerçekten hiçbir açıklaması yoktur.
sürpriz kötüdür. özellikle de insanın kendi kendine yaptığı sürprizler. insan kendini şaşırtmamalıdır. bu tehlikelidir; içindeki taşlar yerinden oynar. insanın kendi hakkında yanlış da olsa bir kararı olmalıdır. ben buyum, dediği bir kararı. benim hayatımı kararlar yönetir.
aynı kumaştan olmayan insanların ahbaplığında gene de tuhaf bir sağlamlık vardır. benzerliğin tuzaklarına düşmezler. birbirlerini tamamlayan yanları, hayata ait farklı bir nesnellik duygusu sağlar onlara.
kapandı sanılan nice yara, ilk darbede, kendi hatırasını olmasa bile yılları yeniden kanatır.
bazı insanlar her şeyi iyi yaparlar. marifetleri tükenmez.
kimse kendi zamanının efendisi değildir.
bazı insanlar, kendilerini korumak için kendi hayat yollarına kazdıkları savunma kalelerine, siperlere, hendeklere başkalarını inandırmaya çalışmakla geçirirler bütün ömürlerini.
hayat bazılarına mutsuz olmakla duygusuz olmak arasında bir tercih hakkı tanır, daha fazlasını değil.
sincabın sakladığı sözcükler
peter laugesen
bulabilirim evin yolunu
tek gerçek şiirsel duygu derin hüzündür
onun içinde tomurcuklanır gülümseme
gözyaşı olur damlar kahkaha
sağduyu dedikleri
yakıp yıkıyor her şeyi
bir gün dönüp arkama baktım
hiçbir şey yoktu görünürde
tarihin yüreğidir
eyleme geçen düşüncedir şiir
ışık ile gölgeden
ses ile sessizlikten
doğmuş yaratıklardır
şiirler
gecenin imleridir sözcükler
gölgeleridirler düşüncenin
kağıttan bir kışlada
kötülükten de kötüsü
korkaklığın aldığı ürpertici öçtür
kötülüğün kurbanlarından
heyecanın acımasızlığı değil
acının öfkeli yüreğidir
karşıt yıldızlar gibi bizi alevlendiren
boş sokaklardaki kimsesiz güzellikte
dünya ile çakışması gerekmez sanatın
ama dünyadan kaynaklanması gerekir
yalın ve güzel bir şey
söylemek isterdim
nesnelerin ışığı kestiği yerde
oluşan gölgeler üstüne
otların nasıl büyüdüğünü
rüzgarın nasıl estiğini
bildiğim yerlerde
oturuyorum en çok
her şey yapılmış değildir daha
ama olan her şeyi
değiştirmek isteyenden
gelmez yenilik; yenilik ancak
daha olmayanda olabilenden
gelir
çamurlu bir çayırda
topraklı kemik parçaları
yığınıyla oynayan
bir köpek gibi
sıçrayıp oynar şair
dilin içinde
sözcükler yığınıyla
eski defterleri karıştırmakla geçiriyor ömrünü insan
karıştırılan bir eski deftere dönüşünceye dek yaşam
şiir kör bir midillidir
dilin maden ocağı geçitlerinde
sırtında bir kanarya
dil bir tansıktır
en yırtıcısıdır çalılıkların
yazıdır
oluşturan
beni ben kılan
neresi olursa olsun
burası olmasın da
13.01.2016
osho
anthony storr
bhagwan shree rajneesh (osho), 93 tane rolls-royce'a sahip olması kadar, cinselliği aydınlanmaya giden yol olarak göklere çıkaran bir guru olması ile de oldukça ünlüdür. diğer gurulardan farkı, öğretisinin tamamen eklektik olması ve neyin ona ait olduğunu belirlemenin zorluğudur.
11 aralık 1931'de, madhya pradesh eyaletinin küçük bir kasabası olan kuchwada'da, çocukluğunun büyük bir kısmını geçirdiği, annesinin ailesinin oturduğu evde dünyaya gelmiştir.
çocukken yalnız, içe dönük ve çok zekiydi. guruların tipik özelliklerinden biri olan "arkadaş edinmektense yandaş toplama" özelliği onda epey küçük yaşlarda ortaya çıkmıştı. diğer çocukları kandırmış ve sürekli otoriteye kafa tutmuştu. astımlı ve hastalıklı bir çocuktu. birçok defa ölümle burun buruna gelmişti. ölümle oyun oynar ve korkusunu yenme adına riskli hareketler yapardı. örneğin shakkar nehrindeki girdaba atlar, burgaç tarafından dışarı itilene kadar dibe dalardı.
diğer sağlığı bozuk, zeki ve yalnız kişiler gibi o da çok okumaya başladı ve bu alışkanlığı uzun yıllar sürdürdü. bu sayede doğu'nun kutsal yazılarını, batı'nın önemli filozoflarını yakından tanır hale geldi. dini inanç arayışları, her zaman başkaldırma ve dalga geçme ile son buldu. otoriteye itaat etmesi gereken hiçbir ideolojiyi kabul edemiyordu. kavgacı, saldırgan ve küstahtı.
rajneesh, gandhi'nin oruç tutmasının mazoşizm, cinsellikten uzak durmasınınsa bir çeşit sapıklık olduğunu ileri sürmüştür. rahibe teresa'nın da bir şarlatan olduğunu söylemiştir.
"fakir bir toplumda din anlamlı olamaz; çünkü onlar henüz başarısızlığı tatmamışlardır. yani ev sahibi olmanın, zengin olmanın ya da gönüllerinde hangi maddi çıkar yatıyorsa onun mutluluk getirmeyeceğini henüz anlamamışlardır."
rajneesh; dinin, maddi ihtiyaçlarını gerçekleştirmiş ve bu nedenle de yaşamın anlamını sorgulamaya gücü yeten kişilerin lüksü olduğunu belirtir. "ne kadar fazla şey toplarsanız yaşamınız o kadar boşa gider; çünkü bunların bedeli yaşamın kendisidir." der. bu açıdan, çarpıcı biçimde, kendi öğretisine ters düşmektedir.
rajneesh'e göre insanlar üçe ayrılır: nesne toplayan ve dışa dönük olanlar, bilgi toplayan ve daha az dışa dönük olanlar ile farkındalığa ulaşmaya çalışan içe dönükler. son gruptakilerin amacı, gittikçe daha fazla bilinçlenmektir.
rajneesh'e göre cinsellik, kutsallığa ulaşmanın yollarından biridir. bekareti yücelten ve cinselliği bastırmaya çalışan dinler, engellenmişlik duygusu ve nevroz yaratmaktadır. bir keresinde, insanların ona getirdiği sorunların %99'unun cinsellikle ilgili olduğunu söylemiştir.
rajneesh'e göre gerçeğe ulaşmanın üç ana yolu vardır: deneye dayalı bilimsel yol, akla dayalı mantık yolu ve kendisini şiir ile dinde ortaya koyan eğretileme yolu.
"şiir, nesnelle özneli birbirine bağlayan bir köprüdür. din de esasen şiirdir. tantrik öğretide yaşama her zaman 'evet' denir. gerçek ateist, yaşama 'hayır' demeyi sürdürendir."
"insan, doğal olmayan tek hayvandır. bu nedenle de dine ihtiyaç duyar."
rajneesh'e göre, çoğu insan çocuk sahibi olmaya uygun değildir ve zaten dünyada da gereğinden fazla çocuk vardır. tüm dünyada yirmi yıl boyunca doğumlar yasaklansa, çoğu sorunun çözüleceğine inanır.
rajneesh, lord acton'ın düsturunun canlı bir örneğidir: "güç yozlaştırır. mutlak güç mutlaka yozlaştırır." rajneesh de bir hırs canavarı olana kadar yozlaşmıştır.
o, her zaman bir liderdi; küstah, otoriteye karşı hoşgörüsüz, kendi kendini yetiştirmiş, hiçbir üstada borcu olmadığını iddia eden biriydi. olağanüstü bir bilgi birikimi ve hayatın nasıl yaşanması gerektiği hakkında bir düsturu vardı. ancak maalesef, kendi görüşünü izlemede başarısız oldu.
bhagwan shree rajneesh (osho), 93 tane rolls-royce'a sahip olması kadar, cinselliği aydınlanmaya giden yol olarak göklere çıkaran bir guru olması ile de oldukça ünlüdür. diğer gurulardan farkı, öğretisinin tamamen eklektik olması ve neyin ona ait olduğunu belirlemenin zorluğudur.
11 aralık 1931'de, madhya pradesh eyaletinin küçük bir kasabası olan kuchwada'da, çocukluğunun büyük bir kısmını geçirdiği, annesinin ailesinin oturduğu evde dünyaya gelmiştir.
çocukken yalnız, içe dönük ve çok zekiydi. guruların tipik özelliklerinden biri olan "arkadaş edinmektense yandaş toplama" özelliği onda epey küçük yaşlarda ortaya çıkmıştı. diğer çocukları kandırmış ve sürekli otoriteye kafa tutmuştu. astımlı ve hastalıklı bir çocuktu. birçok defa ölümle burun buruna gelmişti. ölümle oyun oynar ve korkusunu yenme adına riskli hareketler yapardı. örneğin shakkar nehrindeki girdaba atlar, burgaç tarafından dışarı itilene kadar dibe dalardı.
diğer sağlığı bozuk, zeki ve yalnız kişiler gibi o da çok okumaya başladı ve bu alışkanlığı uzun yıllar sürdürdü. bu sayede doğu'nun kutsal yazılarını, batı'nın önemli filozoflarını yakından tanır hale geldi. dini inanç arayışları, her zaman başkaldırma ve dalga geçme ile son buldu. otoriteye itaat etmesi gereken hiçbir ideolojiyi kabul edemiyordu. kavgacı, saldırgan ve küstahtı.
rajneesh, gandhi'nin oruç tutmasının mazoşizm, cinsellikten uzak durmasınınsa bir çeşit sapıklık olduğunu ileri sürmüştür. rahibe teresa'nın da bir şarlatan olduğunu söylemiştir.
"fakir bir toplumda din anlamlı olamaz; çünkü onlar henüz başarısızlığı tatmamışlardır. yani ev sahibi olmanın, zengin olmanın ya da gönüllerinde hangi maddi çıkar yatıyorsa onun mutluluk getirmeyeceğini henüz anlamamışlardır."
rajneesh; dinin, maddi ihtiyaçlarını gerçekleştirmiş ve bu nedenle de yaşamın anlamını sorgulamaya gücü yeten kişilerin lüksü olduğunu belirtir. "ne kadar fazla şey toplarsanız yaşamınız o kadar boşa gider; çünkü bunların bedeli yaşamın kendisidir." der. bu açıdan, çarpıcı biçimde, kendi öğretisine ters düşmektedir.
rajneesh'e göre insanlar üçe ayrılır: nesne toplayan ve dışa dönük olanlar, bilgi toplayan ve daha az dışa dönük olanlar ile farkındalığa ulaşmaya çalışan içe dönükler. son gruptakilerin amacı, gittikçe daha fazla bilinçlenmektir.
rajneesh'e göre cinsellik, kutsallığa ulaşmanın yollarından biridir. bekareti yücelten ve cinselliği bastırmaya çalışan dinler, engellenmişlik duygusu ve nevroz yaratmaktadır. bir keresinde, insanların ona getirdiği sorunların %99'unun cinsellikle ilgili olduğunu söylemiştir.
rajneesh'e göre gerçeğe ulaşmanın üç ana yolu vardır: deneye dayalı bilimsel yol, akla dayalı mantık yolu ve kendisini şiir ile dinde ortaya koyan eğretileme yolu.
"şiir, nesnelle özneli birbirine bağlayan bir köprüdür. din de esasen şiirdir. tantrik öğretide yaşama her zaman 'evet' denir. gerçek ateist, yaşama 'hayır' demeyi sürdürendir."
"insan, doğal olmayan tek hayvandır. bu nedenle de dine ihtiyaç duyar."
rajneesh'e göre, çoğu insan çocuk sahibi olmaya uygun değildir ve zaten dünyada da gereğinden fazla çocuk vardır. tüm dünyada yirmi yıl boyunca doğumlar yasaklansa, çoğu sorunun çözüleceğine inanır.
rajneesh, lord acton'ın düsturunun canlı bir örneğidir: "güç yozlaştırır. mutlak güç mutlaka yozlaştırır." rajneesh de bir hırs canavarı olana kadar yozlaşmıştır.
o, her zaman bir liderdi; küstah, otoriteye karşı hoşgörüsüz, kendi kendini yetiştirmiş, hiçbir üstada borcu olmadığını iddia eden biriydi. olağanüstü bir bilgi birikimi ve hayatın nasıl yaşanması gerektiği hakkında bir düsturu vardı. ancak maalesef, kendi görüşünü izlemede başarısız oldu.
en yüksek kulenin türküsü
arthur rimbaud
o sevdalar çağı dönmeli
dönmeli, geri gelmeli
dayandım nasıl, nasıl da
unutamam bir daha işte
o korkular, kaygılardı
uçup gitti göklere
bir belalı susuzluk
karartıyor damarlarımı
o sevdalar çağı dönmeli
dönmeli, geri gelmeli
bir çayır gibi tıpkı
unutulmuş bir kıyıda
karamukların, günlüklerin
boyatıp çiçek açtığı
o yabanıl uğultusunda
korkunç pis sineklerin
o sevdalar çağı dönmeli
dönmeli, geri gelmeli
yalnızlık dolambacı *
octavio paz
cennet diye bir şey varsa eğer, şimdi ve buradadır, bedensel kucaklaşmadadır; yoksa zamandan ve bedenden yoksun öteki dünyada değil.
novalis: şiir, insanın doğal dinidir.
bilmek, bilineni değişime uğratan bir eylemdir.
özgürlükten yoksun demokrasi bir despotizmdir; demokrasiden yoksun bir özgürlük de hayalden başka bir şey değildir.
"her şey boştur; çünkü her şey doludur. söz konuşmaz; çünkü konuşan, yalnızca suskunluktur." (sunyata)
özgürlük su kadar değerlidir ve üzerine titremediğimiz takdirde aynen su gibi akıp gider.
her şey bize bir konuda hizmet eder ve hepimiz birer aracızdır.
alışılmamışın ortaya çıkmasını sağlamanın bir yöntemi de, normal bir nesneyi hep ait olduğu yerden alıp başka bir yere koymaktır.
şiirle tarih, birbirlerini tamamlarlar; ancak bunun koşulu, şairin belli bir mesafeyi korumayı bilmesidir.
kendimize geri dönmenin koşulu, önce kendimizden çıkıp uzaklaşmaktır; ama boşlukta yitip gitmemenin koşulu da, yeniden çıkış noktasına geri dönmektir.
* "düşler boyunca yaratmak" ile birlikte.
cennet diye bir şey varsa eğer, şimdi ve buradadır, bedensel kucaklaşmadadır; yoksa zamandan ve bedenden yoksun öteki dünyada değil.
novalis: şiir, insanın doğal dinidir.
bilmek, bilineni değişime uğratan bir eylemdir.
özgürlükten yoksun demokrasi bir despotizmdir; demokrasiden yoksun bir özgürlük de hayalden başka bir şey değildir.
"her şey boştur; çünkü her şey doludur. söz konuşmaz; çünkü konuşan, yalnızca suskunluktur." (sunyata)
özgürlük su kadar değerlidir ve üzerine titremediğimiz takdirde aynen su gibi akıp gider.
her şey bize bir konuda hizmet eder ve hepimiz birer aracızdır.
alışılmamışın ortaya çıkmasını sağlamanın bir yöntemi de, normal bir nesneyi hep ait olduğu yerden alıp başka bir yere koymaktır.
şiirle tarih, birbirlerini tamamlarlar; ancak bunun koşulu, şairin belli bir mesafeyi korumayı bilmesidir.
kendimize geri dönmenin koşulu, önce kendimizden çıkıp uzaklaşmaktır; ama boşlukta yitip gitmemenin koşulu da, yeniden çıkış noktasına geri dönmektir.
* "düşler boyunca yaratmak" ile birlikte.
mor bir serserinin gezi notları
osamu dazai
insanın azim gösterileri biraz gülünçtür.
hakikat insanın inandığı şeylerdir ama hakikat insanın bir şeylere inanmasını sağlayamaz.
insanlar şöhretten kolayca etkilenen zavallı yaratıklardır. bu gazetecilik müessesesi amerikalı kapitalistlerin icadı; bu nedenle hiçbir şeyi fazla ciddiye almıyor. zehir bu: meşhur olur olmaz seni budalaya çeviriyorlar. benim gibi mızmızlanıp duranlar da aslında içten içe meşhur olmak isterler, ne derlerse desinler.
insanlar sık sık ihanete uğrar ve herkesin arasında rezil olur. gençlerin yetişkinliğe geçerken ilk öğrendikleri, kimseye güvenmemeleri gerektiğidir. yetişkinler ihanete uğramış ergenlerdir.
insan, hayatının bir döneminde bir hastalığa tutulmamışsa hastalara nasıl davranması gerektiğini de tam olarak bilemiyor.
yüreklerimizin derinliklerinde hala küçük çocuklardık.
insanın azim gösterileri biraz gülünçtür.
hakikat insanın inandığı şeylerdir ama hakikat insanın bir şeylere inanmasını sağlayamaz.
insanlar şöhretten kolayca etkilenen zavallı yaratıklardır. bu gazetecilik müessesesi amerikalı kapitalistlerin icadı; bu nedenle hiçbir şeyi fazla ciddiye almıyor. zehir bu: meşhur olur olmaz seni budalaya çeviriyorlar. benim gibi mızmızlanıp duranlar da aslında içten içe meşhur olmak isterler, ne derlerse desinler.
insanlar sık sık ihanete uğrar ve herkesin arasında rezil olur. gençlerin yetişkinliğe geçerken ilk öğrendikleri, kimseye güvenmemeleri gerektiğidir. yetişkinler ihanete uğramış ergenlerdir.
insan, hayatının bir döneminde bir hastalığa tutulmamışsa hastalara nasıl davranması gerektiğini de tam olarak bilemiyor.
yüreklerimizin derinliklerinde hala küçük çocuklardık.
12.01.2016
aşk
ivan gonçarov
keşke insan hiçbir endişe yaşamadan aşkın sıcaklığını duyabilse! hayat seni rahat bırakmaz. nereye gitsen yanarsın! bir sürü duygu ve kaygı birden hayatını dolduruverir. aşk hayatın en zor okuludur!
aşkın insanı birden hastalık gibi etkileyen esrarlı ve uçarı bir duygu olduğu söylense de onun da bazı nedenleri ve kendine ait kuralları vardır. eğer bu kurallar şimdiye dek pek öyle incelenmediyse bunun nedeni aşka düşen kişinin bu duygunun ruhuna nasıl hakim olduğunu, sanki derin uykudaymış gibi duygularını uyuşturduğunu, ilk andan itibaren görme yeteneğini kaybettiğini, ne zaman kalbinin ve nabzının hızlandığını, nasıl ölene kadar bağlandığını, kendisini feda etmeye hazır olduğunu, "ben" kavramının nasıl "o" kavramına dönüştüğünü, zekasının nasıl uyuştuğunu ya da inceldiğini, nasıl baş eğdiğini, dizlerinin titrediğini, ateşinin yükselip gözlerinin yaşardığını bilmemesidir.
keşke insan hiçbir endişe yaşamadan aşkın sıcaklığını duyabilse! hayat seni rahat bırakmaz. nereye gitsen yanarsın! bir sürü duygu ve kaygı birden hayatını dolduruverir. aşk hayatın en zor okuludur!
aşkın insanı birden hastalık gibi etkileyen esrarlı ve uçarı bir duygu olduğu söylense de onun da bazı nedenleri ve kendine ait kuralları vardır. eğer bu kurallar şimdiye dek pek öyle incelenmediyse bunun nedeni aşka düşen kişinin bu duygunun ruhuna nasıl hakim olduğunu, sanki derin uykudaymış gibi duygularını uyuşturduğunu, ilk andan itibaren görme yeteneğini kaybettiğini, ne zaman kalbinin ve nabzının hızlandığını, nasıl ölene kadar bağlandığını, kendisini feda etmeye hazır olduğunu, "ben" kavramının nasıl "o" kavramına dönüştüğünü, zekasının nasıl uyuştuğunu ya da inceldiğini, nasıl baş eğdiğini, dizlerinin titrediğini, ateşinin yükselip gözlerinin yaşardığını bilmemesidir.
10.01.2016
şakşuka
salah birsel
orhon murat arıburnu içkiye pek yatkın değildir. ama evinde dostlarını ağırlayacak içki bulundurmayı da hiç eksik etmez. hem de içki şişelerini dolaplarda saklamaz, onları salonda iplerle tavana asarak konuklarının gözüne sokar. hemen hemen her koltuğun yanında tavandan sarkmış bir votka şişesi bulunur. içki içmek isteyenler yine yanındaki orta masası üzerinde duran bardağı alır, şişeden buraya içkiyi boca eder.
1946 yılında arıburnu, hacı emin efendi sokağında otururken bir pazar sabahı evine gelen behçet necatigil, oktay akbal ve salah birsel'i de yine böyle bir odada, duvardan duvara salıncak gibi sallanan içki şişeleriyle karşılamıştır. şişeler her üç konuğu iyisinden büyülemiş, şişelerin içindekiler ise onları yere sermiştir. bereket orhon içki şöleninin arkasından bol biberli bir şakşuka -meyhanelerdeki adı: menemen- şölenini de uygulama alanına koymuştur ki, bizimkiler iyice ayılmışlardır. o günden sonra içkiye değilse bile şakşukaya tövbe etmişlerdir.
orhon murat arıburnu içkiye pek yatkın değildir. ama evinde dostlarını ağırlayacak içki bulundurmayı da hiç eksik etmez. hem de içki şişelerini dolaplarda saklamaz, onları salonda iplerle tavana asarak konuklarının gözüne sokar. hemen hemen her koltuğun yanında tavandan sarkmış bir votka şişesi bulunur. içki içmek isteyenler yine yanındaki orta masası üzerinde duran bardağı alır, şişeden buraya içkiyi boca eder.
1946 yılında arıburnu, hacı emin efendi sokağında otururken bir pazar sabahı evine gelen behçet necatigil, oktay akbal ve salah birsel'i de yine böyle bir odada, duvardan duvara salıncak gibi sallanan içki şişeleriyle karşılamıştır. şişeler her üç konuğu iyisinden büyülemiş, şişelerin içindekiler ise onları yere sermiştir. bereket orhon içki şöleninin arkasından bol biberli bir şakşuka -meyhanelerdeki adı: menemen- şölenini de uygulama alanına koymuştur ki, bizimkiler iyice ayılmışlardır. o günden sonra içkiye değilse bile şakşukaya tövbe etmişlerdir.
Kategori:
.anekdot,
.persona,
#genel,
behçet necatigil,
oktay akbal,
orhon murat arıburnu,
salah birsel