botho strauss
bir bodrum kat garajının önündeki yükseltiye oturmuş, alaca karanlık bir lokantadan sigara almaya giden erkek arkadaşını bekliyor, dizinde onun ceketi. ikisi, sonuna dek seyretmeye dayanamadıkları bir filmden çıkmışlardır. şimdi adam, yine bir kavgaya tutuştuğu lokantadan sendeleyerek çıkar, yeniden kapıya bir yarım döner ve lokantacıya yine ağzına geleni söyler. sonra hızla sokağa süzülür, kapıyı ardından sıkıca kapatır. gömleğinin kollarını indirirken: "işte bu kadar!" der. lokantacı kapıyı açıp edepsizce tehditler savurur. ardından kapıyı öyle bir öfkeyle kapatır ki kendi binasının kapısı olduğu halde, sanki karşı tarafın kırıp dökme isteğini yerine getiriyormuş gibi görünür. kapı dışarı edilen, yalnızca bir omuz silker ve hafiften kıkırdar. sonra ötekini gülünç düşüren en galiz küfrünü, en yüksek sesle havaya boşaltır; ötekinin kulağına ulaşmaz ama.
"nereye gitsek küfrediyorsun" der genç kadın, "şimdi senin o aptal sigaran için yine bir başka yere gitmek zorundayız."
adam, öfkeyle: "ama öyle bir sürü barbar başıboş bırakılmaz ki!" der, kadının kucağına atılmış ceketini alır.
"o batakhanede elbette bir sürü barbar bulursun. tabii ya ne olacaktı? başka ne bekliyorsun? zaten daha baştan bile bile öyle bir batakhaneye giriyorsun, orada nasıl olsa sataşacak birini bulursun diye."
"bir de sen başlama!" diyerek adam, tehditten ziyade bozuk çalar biçimde kadının sözünü keser.
"sen var ya, filozof gibi bir kavga keçisisin. kolayca kızışıp hemen zıvanadan çıkıyorsun." sözü tam kesilmeden bu lafı da illa yetiştirmeliydi. topluca bir genç kadındı, boz gri dağınık dalgalı saçları vardı, tıklım tıkış dolu bir salona konuşuyormuş gibi yüzünü hep onun üstünde tutan bu entelektüel serseriyle çıkmaktaydı.
"sana nasıl sarılıp seni nasıl öpmem gerektiğini bilemez oldum. sırf ölü kamera gözler önünde görünmek için çiftleşen insanların aşağılık gösterişleri benim cinsel duyarlığımı berbat etti, düzeyini düşürdü. bunalımlı kafaların keyifsizliğini çağrıştırıyorlar. o batakhanedeki barbarlar da tam bizim kaçarcasına kurtulduğumuz filme methiye düzüyorlar."
"daha geniş ufku olan, bakmaz geçer."
"nasıl olacak o? senin çıplaklığın da böyle bir filmden sonra benim gözümde, dökülen, şişirilmiş, tutuk, anlam yoksunu lümpen bir burjuva utanmazlık giysisine bürünüyor. hepsi reklam, salt bir put, beden yok artık, artık bulunmayan bir ticari meta için, duyumsal zevk için kendini tatmin reklamından ibaret. dehşet sarsmalı insanı, burjuva lümpen giysi içindeki -aslında çıplak!- gösteriden duyulan dehşet. ama belki de benim umudum çoktan uğursuzluğa yönelmiştir. dünyanın henüz hiç bilmediği bir imgeler akını. bizim üstümüze gelmeli o, bizim kendimizden bir şey geleceği yok artık. herkese öyle gelmeli ki ekranda bir pantolon fermuarı çözüldüğünde, sanki bir insanı kusarken görüyormuş gibi olmalı. dolaylılığın ve en ince nüansın ustası olma iddiasındaki bir sanatçı tam da bu en hassas, en kutsal alanda nasıl en gürültücü realist gibi hava atabilir?
ah, yalnızca ben, eli kolu bağlanmış zevkin çığlığıyım! dünyanın dönüşümü benimle uygun adımda olmadığı için öyle bir kayıp halindeyim ki! öğrenilenler kullanılamaz olmuş. daha çıraklık kursu bitmeden, zanaat bitip tükenmiş.
duyumsal merak, insan yüzünde, en azından bizim enlemimizdekilerin yüzünde, çok düşük bir rol oynuyor. son derece zayıf ve hizaya sokulmuş olarak geliyor görüntüye ve hemen hiçbir zaman da olduğu gibi çıkmıyor; öncelikle parlayan ve yüzlere can veren, toplumsal avantaj hırsı.
duyumsal zevk sorunu, en iyisi, bir süpermarketteki iki kasiyer kadının yaklaşan tatilleri üstüne konuşması fonda gösterilerek tartışılır; birbirine sırt dönmüş, cinsel organları üstünde oturan, malları tarayıcıdan geçiren ve müşteriye tek bir bakış bile lutfetmeyen iki kadındır bunlar. bizim için en merkezi, en yakıcı sorun olan duyumsal zevk sorunu, hiç önem taşımadığı, düpedüz duyumsuzluğun gündelik yaşama ve işlere egemen olduğu toplumsal zamanın muazzam kütlesine karşı iyice bir düşünülüp taşınılmalıdır. insanın gözü, eli beceriksizleşti; her çeşit güvenceden yoksun meraklı ruhu da beceriksizleşti. mağdurlar, maler-ruhlular, dostoyevski-ruhlular nerede? takıntılar, kavga verenler, kopmuşlar, sağaltım tutkunları, kışkırtılanlar, yürek parçalayıcı sancılarıyla ruh savrukları, neredeler? yok işte. çatlamaları kavraması gereken zeka dümdüz, sağlıklı bir karaciğerin aynası gibi kaygan. bir tek ben çıkıyorum sarsılmışların, dehşete uğramışların, ürküntü felçlilerinin bahçesine ve gül demetli yüceliğe doğru demecimi sunuyorum; ben, ışık geçiren adam.
çağ kırılması ve dönem çöküşü, böyle işte, tarih yutmuş bilinçlerle tükettik kendimizi. şimdi yeniden, önce sanatçılar olmak üzere, sonsuzun gündemini ele almalıyız. ki, tüm olanlarda yüceliğe doğru hareketi, anagog'u sorgulayalım.
varoluşun evinde gürültüyle mobilyalar kaydırılıyor. dehşet verici bilinçten daha dehşet vericisi gelemez. düşünülebilir tüm dehşetler. düşünülebilirden daha kötüsü yoktur. korkunçta, resmedilmiş ve önceden görülmüş gibi gelendir en korkunç. akıl hala yürekten konuşuyor, kötülüğün ve kaygının adını vererek konuşması garip bir şekilde hep daha canlı ve daha ustalıklı oluyor. ama yeryüzü güçleri çok az birikmekte ve şamataları bastırıyor zaten.
geç kaldık canım, geç kaldık. yeniyi zamansız anladık. şimdi yeni gerçekten ortalığa çıktığında ise bizim anlayışımız kullanımdan düştü. şimdi, tüm modeller uygulanıp bittikten, tüm heyecanlar coşup tükendikten sonra, çağ, ayıları serbest bırakıyor. "tarihsel dönüşüm süreçleri içinde bulunuyoruz" diyor çocuksu kamuoyu ağzı. aslında bizim güncel ilgilerimiz abartılı bir merakla, günümüzün ne anlama geldiğini daha kararlıca ve kolaylıkla bilecek olan gelecektekilere yöneliyor. biz, geçmişi incelemenin ustaları, onların geriye kayıtsızca bakışları için imrenmeyle kendimizi parçalıyoruz; öylesine güçlü, henüz kesinleşmemiş, mayalanmamış bir şimdi, geç de olsa başımıza gelmeli bizim. ama tespih böceklerini veya yusufçukları, mahmuzlu camgöz veya leoparları çevreleyen, en eski güvenilir küçük dünyalara oranla tarih içinde sürekli askıda duran, kendini düzelten veya kendiyle çelişen bir dünya, ne kadar anlamaya değer ki?
bizim dünyamız, karıncaların "dünya tablosu" gibi, dokunma ve salgı zinciri yoluyla sürekli bir kimyasal taktik bağlantı sayesinde güvenceye alınmış olmayıp tam tersine, sürekli sahte dünya tablosu üretimi nedeniyle güvensizleşmiştir. bizim yapacağımız dünya tasarımı hep, fabrikasyonu ile onu yaratan beyin tekniğinden daha ilkel kalacaktır. beyin ile gerçek dünya, dünya tablosu ile dünyanın ilişkisinden veya beyin ile onun yansıtmalarından daha yakındır birbirine. hiçbir şeyi doğru göremeyiz; keyif ehli körleriz biz, çalışkan aymazlarız. birbirine dokunup salgı ileten karıncaların doğası nasıl kimyasal taktik nitelikliyse, insanın doğası da tasarımlayıcıdır. ve bu güvenilir sürekli aldanma düzeneği, doğanın meydana getirdiği en büyük şeydir! bu düzeneğe, imalatın, yaratışın, renk, biçim, anlam, figür ve bağlantılar fabrikasyonunun kesintisiz işleyişi egemendir. insan, salt dur durak bilmeyen çalışkanlığıyla doğa süreçleri içinde yer almıştır ve hatta eyleminin körlüğü açısından, güzelliğiyle kategorik olarak insan gözlemcinin yöneldiği güzellik duyumuna katılan hayvanlarla yakın akrabadır.
serbestçe ve keyifle havalarda oynaşan tavus benekli gece ve gündüz kelebekleri, gerçekte ancak telefondan telefona koşuşturan borsa simsarıyla karşılaştırılabilir. "insan ruhunun simgesi olan" kelebekte işgüzarlıktan başka bir şey yoktur. bizim tablo ve tasarım dünyamızdaki kötüye kullanmaların ve saçmalıkların her yerde izi sürülüp açığa dökülmeli. cambazlık! ah canım! özgür! ah canım! hatta üstelik "mutlu" mu ne? daha uçsuz bucaksız hayallerimizi bırakamazken, tümden yabancı bir dünyanın ortasında, zorunlu bir eğretilemeli çekinceyle davranmayı ne zaman öğreneceğiz nihayet? yaşamın gevezeliğinin kendisi! yaşamın yalanının kendisi. baştan aşağı kendini övme!
kendinden gurur duyma yetisi olmayan ağaca uzun süre bakınca iflah olmazlığı belirir. ruhumuz, yollar içinde doğanın bizi boşlayan güzelliklerinden üzüntü ve hayal kırıklığı ile geri çekilir. eh, elbet doğa da çok hoşlandıklarıyla birleşmek istemiştir. ruhumuz, ölü bir ağaç parçasını, ölü bir çiçeği birden fark eder -ve yalnızca molekülleri frenleme duygusu vardır. ruh, yalnız olduğunu ve o bir başına kendine hayran olmayı, ancak nice sonra anlar. hep yalnızca kendi kendini sevmiştir. zeka ile ruh, güvenli bir işbirliği içinde her şeyi; ama düpedüz her bir şeyi, gerek nesnelerin güzelliğini gerekse o güzelliğe yönelik duyarlığı, beraberce ortaya çıkardılar. ve bu, salt insanın kendini iyi hissetmesi uğruna yapıldı!
canlıyı cansız görmeye çalışıyorum. bir kelebek, bir bahar çiçeği etrafında dört dönüyorsa, aerodinamik açıdan bu uçuşu en küçük kanat hareketine dek gerekçelendirmiş ve açıklamış olsam bile onun varlığında benim insanca bilgilenmeme ve anlamama hiçbir şey katılmaz. ne zaman ki en büyüğünden en küçüğüne -ışığıyla, soluk alışıyla, kanıyla, bakışıyla- en içten bir "insandan kaçan"a rastlarım, o zaman umursamazlık mucizesinin ne olduğunu birazcık anlamaya başlarım. o mucizede biz insansal bilgimizi, milyarlarcasının içinden rastlantı olarak tek bir çalışkanlığı sergiliyoruz. mistiğin çekirdeği bu, tepeye dek kapalı olmak bu, dünya dahil. onun içinde ben, sevdiceğimle birlikte canlı canlı dört duvar arasına gömülmüşüm. bir zamanlar sudan'da kabile reisinin, soyu tükenince, son sevgililerinden biri dizlerinde olmak üzere yaptığı gibi.
cansızlar arasında, titreşen tel olmak ister insan. bizim gezegenimizden çıkıp uzaya yayılan büyük tınılardan söz ediliyor. oysa müzik, bizi kuşatmış tunçtan sessizliğe karşı mücadele için dışa açılıyor. müzik, dünyalar cephesindeki tek kavgadır. insanlar birbirini anlamıyor da ne demek? gereğinden fazla anlıyorlar, o kadar. tüm konuşma denen şey enikonu karanlıkta ses duyma ihtiyacına varır, kazlar gibi. simmel ile öteki, neydi adı? iletim hırsıyla birbirlerine bağırdılar, biri ötekini dinlemeksizin, yüksek sesle ve neredeyse öfkeyle birbirlerine seslendiler. buna karşın her ikisinde de birbirlerini çok iyi anladıkları hissi vardı. incil'in kapağında onun viski bardağının tabanı koyu bir kenar izi bırakmıştı. bardağı incil'in üstüne koymakla kalmıyor, heyecanla konuşurken bardağı kapağa vuruyordu da.
bir düşünsene, herkes tepesini örtmek istese, saçının bir telini bile göstermemek için herkes peruk özlese, herkes, utançla kendinden geçmiş gibi. kadınların yabancı erkekler önünde saçlarını örtmek zorunda oluşu yalnızca doğu'nun, yalnızca yahudilerin adeti değil. herkes başını örtmek istiyor, herkes! saç görkemi -saç utancı. her şey tepetaklak olsa canım kız arkadaşım, her şey bir tepetaklak olsa: burun büyüklüğü aşağılık duygusuna dönse; çerçeve genişletme, çerçeve küçültmeye inse. saygınlık gösterişi, silik kalma tutkusuna dönüşse; her şey, kendi karşıtına, iktidar/iktidarsızlık. şatafatlı şapka, yaldızlanmış utançtır, saç tuvaleti, saç utancının reklam parlatmasıdır ve utanç tüm zevklerin kaynağıdır: her çeşit soyunmanın tüketilmesi, tepe gözünün kapatılması.. tüm gelecektekiler anı olacak. geleceğin kendisi, anımsamanın eseri olacak. iyi ama ütopya nerede kaldı; düşler, insanlık düşü nerede? insanlık, düş görmez. yalnızca her seferinde "bir" insan düş görür. düşler, ruha ve geceye aittir. düş sözcüğünü yerinden alıp canının istediği yere dikemezsin.
bütün dünyayı dolaştım ve hiçbir şey görmedim. renkli dünya, çıkarılıp kenara konmuş soytarı önlüğü gibi değersizdir. soytarı çoktan onun içinden sıyrılıp çıkmış, kralının peşinde uzaklara uçmuş. ayrıca sürgünde gayretli bir gelirler müdürü ve aslında işgüder olmuş. kimdi o sahi, bernard von clairwaux muydu? üç kez cenevre gölünün çevresinde dolaşmış; ama sofuca düşünceler içinde yürüdüğü için gölün farkına varmamıştı. inancın ve aşkın görmezliği ile imgelerin imgesizliği, bugüne bugün bizi bitirmeye çalışıyor. filme alınmış her yüz adına, görünmezlerden utanıyorum. yitirilmiş profil olarak cepheden gösterim yapılamaz artık. çekincesiz aşk da yok. elbette sözler, yalnızca sözcüğün döküntüsü olmuşsa, imgeler sırf imgenin döküntüsüyse, bundan o her iki mucizenin, sözcük ve imgenin kendisine bir zarar gelmez. bu yetmezmiş gibi şimdi bir de şu insanın ve insan işleyişinin olumsuz bir kendi kendini tanrılaştırması var. son rasyonalite diyor ki: her şey berbat, zehirli. güneşin tadını asla çıkarmayın! hiçbir ırmağı, hiçbir ağacı sevmeyin; onun üstündeki bozuşmuş, çürümüş durumları görün.
heyecan gemisinin iki güvertesi var. çağların değişik akınlarında katmanlar üst üste gelir. o zaman yolcular yüksek tarafa zıplamak durumunda kalırlar: devrim, imge katliamının saati. put kırıcıların egemenliği, daha sonra yine yıkılmak zorunda. sürekli heyecanlananların gemisi fena sallanıyor, en basit anlamıyla insanlığın azgınlaşan beşiği bu ve o hep çaresiz, hep yeniden doğan. ah! ya bizim, gözyaşlarını erken yüceltmemiz? tüm varoluş, yaratılışın kendisi, tek bir gözyaşı damlasının çeperi içinde gömülü. tarih, salt gözyaşı ırmağını güvenceye almak için var. ağlamaya susamışlık.. uzun taraçaları anımsıyor musun, villaları, parkta çakıl serili yolları, la notte'yi, antonioni'nin geniş yalnızlıklarını? yoo, anımsamazsın. o ciddi, soğuk sessizliği, başarısızlığın fazla söze yer bırakmayan patos'unu, hafif spor giyinmemiş modern erkekleri tanımazsın artık. ya midi kostümü ve beyaz topuklusuyla bir sarışının soluk kesen masumiyetini? onlar, yüz yüze geldiğimiz ilk yalnızlardı, üsluplu ve hayat dolu yalnızlar. bir avuç modern gece insanı arasında, içini göstermez, karanlık aranjmanlar! can sıkıntısının ve tiksintinin kahramanları, ben'in soyluları.
ah, az önceye dek biz de bitmez tükenmez can sıkıntısı konusuna kendimizce, bize özgü bir katkı koyabilirdik; büyük can sıkıntısının gözden kaçmaz bir varyantını, insanları sarmalayıp boğan biçimsiz korkunç boş zaman geçirme gibi öyle zorbaca olmayan bir çeşitlemesini getirebilirdik. ama bu şansı kaçırdık. artık çok geç. can sıkıntısı geçti, yakında pek de bir daha gelmez; hele çağa damgasını basmış bir duygu olarak hiç gelmez.
evet, la notte'den bu yana süren yaşam, batı dünyasının bu duygusal tarihi, iyi egzistansiyalistler olmamızı engelledi. özgürlüğün yolları! peki şimdi? yeni bir egzistansiyalizm, yeni bir başarısızlık armaları bilgisi. dünyanın bir soluksuzluk duygusu. tüm kavranabilirliklerin parçalanışı üstüne bir matem üslubu. ve şafak. o ne ki? yalnızca, şimdi yapılacak, başka türlüsü yok. hiçbir şey vaat etmeyen, baştan aşağı nankör bir zamanda, salt verilen sözlerle yaşanmış gibi kendi şafağımız bastırıyor. ve öyle oluyor ki insan, sırf yüreğin verdiği sözleri bir kez daha hissetmek için, daha iyi, daha sert, daha nurlu, yani işte daha temiz, tertemiz duyumsamak için insanlardan uzaklaşıyor. özlenen, doğa değil, serpilip gelişme değil, farklılık değil, farkların çoğalması değil, sapma değil, bireylik değil. bir insanın özlemi, doğadışı ve doğaüstü dehalarda, ilk gülümsemeden son duaya dek güzellikte ve büyüde takılıp kalıyor. tüm canlıların yaşamadığı; sanatların, ideallerin, umutların yarı hayatta, yarı inorganik olduğu ve duygusallıklara sürüklenen çökelti muamelesi yapılması gerektiği, ayrıca bizim yeryüzünde eklenti bir tarih olduğumuz görünüyor işte. onun içinde yaşamımızın bir karşıt parçası olarak inorganik yürek atmakta. yalnızca seslenişimiz kurbağalardan farklı. dik yürüme insanda doğuştan var; ne zaman ki dizleri çözülür, o zaman saygınlık kazanır. ama bunu bilmiyorlar, bilmiyorlar.
ben baraj gölüyüm. dağları yırtarak inen dereler ve coşkun eylem akışları bende sonlanır. eylemi yok edenim ben, anlamı çözenim, ilişkiyi ayıranım. uçuşan giysilerle dönüp gelen sen de, benim mekanımda toplanmış dolaşıp dururken birbirlerinden pek de farklı olamayanların meydana getirdiği bir eylemsiz durağa varırsın. söylüyorum sana, bana erişen her şey bir durgun suya varmış olur. ama yeryüzünden kopmuş, rüzgarda salınan ve artık hiçbir yerde durmayan düşüncelerin şarkısını dinlemeyeceğim asla. bilim camiasından atılmış, serserice dolanan, orada burada bir insanın karanlık düşlerine değip geçen; ama hiçbir şeyin ona neden söz edebileceğini açıklamadığı, efendisiz zihne kulak vermeyeceğim. o zihin, neden söz edeceğini ancak duyumsamıştır.