zygmunt bauman
erich fromm'un özlü ifadesiyle "sevgi esas itibariyle almak değil vermektir."
eğer sevgi, tam da doğası gereği, sevgi nesnelerini (bir kişi, bir grup insan, bir dava) doyum mücadelesinde bir araya getirme, bu kavgada onlara yardım etme, bu mücadeleyi destekleme ve savaşçıları kutsama eğilimi anlamına geliyorsa, o zaman "sevmek", sevgi nesnesi uğruna kişisel kaygıyı terk etmeye hazır olmak, kendi mutluluğunu sevilen nesnenin mutluluğunun bir yansıması, bir yan etkisi kılmak demektir.
aynı nedenle (iki bin yıl sonra lucanus'u tekrarlayacak olursak) "talihe rehin vermek" de demektir. severek, talihi kadere dönüştürmeye çalışırız. ancak sevginin isteklerini, ordo amoris'in mantığını izleyerek kaderimizi talihe rehin veririz. görünüşte ihtilaflı olan bu iki eğilim gerçekte yapışık ikizler gibidir ve ayrılamazlar.
ehrenreich ve english'ın işaret ettiği gibi: "eski bağların artık çözüldüğü post-romantik dünyada önemli olan tek şey sizsiniz. olmak istediğiniz şey olabilirsiniz; yaşamınızı, çevrenizi, hatta görünüşünüzü ve duygularınızı seçebilirsiniz. eski koruma ve bağımlılık hiyerarşileri yok artık, yalnızca özgürce son verilen özgür sözleşmeler var. uzun zaman önce üretim ilişkilerini içine alarak genişleyen piyasa şimdi bütün ilişkileri içerecek şekilde genişlemiştir."
gilles lipovetsky çağdaş bireyciliğe ilişkin, açıkça şunu söylüyor: "fedakarlık kültürü artık ölmüştür. kendimizden başka bir şey uğruna yaşamanın yükümlülükleriyle kendimizi belirlemeyi bıraktık."
dünyanın yönetilme biçimiyle ilgili kaygının yerini, kendi kendini yönetme kaygısı aldı. bizi üzen ve kaygılandıran şey, bütün sakinleriyle beraber dünyanın hali değil; dünyadaki zorbalıkların, saçmalıkların ve adaletsizliklerin, kaygılı bireyin iç huzurunu ve psikolojik dengesini bozan ruhsal sıkıntılar ve duygusal sarsılmalar şeklinde yeniden dolaşıma girmesinin ürünü olan şeylerdir.
özgüven ve özsaygı olarak geri tepen, kişinin toplumsal mevkisinin "güvenliğine duyulan iştahı" dayandıracak -şahsen sahip olduğumuz ve elde edeceğimiz kişisel varlıklar dışında- pek bir şey mevcut olmadığından, kabul görme isteğinin "toplumun her yerini sarmış olması" çok doğal, diyor jean-claude kaufmann: "herkes umutsuzca başkalarının gözlerinde onay, hayranlık ya da sevgi arıyor gayretle."
unutmayalım ki başkalarının "onay ve hayranlığı" ile sağlanan özsaygının temellerinin zayıf olduğunu da bilmeyen yoktur. gözlerin kaydığı malumdur ve onların çevrildiği ya da gezindiği şeyler de tahmin edilmesi imkansız bir şekilde eğilip bükülmeleriyle meşhurdur. dolayısıyla, "gayretle arama"nın itici gücü ve zorunluluğu gerçekte asla sona ermez.
günümüzdeki teyakkuz halinin ılımlılığı, dünün onayını ve övgülerini yarının suçlaması ve alayına dönüştürebilir pekala. tanınmak, bir bahis oyunundaki karton tavşan gibidir: devamlı köpekler tarafından kovalanır; ama asla pençelerine düşmez.